Kuzgun

2932 Words
Nisan, 2016 Albay Alparslan Soyalp, karşısındaki askerine bakarken gözlerini kısmıştı. İşittiklerinin hoşuna gitmediğini anlamak mümkündü. İfadesindeki sertlik bunca yıl gururla hizmet ettiği vatanına hıyanetle suçlanıyor oluşundan kaynaklanıyordu. "Onurumu, şerefimi dahi arkamda bırakırım ama vatan aşkımı asla! Onlarca yıldır hizmet ettiğim vatanıma hıyanetle suçlanmaktansa ölmeyi yeğlerim!" Sınırda görev yaptığı bir sırada ona bir talimat gönderilmişti. Gördükleri teröristlerin serbestçe sınırdan geçişine izin verilmesi emredilmişti. Sebebi her ne olursa olsun hiçbir siyasi oyuna alet olmayacağına dair kendine sözü vardı. Talimatı hiç almamış gibi yapıp, o gün öldürmemesi gereken on bir teröristin öldürülme emrini vermişti. Bu sebeple emire itaatsizlikten suçlanacağını düşünüyordu. Vatana hıyanet suçu onu bile şaşırtmıştı. Ne olduğunu anlamamıştı, nasılını hiç açıklamamışlardı. Cezasını kesmişlerdi fakat bunca yıl şerefli bir asker olarak görev yaptığı için disiplin kuruluna sevk edilmeyeceğini söylemişlerdi. Bunun yerine emeklilikle şerefiyle görevinden ayrılması emredilmişti. Kimin kuyruğuna bastığını bilmiyordu. Birisi fırsattan istifade ondan kurtuluyordu, bundan emindi. Askeriyenin içinde oluşan yapılaşmanın elbette çok uzun zamandır farkındaydı ama tarafsız kalarak kendini hiçbir yere aitlikle zincirlememişti. "Komutanım, bunca zaman vatana şerefle hizmet verdiğiniz için general emeklilik talebinizi bekliyor. Bu kâğıtları imzalayıp vermeniz yeterli. Soruşturmaya alınmayacaksınız." "Asker!" dedi öfkeyle sesini yükselten Albay Alparslan. "Nasıl böyle bir şeyle itham edilebilirim? Bu haberi bana bir astımla göndermek nasıl bir aymazlık? Derhal generalle görüşme talep ediyorum!" Gerçekten şerefiyle bu ülkeye hizmet etmiş, kariyeri bolca kahramanlıkla dolu, ölümden dahi dönmüş bir askerdi. Bir askere verilecek en büyük ödül, şahadetti. Şerefli bir asker olarak şehit olmak bile ona gurur verirdi. Fakat bilmediği bir sebepten şimdi ihraç edilmek isteniyordu ve bunu sessiz sedasız bir şekilde yapmak istiyorlardı. Bu işin içinde bir hinlik olduğu daha o zaman belliydi! "Üzgünüm, komutanım. General, bu kağıtları imzalamanızı emretti." Ve bu emri albayına bir teğmen ile göndererek onu aşağılıyordu... Ona başka çare bırakmamışlardı. Onlarca yıl, farklı rütbelerde ve görevlerde hizmet ettiği askerlik vazifesinden böyle ayrılmak da varmış meğer kaderinde. Yapabileceği bir şey olmadığını biliyordu. Sivriydi, katı kuralları vardı ve kaidelere sonuna kadar riayet ederdi. Onun bu erdemleri sessiz sedasız bir şekilde askerlikten ihraç edilmesiyle sonlanmıştı... Koskoca adamdı, elinden binlerce er geçmişti. Korkusuzca düşmanla çatışmış, sınırlarda görev yapmış, ailesini alıp oradan oraya hiç gocunmadan gitmişti. Herkes yatağında rahat uyusun diye kendi canından geçmişti ama sonunda ona layık görülen de bu olmuştu. Gözleri doldu. Yıllardır hiç ağlamamıştı. En son silah arkadaşı kollarında şehit olduğunda kendine hâkim olamadığı bir an vardı onun dışında katı disiplinli bir askerdi işte. Fakat şimdi, sevdayla bağlı olduğu görevinden böylece gönderilirken elinde değildi, oturup saatlerce ağlamak geliyordu işte içinden. Erden kalemi alıp hışımla kâğıtları imzaladı. Karşısındaki er onu saygıyla son kez selamlarken onun da dolmuş gözlerini görebildi. Başıyla selam verdikten sonra rütbelerini söküp verdi. Silahını ve diğer eşyalarını teslim etti ve âşık olduğu mesleğinden zorla uzaklaştırıldı... Temmuz, 2016 "Beni askerlikten emeklilik adı altında ihraç ettiren general tutuklanmış. Hem de darbeye destek vermekten." Televizyonda izlediği haberi dikkatle dinliyordu. Bundan birkaç ay önce apar topar askerlikten uzaklaştırılmasının sebebini şimdi daha iyi anlıyordu. Kendi askerlerinin tutuklandığını, suçsuz yere ihraç edildiğini öğrenmek yüreğine ağır geliyordu. O gencecik, yüreği vatan aşkıyla yanan askerleri de bu ihanetlerine alet etmişlerdi. Biliyor olmalıydılar, Albay Alparslan olsaydı asla hiçbiri tutuklanmayacaktı çünkü darbe girişiminde bulundukları gece hiçbirinin koğuşlarından çıkmasına bile izin vermezdi o. "Seni de bilerek uzaklaştırmış olmalılar," diye mırıldandı usulca Nergis Hanım. "Öyle, Çiçeğim. Ayaklarına dolanacak birini uzaklaştırmak istemişler demek ki..." *** Günümüz İpek'in gerekli tüm eşyalarını aldıktan sonra çantaları kapının yanına koydum. Hafta sonu hep beraber pikniğe gitmek için plan yapmıştık. Bugün, kalabalık bir şekilde pikniğe gidecektik. Benim ailem, Sanem'in ailesi, Gülizar Teyze ve Tülin Teyze de geliyordu. Tülin Teyzenin gelmesi oldukça şaşırtıcıydı. Mahalledeki dedikoduların oldukça ateşli olduğunu az çok işitmiştim. Kaynak Mürüvvet Hanım olmayınca kulağıma anca fısıltılar ulaşır olmuşsa da duyuyordum işte. Ayla ve Ahmet Kürşat, tüm bunları duymamam için çabalasalar da çok başarılı oldukları söylenemezdi. Her neyse işte, bugün kalabalık bir şekilde pikniğe gidecektik. Ahmet Kürşat'ın organize etmesiyse asıl şaşırtıcı olandı. Ailemi davet ettiğinde neredeyse çenem tabana yapışacaktı. Onlarla gıyabında tanışmış olsa da kaynaşmaları gerektiğini düşünüyordu sanırım. Gerçi annemle nasıl tanıştıklarını ne zaman hatırlasam kafamı deve kuşu gibi toprağa gömesim geliyordu... Mutfaktan hazırladığım piknik sepetini aldıktan sonra İpek'in elini tuttum ve kapıyı açtım. Tam o esnada Ayla ve Ersan Alp'te kapıdaydılar. "Ersan Alp!" dedi her zamanki cıvıltılı sesiyle kızım. Kızımın çocukluk aşkı olduğunu artık biliyordum. Aşk meşk işlerine daha bu yaştan atılmasıydı beni şaşırtan. "İpek," dedi parlayan gözlerle kızıma bakan Ersan Alp. "Meva, nasılsın canım?" diyen de Ayla'ydı. "İyiyim canım, sen nasılsın?" Kısa bir sohbetin ardından kapıda Tülin Teyze göründü. Kısa bir tereddütle göz göze geldik. Ben acaba bir şey söyler mi diye merak ediyordum ama kadının ağzından tek bir kelime dökülmüyordu malum konu hakkında. Ahmet Kürşat ona ne söylemişti? "İyi günler, kızım." Dedi tanıdık samimiyetiyle. "İyi günler, Tülin Teyze." Hep beraber çıktık evden. Elimizdeki eşyaları arabalarımızın bagajlarına yerleştirirken de Ayla ile sohbetimiz devam ediyordu. "Abim de bugün sabahtan işe gitmek zorunda kalmış, kısa bir iş için dedi ama tam vaktinde orada olacakmış." Dedi her sözüyle adeta imalar yağdıran canım arkadaşım Ayla. "Ayla..." Dedim son harfi uzatarak. "Ne canım... Hani haberin falan yoksa diye düşündüm de vardır kesin." Diyerek sözünün sonunda beni utandıracak şekilde göz kırptı. Başımı iki yana sallayıp arkadaşıma kaçamak bakışlar attım yalnızca. Eşyalar bagaja yerleştikten sonra sıralı bir şekilde yola çıktık. Ersan Alp ve İpek ile birlikte gidiyordum. "Anne," dedi güzeller güzeli kızım bir anda kendi sohbetlerini bırakıp bana dönerken. "Söyle, meleğim." "Ben artık çocuk olmadığım için Ersan Alp gibi koltukta oturabilir miyim?" Kıkırtımı bastıramadım. Ersan Alp'in yanında yaptığı bu hareketin sebebi oldukça açıktı. Beş yaşına kadar pusetinde oturması gerektiğine dair bilgilendirici bir açıklama yaptım. "Meva Abla haklı, İpek. Hem ben de senin yaşındayken pusette oturuyordum arabada." Derken yine yaşından olgun bir edayla konuşuyordu Ersan Alp. Ayla, şiddetli geçimsizlik nedeniyle ayrılmıştı eşinden. Çok severek evlenmiş, çok mutlu olacağını düşünmüştü fakat umduğuyla bulduğu pek birbirine benzememiş. Eşi, özünde iyiymiş fakat evin tüm yükünü, çocuk büyütmenin her türlü zorluğunu ve nicesini Ayla'nın üstüne yıktığı için arkadaşım gencecik yaşında iki misli fazla yıpranmış ve yorulmuştu. Bir de beyefendi kendi ailesine özel hizmet beklediğinden haftada üç kere ailesini ağırlamak zorunda kalıyormuş Ayla. Elbette bunlar olurdu ama aile halden anlamayan vicdansız olunca artık bıkmış sonunda. Daha fazla duramayacağına karar verdikten sonra boşanmak istemiş. Elbette hayatın hiçbir yükünü paylaşmayan, her şeyi kadının görevi olarak gören, ailesinin karısını incitmesine dahi sesini çıkartmayan kimselerle işimiz yoktu işte o kadar! Hepimiz birilerinin evladıydık sonuçta, kimse kimsenin hizmetçisi değildi. Hayat da müşterekti. Hem Ayla da doğum yapana kadar çalışan, oğlu üç yaşındayken yeniden iş hayatına dönmüş bir kadındı. İnsan yoruluyordu. Ben de kızım için işten ayrıldıktan sonra tüm ev işlerinin sorgusuz sualsiz üstüme yıkılmasıyla ve bir de kızıma tek başıma bakmakla mücadele etmiştim. Bir de tüm bunların yanında ailelerimize bir şey olduğunu belli etmemek için didiniyorduk. Bizi öyle kahrolmuş, dağılmış, yorgun ve bitik görsün istemiyorduk. Evladını kim öyle görmek isterdi ki? Bir yere kadar direnebilirdi insan. Yoruluyorduk, kırılıyorduk, üzülüyorduk ve hep bir başımıza yaşıyorduk tüm bunları. Halden anlamayan değil eş, insan bile olamazdı... İpek ve Ersan Alp'in güzel sohbeti ve kafamın içindeki düşüncelerle yolu bitirdiğimde şaşkındım. Baharın gelişiyle yeşillenen ve çiçekleriyle süslenen bu piknik alanı çok güzel gözüküyordu. Arabamı park ettiğim sırada Ahmet Kürşat'ın arabasını da gördüm. Bizden önce gelmişti bile. Arabadan indiğim sırada Ayla da gelmişti. Şen bir şekilde bagajlardan eşyaları çıkartırken kıkırtılarımız kuş cıvıltılarına karışıyordu. Temiz hava, parlayan güneş ve yanında sevdiklerin olduktan sonra her şey hallolur gibi geliyordu insana. "Hoş geldiniz." O güzel sesini işittiğimde tüm güzellikler bir kenara çekilip ona yer açtı. Hemen elimdeki eşyalara doğru davrandı. O an gözlerim gözlerine değdiğinde yüreğim titredi. Fakat ifadesinde yanlış bir şeyler vardı ama belli etmemek için maske takmış gibiydi. Ne olduğunu anlayamadım, işte mi canı sıkılmıştı? "Hoş bulduk," dedim biraz tereddütlü. Dudaklarını süsleyen bir tebessüm bahşetti bana. Donuk ve sahte tebessümüne kanmadım. Fena halde canı sıkkın görünüyordu. Onu bugüne kadar hiç böyle görmemiştim. Canını sıkan şeyin ne olduğunu deli gibi merak ettim. "İyi misin?" diye sordum kendime mâni olamayarak. Gözlerimin içine derin bir ifadeyle baktı. Bakışı içimi yaksa da yine de anlamlandıramadım. Yine benim bilmediğim neler oluyordu Allah aşkına? "Selam!" diyerek yanımıza geldi Sanem. Atmosfer dağılıverdi. Bakışlarımı arkadaşıma çevirdim ve sıcak sarılışına karşılık verdim. "Selam, hoş geldin." "Hoş buldum." Dedi cıvıl cıvıl bir sesle. Bir bana bir de Ahmet Kürşat'a dikkatle baktı. Bir şey olduğunu hemen sezdi. Bakışları yeniden bana döndüğünde bilmediğimi ifade eder bir şekilde ona baktım. Yıllardır arkadaştık, bakışarak anlaşmamız doğaldı. "Gökalp seninle mi geldi Ahmet Kürşat?" diye sordu meraklı arkadaşım. "Evet," dedi nihayet kendini biraz toparlayan Ahmet Kürşat. Bakışlarım yeniden ona döndü. Bu halinin sebebini deli gibi merak ediyordum fakat şu an sırası değildi sorgulamak için. Herkes nihayet toplandığında, birlikte eşyaları taşıyarak piknik yapacağımız büyük tahta masaların oraya geldik. Ahmet Kürşat ve Gökalp önden gelip salıncak ve hamak kurmuşlardı. Bu kadar ince düşünebildikleri için şaşırmamak elde değildi. Çay için semaverin ateşini yakmışlardı. Biz yerleşirken hepimize de yardımcı oldular. "Uzun zaman oldu, Ceyhun." Diyen babamı işittim. Sanem'in babasıyla bir sohbet tutturdular. İkisi de emekli askerdiler, konuşacak çok ortak noktaları vardı. O an aklıma gözlerimi alamadığım adamın da eski asker oluşu geldi. Bu birçok şeyi açıklıyordu. Annemlerle hızlı kaynaşan Tülin Teyze takıldı sonraki an gözüme. Gülizar Teyzenin benim piknik sepetimi tuttuğunu gördüm. Hazırladıklarımı bir bir çıkarırken bolca övgüye de layık gördü beni. "Meva kızımın elinden her iş gelir. Kariyerini de yaptı, çocuğunu da büyüttü, evine de misler gibi baktı. Benim oğlum kötüydü, elindeki cevheri göremeyecek kadar da kör!" Hayretle bakakaldım. Akif, gerçekten bu kadının çocuğu olamazdı kesin hastanede karışmıştı... "Meva yaptığı her işi titizlikle yapar, Gülizar. Sanem'e de diyorum biraz arkadaşını örnek al diye ama bir kulağından girip öbüründen hemencecik çıkıveriyor." Onlar kendi aralarında gülüştüler. Bense şaşkınlıkla açılan ağzımı sinek kaçmasın diye hemen kapattım. "Annemler birlik olmuş seni Ahmet Kürşat'la evlendirecekler, Meva. Demedi deme!" derken kıkırdıyordu yanımda canım arkadaşım. "Dost musun düşman mı be kızım?" dedim yalancı bir sinirle. "Annemi ikna etmelerine gerek yok, abim çoktan ikna oldu." Diyerek Sanem'i omzundan dürttü alaycı bir tavırla Ayla. "O istedikten sonra önünde dağ bile duramaz." Berra bir kahkaha attı. Benim dışımda hepsinin şu an ile eğlenebiliyor oluşuna şaşkınlıkla bakmamak elde değildi. Pazar tezgâhında satılmak için uğraşılan meyve, sebze gibi hissettim kendimi. Elbette konu bundan tümüyle bağımsızdı. Annemler, Tülin Teyze ile aramızda yaşanan tatsızlıktan dolayı beni desteklemek istiyorlardı sadece. Fakat tuhaf kaçıyordu. Kimseye övülmesi gereken biri değildim. Nihayetinden insan kömürden pırlanta çıktığını da bilirdi... "Senin müstakbel eşin nerede kız Berra?" diyerek kardeşimi dürttü Sanem. "Beyimiz çok yoğun çalıştığı için vakti yoktu, bugün Almanya'ya gitmesi gerekiyormuş..." dedi biraz tepkili. "Adam Alanya'ya değil, Almanya'ya gidiyor Berra. Üstüne gitme, Bahadır'ın." Sözlerimle kardeşim bana döndü. Dudaklarını büzdü ve bir, hıh, sesi ile tekrar sırtını döndü. Bu haline gülmeden edemedik. Güldüğümüz sırada gözlerim yeniden Ahmet Kürşat ile buluştu. Gökalp, Ceyhun Amca onu çağırdığında hareketlendi ve yanlarına doğru gitti. Yanımızdan geçerken Sanem'in parmaklarının gizlice onun parmaklarına değdiği gözümden kaçmadı. Sanem sanırım dediğini yapacaktı ve yıldırım nikâhını basacaktı. Durdu durdu turnayı gözünden vurdu dedikleri de tam bu olsa gerek. Ailesi ile de tanışan ve anlaşan Gökalp'in tuzlu kahve içmesi yakındı. Tuzlu kahve denince aklıma Ahmet Kürşat'ın o manidar sesiyle sürekli ima ettiği şey aklıma geldi. Bakışlarım biraz cilveli bir edayla yeniden ona döndü. Semavere su koymak için on dokuz litrelik damacanayı sanki sürahiymişçesine rahat kaldırdığı anı görmek nasip oldu. Nefesim dudaklarımın arasında sıkışıp kalırken öylece hayran hayran onu seyrettim. "Üsteğmen!" Babamın sesini işittiğimde adeta olduğum yerde zıpladım. Ahmet Kürşat'ın da benden farkı yoktu. Başını çevirip babamlara döndü. Babam kısa bir el hareketiyle onu yanlarına çağırdı. "Daha doğrusu, Güzel Üsteğmen..." diyerek ekleme yaptı canım babam... Sanem, bu sözler üstüne kendini tutamayıp güldü. Kolunu çimdiklemekte buldum çareyi. "Ay!" dedi bu hareketimle bana kötü kötü bakarak. "Gülmesene!" dedim dişlerimin arasından. Omuz silkip gülmeye devam etti biricik dostum... Nasıl da bana düşmandılar hep bir elden! "Askerlik anılarımızdan bahsediyoruz da sende de birkaç güzel anı vardır. Biz birbirimizin anılarını hatmettik, artık senle Gökalp'in anılarını dinleriz..." Babamın Ahmet Kürşat'ı benimsediğini o an anladım. Daha net bir şey bilmese de aramızdakiler hakkında, hayatını merak ettiğine göre onaylıyor olmalıydı. Gerçi babam şimdiye kadar Ahmet Kürşat'ın hayatının şeceresini çıkartmıştır... Çaylar içilirken sohbetler koyulaştı. Birbirini yeni tanıyanlar iyiden iyiye kaynaştı. Gülümsemeler yüzlerimizden eksik olmadı. Öyle çok ihtiyacım varmış ki böyle bir ana. Herkesin güldüğü, mutlu olduğu, derdini tasasını unuttuğu böyle güzel anıların bolca biriktirildiği aktiviteler daha sık yapılmalıydı. Ne güzel düşünmüştü Ahmet Kürşat... Sıra mangala geldiğinde erkekler kendi aralarında iddialaşmış ve en iyi mangalı kendilerinin yapacağına dair atıp tutmuşlardı. Bu anı gülümseyerek seyretmiştik. Nihayet ateş, et pişirmeye uygun bir hale geldiğindeyse annemin elime verdiği etlerle öylece yüzüne bakakaldım. "Kızım yüzüme bakacağına etleri al ve mangala götür." Demesiyle şaşkınlığım arttı. Gözlerimi kısarak ona baktım. Elbette tek derdi bu değildi, kendince planları çoktan hazırdı Nergis Hanımın! "Burada onca kadın dururken neden ben?" dedim sırıtmamak için kendimi zor tutarken. Arkamdaki mangala bakmadım. Çünkü başında kimin durduğunu adım gibi iyi biliyordum. Onlarsa kendilerince oyunlar çevirip duruyorlardı. Açıkçası itiraf etmeliyim, çok tatlılardı bu anlarda. "Sence neden, Meva'cım?" dedi beni omuzlarımdan tutup itekleyen arkadaşım Sanem. Elimdeki etlerle birlikte mangala doğru usul usul yaklaşmaya başladım. Geldiğimi fark eden Ahmet Kürşat bakışlarını kaldırıp gözlerimin tam içine baktı. Yine aynı sıkıntı, kaçamak bakışlar... Elimdekileri ona verirken dikkatle incelemeye devam ettim. Neyi vardı bu adamın? Birkaç gün önce oldukça iyiydik, bir sıkıntı yoktu. Bugün birdenbire ne olmuştu bu adama? "Nasılsın?" diye sordum merakla. "İyiyim, Mübrem. Sen nasılsın?" Kaşlarım usulca çatıldı. Ben hayatımda olumsuz giden en ufak şeyi bile kendisine anlatırken, annem el alemin evini bastığında dahi onu ararken benimle sıkıntısını paylaşmak istemezse şayet üzülecektim fakat yine de saygı duyardım. "Bugün seni pek düşünceli ve sıkıntılı gördüm, Kürşat. Bir sorun mu var?" Oldukça kısık sesli konuştum. Ona hitap şeklim ise vurucu olandı. Başını mangaldan kaldırıp bana baktı. Nefesini tutmuştu, benimkini de kesiyordu aynı anda. Merak ediyordum işte, neden görmüyordu? Elimden gelirse sıkıntısını da gidermek isterdim. O her zor anımsa yanımdaydı, ben de onun yanında olmak istiyordum. "Meva..." dedi derin bir nefes verirken. "İşle ilgili." "Paylaşmak istersen dinlerim." Dedim kısaca. Bakışlarını kaçırdı. "Bilgiler gizli, maalesef ki proje hakkında herhangi bir şey paylaşamam." Yalan söylüyordu! "Ufacık çıtlatsan olmaz mı?" dedim yalan söylemesine rağmen hâlâ şirinlik yaparken. "Savunma Sanayisi hatayı affetmiyor, Mübrem. Sorun uçakla ilgili, maalesef ki seninle bile paylaşamayacağım kadar gizli." Yalan söylüyordu! Gözlerimin içine bile bakamıyordu konuşurken. Durumun vahametiyle başımın zonklamaya başladığını hissettim. Herkesten beklerdim ama ondan asla! Anlamayacağımı mı düşünüyordu? Onu tanıyordum, elbette anlardım! Ayrıca ben artık bunu anlamak konusunda da profesyoneldim... "Gizlediğin tek şey proje hakkında mı, Kürşat?" diye sordum son kez ona şans verirken. Gözleri, gözlerime saplandı. Nefes almıyordu, yeniden... Yalan söylemişti... "Meva..." dedi fakat ne diyeceğini bilemeyerek sustu ve durdu. Gözlerimin içine acı dolu bir ifadeyle baktı. Dilimi ısırdığımdan bir süre sonra ağzımı dolduran metalik tadı hissettim. Ağzımdaki kan tadı değil, yalanın acımtırak tadı yaktı yüreğimin kuytularını. "Kolay gelsin," diyerek yanından uzaklaştım. Tüm moralim yerle yeksan oluverdi. Yürürken gözlerim doldu. Yalan söylemişti, gözlerimin içine bile bakamadan hem de! Buna onu neyin sürüklediğini bilmiyordum ama o an için önemli de değildi. Birinin, daha doğrusu sevdiğiniz birinin gözlerine bakamadan, utanarak, bakışlarını kaçırarak, size yalan söylemesinin kalpte bıraktığı acıyı dillendirmekten acizdim. O yalan söyledi ama benden çok şey gitti. Niye bilmiyorum ama yalan söylemesi en çok benim canımı yaktı. Kendim yalan söylemişim gibi bir utançla dolup taşıyordum. Gökalp ve Sanem, çocukları salıncakta sallıyor ve gülüşüyorlardı. Berra ve Ayla, ellerinde kahveleriyle koyu bir sohbet sürdürüyorlardı. Diğerleri de aynı şekilde. Kısa bir süre sonra kendimi yeşilin ve ağaçların uzandığı farklı bir yolda yürürken buldum. Sanki zaman yavaşlamış, gökyüzü bulutlanmış, dünya dönmeyi bırakmıştı. Dilimdeki kan tadı gitmek bilmiyordu. Dilimi ısırıp yara yaptığım için değil, Ahmet Kürşat'ın yalanının tadıydı bu, biliyordum. Gözümün içine baka baka yalan söyleyen bir hayat arkadaşına aşinaydım. En azından Ahmet Kürşat, bunu yaparken utanmıştı diyerek kendimi teselli etmek geliyordu içimden ama hayır, yalanın izahı olmazdı! Hem ne demişti o bana? "Eğer bir gün canını yakan ben olursam, affetme beni de. Affetme çünkü affedilmeyi hak eden zaten seni incitmezdi." Nasıl affetmezdim? Varlığım, yokluğum ona bütünüyle tutunmuşken son dalımı, aşka olan son inanç kırıntımı da söküp atayım mı yani? Hayır, yapamazdım. Bir sebebi olmalıydı. Paranoyak gibi kafamda kurup duramazdım. Belki de evham yapıyordum. Gerçekten işiyle alakalıydı... Yüzüme karşı öyle çok yalan işitmiştim ki artık yalanla gerçek arasındaki ayrımı çok iyi anlardım. Ahmet Kürşat bugün bana yalan söylemişti... Bir açıklığa geldiğimde durdum. Geldiğim yolu bile hatırlamıyordum ve gerisin geri dönersem yolu bulurum diye düşündüm ve başladım geldiğim yolları geri yürümeye. Sakin kalmaya, durmaya ve düşünmeye karar verdim. Akif beni öyle çok aptal yerine koymuştu ki fazla tepki veriyordum sadece travmalarım sebebiyle. Ahmet Kürşat hiç kimseye benzemeyen bir adamdı. Onun dürüstlüğünden emindim. Bugün söyleyemediği her neyse bir izahı olmalıydı. Konu bizimle ilgili bile olmayabilirdi. Vesveseye gerek yoktu canım! "Meva!" Bana seslendiğini işittiğimde bakışlarım her bir yanda onu aramaya başladı. Merak edip peşimden gelmiş olmalıydı. "Siz diğer tarafa bakın, Sanem. Biz Ahmet Kürşat ile şu taraftan gidelim." Diyen Gökalp'ti. Sanem'in kısaca onaylayan sesini işittikten sonra seslerin geldiği yöne doğru hızlıca yürümeye başladım. Adımlarımı hiç durdurmaya niyetim yoktu ta ki konuşulanları işitene kadar. "Meva'ın anladığını sanmıyorum, Kuzgun." Kuzgun da kimdi? "Yalan söylediğimi anladı, biliyorum Tuğ." O an birbirlerine hitap şekillerinin bu olduğunu anladım. Neler döndüğü ise benim için hâlâ muammaydı. Kandırılmışlık hissi bir kez daha damarlarımdan zerk edildi zehir misali. Ağzımdaki tat giderek yoğunlaştı. "Yeni görev seni daha çok sıkıntıya sokacak o halde, Kuzgun." "Hayatıma alenen bir kasıt bu, Tuğ! Sevdiğim kadına ne diyeceğim ben?" Dehşetle tüm bedenim kasılırken ayaklarıma oldukları yerde durmalarını emrettim. Tüm vücudum öyle bir titriyordu ki dehşetten kendime hâkim olmakta zorlanıyordum. Yeniden kandırılmış olmak ağır gelirmiş insana... "Babasını haklamak üzere olduğumuzu söyleyemezsin tabi!" Ağzımı yeniden o tanıdık metalik tat doldurduğunda eski yaraların önlerinde boyun eğeceği bir ihanet yarası daha açıldı yüreğimde. Kalbim dondu, umutlarım buz tuttu. En yapmaz diye düşündüğümden gelen ihanetle sarsıldığımı hissettim. Aptaldım ben, aptal! Yeniden inanacak, tüm surlarımı yıkacak, her kapımı ardına kadar açacak kadar aptaldım! Açtığım o kapılar yüzünden cereyanda kalıp yeniden hasta etmiştim işte kendimi... Ben sadece bir aşk rüyası görmüştüm, ama şimdi sıra uyanmaktaydı!
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD