Bayılsaydım, hala aynı beyaz odada uyanırdım herhalde. Buradaki tüm odalar ve eşyalar bembeyaz. Ayşe Teyze’nin çamaşır suyu reklamı gibi. Genetik mühendislerince itina ile kodlanmışçasına birbirinin aynı. Nereye dönsem, hangi kapıyı açsam aynı manzara.
Her yeri geziyor ama aynı noktada sayıyor gibiydim. Hani şu koşup koşup bir yere varamadığımız, kaçamadığımız aptal kabuslar vardır ya, onlardan birine hapsolmuş gibi hissediyordum. Herkesin korktuğu bir şeyler vardır, benim korkum da bu işte. Sonsuzluk gibi sonunu göremediğim bir zaman dilimi boyunca, bu odalar arasında dolanıp durmak.
İki dünya arasında sıkışmak dedikleri şey buydu sanırım. Bir yerlerde okumuştum, cehennem bile Araf’ta kalmaktan iyidir diyordu yazar. Şimdi gözümün önündeki manzaraya bakarken ben de aynı şeyleri düşünüyordum. Kafayı yememek elde değil. Başka odada uyansam da anlamazdım ki!
Adamlar görevi anlatıp gitmişlerdi. Soldaki sarışın iyi bir şeye benziyor ama sağdaki adamı gözüm tutmadı. Kesin cehennemden bu tarafa torpille geçti.
“Vay çakal! O zebani tipinle beni kandıramazsın, ben kaçın kurasıyım oğlum,” dedim. Tabi bunların hepsini içimden söyledim. Şu an ileride kimlerle muhatap olmak zorunda kalacağımı bilmiyorum. O yüzden içimden geçenleri her zaman normalde yaptığım gibi haykırmak yerine kendime saklıyordum.
Beyazlılar gittikten sonra en çok neye şaşırdım biliyor musunuz? Ben cennete düştüm diye sevinirken bekleme bölgesindeymişim meğer, karar verememişler bana ne yapacaklarına. Neye göre karar verecekleri hakkında hiçbir fikrim yok ama o adamlara pek de güvendiğim söylenemez. İster hissiyat isterseniz de 6. his deyin siz buna, sadece güvenmemem gerektiğini hissediyorum.
İkinci bir şey daha var şaşırıp kaldığım. Zaten her şeyi alıştırmadan güm güm söylemek gibi bir huyları var. Ne var azıcık zaman tanısanız? Evrenin tüm zamanları sizin değil mi artık? Anlamadım ki nereye yetişeceklerini, ne işleri olduğunu. Anlatmaları ve kaybolmaları bir olmuştu. Neyse konuya dönelim, ne diyordum hah şaşırdığım ikinci şey; ecelim gelmeden gitmişim diğer tarafa... Ya da bu tarafa... Of anladınız işte siz.
Diğer taraf dedikleri yer benim için azıcık bu taraf oluyor galiba artık. Böyle düşününce kendimi daha bir kötü hissettim. Kenarda öylesine duran beyaz kanepeye gidip uzandım önce, sonra sıkılıp ayaklarımı salladım. Neler yapabileceğimi ve beni nelerin beklediğini düşündüm. Bir süre sonra oturmaktan ve aptal aptal düşünmekten sıkılıp odada turlamaya karar vererek koltuktan zıplayıp kalktım.
Buraya gelmeden önce en son neler olduğunu anımsamaya çalıştım. Ne kadar zorlasam da en son yata bindiğimiz kısmı hatırlıyordum. Beyazlıların anlattıklarını hatırlamaya çalıştım. Aklıma gelenlerle iyiden iyiye sinirlendim.
Ben biliyordum o keş tipli çocuklarda bir kıllık olduğunu zaten, daha ecelim gelmeden ölümüme sebep olmuşlardı. Zengin şımarık pislikler. Tamam ben de zenginim, öyle sayılırım, yani ölmeden önce öyleydim. Ya tamam normal bir gelir düzeyinden azıcık daha fazla paraya sahipti ailem. Ölmeden önce... Uf...
Öldüm değil mi ben?
Çocukları bir kenara atıp esas kızdığım kişiye konuşmaya başladım. Selen. Karşımda Selen varmış gibi elimi kolumu sallayarak konuşmaya başladım.
“Ya sen en yakın arkadaşım, kanka dediğim insan? Mutlu musun şimdi beni o tipsizlerle denize götürdüğüne?”
Ben bu aralar fazla Cem Yılmaz reklamı gördüm galiba... Filmlerdeki hayali arkadaşıyla konuşan ve deli zannedilen insanlara benzediğimi fark edince oflayarak yere çöktüm. Yerde bağdaş kurup dirseklerimi dizlerime, ellerimi de yüzüme dayayıp bir çıkar yol düşünmeye başladım. Tüm bu olan bitende Selen'in suçu olduğunu düşünmüyordum tabi ki. Nereden bilsin fırtına çıkacak ben de suyu boylayacağım. Eğlenmek istemişti, beni de sokağa çıkartmak tabi ki... Bana kalsa evde uzanıp ya kitap okur ya dizi izlerdim internetten.
Uzun bir süre sonra hala aynı pozisyonda durduğumu fark edip ayaklandım ve suçlu, suçsuz herkesi suçlayarak küfürler savurmaya başladım. Kendimi hiç bu kadar yalnız ve çaresiz hissetmemiştim. Bir süre küfür saydırdıktan sonra az buçuk rahatlayıp derin bir nefes aldığımda aklıma gelenlerle panikledim. Saydırdıklarımı duyan birileri olup olmadığını anlamak için etrafıma bakındım.
Kimseyi göremesem de ne olur ne olmaz diyerek, “hey, şimdi ben küfrediyorum ya bunlar sayılmaz haberiniz olsun, dünyadayken yaptıklarımdan mesulüm ona göre!” diye bağırmayı ihmal etmedim. Bunlar şimdi söylediklerimi de bir yerden duyuyorlardır! Niye kendimi ispiyonluyorsam artık. Belki duymamışlardır? Bu şekilde bağırarak, haşlanmış mısır satan amcalar gibi her köşeye duyurmuştum sesimi. Artık biliyorlardı, duyma mesafesinde kim varsa neler yaptığımı biliyordu.
Dünyaya dönmek için ne gerekirse yapacaktım. Yalakalık dışında tabi ki. Oldum olası yalaka insanlardan nefret ederim. Elli dokuz ile kalacakken, hocaya gidip yağcılık yaparak geçen kızlar geldi aklıma. Iyyyy... Cidden tüylerim diken diken oldu. Kalacaksan efendi efendi kal dersten. Madem ders çalışmıyorsun kalmayı göze almışsın, kararının arkasında dur. Değil mi?
Bunları düşünürken ailem, okulum aklıma gelince ağlayacak gibi kötü hissetmeye başladım. Mutlaka geri dönmeliyim evime, aileme. Diğer seçenekleri düşünmek istemiyordum. Burada sonsuzluğu düşünemiyorum bile. Beni neden cehenneme atmadıklarını bilmiyorum ama burada kalırsam bu çeneyle kesin attıracağım kendimi. En doğru kararları düşünerek alacağımı bildiğim için düşünmeye karar verdim.
Şimdi oturayım iyice bir düşüneyim, düşüneyim ki yanlış bir karar vermeyeyim değil mi? İçimden sayarak düşünmeye başladım.
“Üç!”
Tamam bitti gidelim.