Civan gittikten sonra odada tek başıma kalmıştım. Ne olacağını merak etmekten kendimi alamıyordum. Bu, dışarıdan bakanlara sıradan ve saçma bir kaçırılma olayı gibi görünebilirdi, ama öyle değildi işte. Anlamayanların kolayca söyleyeceği şeyler belliydi: "Kaçırmış, bırakır gider." Ama işler öyle yürümüyordu.
Her şeyin üzerini örtmek için o kelimeye sığınırlardı: "Namus."
Onlara göre ben artık namussuzdum. Ama bu da umurumda değildi. Çünkü onlar için gerçeği anlamak ya da bilmek önemli değildi; mesele sadece konuşmaktı. Onların tek silahı dilleriydi ve susturulamaz bir şekilde konuşurlardı.
Umrumda değildi.
Civan’a güveniyordum. O halledecekti, yoksa asla bu şekilde burada onu beklemezdim. Bana zarar verecek bir şey yapmayacağına adım gibi emindim. Bu yüzden bekliyordum işte. Kolumda hafif bir sızı vardı, muhtemelen kan gördüğüm için bayılmıştım. Yara çok büyük değildi zaten, kurşun sadece sıyırıp geçmişti.
Bulunduğum oda artık üstüme üstüme geliyordu. Biraz hava almak için dışarı çıkmanın kimseye bir zararı olmayacağını düşündüm. Üstümde pijama takımı vardı ama kim giydirmişti, hiç bilmiyorum. Civan’a sormak da aklıma gelmemişti. Kalkıp dolaba yöneldim, giyebileceğim bir şeyler var mı diye bakmak istedim. Şansıma, dolapta kadın kıyafetleri buldum. Kimin olduklarını bilmesem de işime yaramıştı.
Yeşil, dizlerimin biraz altında biten uzun kollu bir elbise seçtim. Giyerken biraz zorlandım ama sonunda başardım. Alt dolaptan da bir çift spor ayakkabı bulup giydim. Kime aitse Allah razı olsun, diye içimden geçirdim.
Odanın kapısını açıp bir adım dışarı attım. Etrafta kimse görünmüyordu.
Civan, dışarıda adamlar olacağını söylemişti ama ev sanki bomboştu. Karnım da feci halde açtı artık.
Etrafı inceleyerek dolaştım. Tek katlı, geniş ama sade bir evdi burası.
Koridorun sonundaki aralık kapıya yöneldim. İçeri girdiğimde bir mutfakla karşılaştım. Buzdolabına koştum, ancak kapağını açtığımda içinin tamamen boş olduğunu gördüm. Yüzüm asıldı. Açlıktan ölüyordum resmen! Bu adam buraya yiyecek bir şey neden bırakmamıştı?
Çaresiz, dolapları karıştırmaya başladım. Tabaklar, bardaklar, tencereler… Hepsi düzenli bir şekilde yerleştirilmişti ama yiyecek namına hiçbir şey yoktu. Tam pes edecekken, en alttaki dolabı açtım ve bir paket makarna ile bir kutu bakla buldum. Derin bir nefes aldım. Bu durumda mükellef bir sofra beklemek hayaldi; makarna işimi görürdü.
Makarna paketini alıp tezgâha koydum, suyu ocağa yerleştirip kaynamasını bekledim. Ardından makarnayı ekleyip pişirdim. Masayı hazırlayıp, bir bardak suyla yemeğimi koydum. Tabağımın yarısına geldiğimde, dışarıdan birden silah sesleri duydum. Aynı anda evin kapısı sertçe açıldı. Çatal elimde kalmıştı; kalbim deli gibi çarpıyordu.
“Neler oluyor lan?” dedim kendi kendime. Silahım neredeydi? Kimdi gelen? İçimdeki panik giderek büyüyordu.
O sırada bir ses duydum:
“Hanımağam!”
Evde başka kimse olmadığına göre belli ki bana sesleniyorlardı. Elime hızlıca bir bıçak aldım ve holün köşesine geçtim.
Adam beni görünce silahını indirdi.
“Hanımağam, Serhat Bey gönderdi bizi. Bizimle gelmeniz gerek,” dedi.
Şaşkındım. Bu adamlar bu kadar kolay nasıl içeri girmişlerdi? Ve Serhat beni nasıl bulmuştu? Gidip gitmemem gerektiğini düşündüm ama kafam iyice karışmıştı.
Adam tekrar konuştu:
“Hanımağam, acele etseniz iyi olur. Aşiret toplantısına yetişmemiz gerek!”
Aşiret toplantısı mı? Ne işimiz vardı bizim orada? Serhat yine başımıza bir iş açmıştı. Ah, bu deli abim! Dert açmada üstüne yoktu gerçekten!
"Tamam," dedim. Gitmekten başka çarem yoktu. Gitmesem bile bu adamlar beni zorla götürecekti. Sonuçta aldıkları emir buydu.
Odaya geri dönüp üzerime alabileceğim bir şey aradım. Hafif üşüyordum. Dolaptan siyah bir deri ceket bulup üstüme giydim. Adam dışarı çıkmıştı, ben de hemen kapıyı kapatarak arkasından çıktım.
Dışarı adım attığımda gördüğüm manzara karşısında şaşkınlıkla ağzım açık kaldı. Adamları kollarından ya da bacaklarından vurmuşlar, ardından hepsini bir köşeye bağlamışlardı. Kimse ölmemişti ama adam sayısı az olduğu için Serhat abimin adamları onları kolayca etkisiz hale getirmişti.
Civan’ın beni korusun diye bu adamlara güvenmiş olmasına içten içe güldüm.
Eğer burada olup onların beni bu kadar kolay teslim ettiğini görse, bir kurşun da o sıkardı bunlara!
"Buyurun, Hanımım," dedi bir adam, bahçenin dışında duran arabayı işaret ederek. Hiçbir şey söylemeden arabaya doğru ilerledim. Adam kapıyı açtı, içeri bindim. Hemen arkamdan bir başka adam da diğer araca bindi. Sonra hızla oradan uzaklaştık.
Ne olacaktı o toplantıda? İçimde merak kadar bir korku da vardı.
Kısa süre sonra araba, Civan’ların konağının önünde durdu. Eskiden özgürce, kahkahalar atarak geldiğim bu yere şimdi böyle bir hâlde geliyordum. İçim burkuldu.
Arabadan indim, diğer adamlar da arkamdan indi. Kapıdaki korumalar bizi durdurduğunda, bana sürekli "Hanımağam" diye hitap eden adam öne çıkıp, "Çekilin önümüzden! Serhat Ağa’nın kardeşi o, içeri girecek," dedi.
Korumalar, kim olduğumu anlayınca birbirleriyle bakıştılar ve kısa bir sessizlikten sonra biri diğerine başıyla onay verdi. "Sadece ikiniz," dedi. Geri kalan adamlar kapıda kalırken, ben ve o adam konağın içine girdik.
İçeri girdiğimizde avluda bir kalabalık vardı. Kadınlar toplanmış, Derya teyze ve Asmin onların başında duruyordu. Diğer kadınların bakışları üzerimdeydi. Kimi hasetle, kimi küçümseyerek bakıyordu.
Aralarından biri, Civana sözde isteyecekleri kız, nefret dolu gözlerle beni süzüyordu. Sarı çiyan.
Bir anda ayağa kalktı ve sivri bir sesle bağırdı
"Sen yaptın değil mi? Sen ayarttın onu, orospu!"
Ne dediğini anlamakta zorlandım. Bu aptal ne saçmalıyordu böyle? Ortamın müsait olmadığını bilmesem ağzını burnunu kırardım. Yine de sesimi sakin tutmaya çalışarak, "Haddini bil! Yoksa o ağzını yırtarım," dedim soğukkanlı bir şekilde.
Sesimle birlikte avludaki tüm dikkatler üzerimize çevrildi. Derya Hanım’ın yüzünde beni görmenin şaşkınlığı vardı.
Beni eskiden severdi ama şimdi nasıl bir tavır sergileyeceğini kestiremiyordum.
Sarı çiyan'ın annesi kızını yanına çekip, "Sus!" demesiyle kız yerine oturdu. Ama gözleri hâlâ kinle üzerimdeydi.
Bu sırada abimin adamı öne çıktı ve Derya Hanım’a dönerek, "Hanımağam, kızınız da içeri girecek," dedi.
Derya Hanım’ın gözleri korkuyla büyüdü. Berdel ihtimalinden korkuyordu ve bunu düşünmek bile içimi titretti. Benim aklıma böyle bir ihtimal gelmemişti ama şimdi bu sözler, yüreğimdeki korkuyu daha da büyüttü.
"Benim kızım niye geliyor?" dedi Derya Hanım, kızına daha sıkı sarılarak. Gözleri bana değdi ama o bakışlardan ne düşündüğünü anlamak zordu. Yüzü ifadesizdi; sanki bana nasıl davranması gerektiğine karar veremiyordu.
Adam, yalan söyleyerek, "Civan Ağa’nın emri var, Berin’i ve Asmin’i çağırıyorlar," dedi.
Yalan olduğunu adım gibi biliyordum. Bu kesinlikle Serhat’ın oyunuydu. İçimden, Ne oluyor lan? diye geçirdim.
Asmin, korkuyla annesine bakıyordu. Yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu; gitmek istemiyordu.
"Git kızım, abin çağırıyor," dedi Derya Hanım, sanki Civan’a güvenmiş gibi. Eğer başka birinin adı söylenseydi, kesinlikle göndermezdi. Ama oğluna güveniyordu, o yüzden razı olmuştu.
"Anne," diye mırıldandı Asmin. O kadar sessiz söyledi ki, sadece biz duyabilmiştik.
Derya Teyze derin bir nefes aldı, Asmin’i kolundan tutup kaldırırken, “Hadi kızım,” dedi.
Asmin yanımıza geldiğinde gözleri doğrudan bana döndü.
"Özür dilerim," dedim fısıldayarak. Sözlerim bir sır gibi ona ulaştı; kimse duymamıştı.
"Senin suçun değil," dedi Asmin. Ama bu onun söylediklerinden çok daha fazlasını ifade ediyordu. Yaşadıkları için abisini suçluyordu. Ama gerçek suçlu bendim.
Kendi kıskançlık krizime yenik düşmeseydim, bu olaylar hiç yaşanmayacaktı.
Adamın tok sesi yankılandı: "Buyurun hanımlar."
Şark odasının kapısındaydık. Bir an tereddüt ettim, fakat adam kapıyı hızla açtı. İçeri girdiğimizde, odadaki bütün bakışlar üzerimize çevrildi. Kafamı kaldırmaya cesaret edemiyordum. Bu kadar erkeğin ortasında ne işimiz vardı? Serhat, bizi neden buraya getirmişti?
Kafamı kaldırdığım an Civan’la göz göze geldim. Şaşkınlık ve öfke dolu bakışları beni delip geçiyordu. Burada olmamı beklemiyordu; bu kesinlikle Serhat’ın bir oyunuydu. Gözlerimi kaçırıp odaya şöyle bir baktım. Serhat kendinden emin bir şekilde oturuyordu, yüzünde bir zafer ifadesi vardı.
Sonunda o sessizliği bozan ses Serhat’ın oldu:
"Evet, Civan Ağa. Bacını mı vereceksin, bacımı mı? Seçimini yap!"
Şoktan neredeyse nefesim kesilecekti. Ne diyordu bu adam? Biz ne zamandan beri bir pazarlığın parçasıydık?
Donakalmış bir şekilde Civan’a baktım. Gözlerindeki öfke neredeyse bir fırtına gibi patlamak üzereydi. Serhat’a bakışı öldürücüydü.
Asmin, bu konuşulanları hemen anlamıştı, diye düşündüm. Yanımda sessizce ağlıyordu. Serhat’ı sevmiyordu ama bu durumda bile gururunu incitmemek için bir kelime etmedi.
Civan’ın soğuk ve kesin sesi odayı doldurdu
“Seni öldürürüm, Serhat.”
Kelimeler tehditten çok bir hüküm gibiydi.
Serhat aldırış etmeden ayağa kalktı. “Şartımız bu, Civan Ağa. Kardeşimi istiyorsan, bacını vereceksin.”
Odada buz gibi bir sessizlik vardı. Gözüm babamla Ferhan Abime kaydı. Onlar bile bu kadar ileri gidileceğini tahmin etmiyorlardı.
“Civan Ağa, iki kız da burada. Ya Aslanbaşlar'ı kızını vereceksiniz ya da kardeşinizi Serhat’a,” dedi yaşlı bir adam.
Bütün bu olanlara inanamıyordum. Aklım paramparça olmuştu. Serhat’ın neden Asmin’i istediğini sorgularken, birden her şeyin farkına vardım. Civan Asmin’i almazsa, beni kolaylıkla alabileceti.
Serhat’ın amacı buydu. Annem bu durumu asla kabul etmezdi. Ama şimdi her şey kontrolden çıkmıştı.
Civan’ın bakışları önce bana, sonra Asmin’e döndü. Gözlerinde hem kararlılık hem de hüzün vardı. Asmin başını eğdi, yüzü utançtan kızarmıştı.
“Kardeşimi de vermem, kadınım olacak kadını da vermem!” diye bağırdı Civan.
Sözleri odada yankılandı. Bu adam ikimizden birini tercih etmek zorundaydı. Ama kimse pes etmiyordu.
Serhat ayağa kalktı ve yanıma geldi. Tam kolumu tutacakken Civan bir anda elini yakalayıp sert bir yumruk savurdu. Serhat yere sendeledi. Çığlık atmaktan kendimi alamadım.
“Bir daha ona dokunmayacaksın! Anladın mı?” diye bağırdı Civan.
Serhat, dudak kenarından sızan kanı silerken, bir anda silahını çıkardı ve Civan’a doğrulttu. O anda nefesim kesildi. Serhat'ın, Civan'ın alnına nişan alışı herkesi korkutmuştu.
Yaşlı bir adam öne çıktı: “Silahını indir, Serhat. Burada liderine silah çekmek ölüm fermanını yazmaktır!”
Ama Serhat, Civan’a hala meydan okuyordu.
“Civan Ağa, bacımı ver!” dedi dişlerinin arasından.
Civan dişlerini sıkarak, “Onu benden kimse alamaz!” diye haykırdı.
Ardından başka bir adam araya girdi
“Civan haklıdır. Aslanbaşların kızı artık onun namusudur. Ama bu iş daha fazla uzatılmasın. Asmin, Serhat’la evlensin.”
Bütün dünya başıma yıkılmış gibiydi. Hiçbirimiz bu kadarını hak etmemiştik. Özellikle Asmin…
Bir süre sessiz kaldı herkes. Düşünüyorlardı.
Sessizliği Asmin’in sesi bozdu
“Ben evlenirim.”
Şaşkınlıkla ona döndüm. “Asmin, hayır!” diye bağırdı Civan. Ama o kararlıydı.
“Abim için evlenirim. Aslanbaşların oğluyla.”
Civan öfkeyle yumruğunu sıktı ama o an çaresizliğini ilk kez bu kadar belli etti.
Sonunda yaşlı adam tekrar konuştu:
“Kararın nedir, Civan Ağa? Kabul ediyor musun?”
Civan gözlerini kapattı, yüzündeki acıyı gizleyemiyordu. İlk defa bu kadar zor durumda kalmış gibiydi. Tüm yolları kapanmıştı. Başka çaresi yoktu ki. Beni de vermiyordu Asmin'i de bırakmıyordu.
Bir süre sessiz kaldı ve sonra, boğuk bir sesle “Kabul ediyorum,” dedi.
Bu söz, Asmin’in kaderini mühürlemişti.
Yaşlı adam başını salladı: “O zaman yarın Berin’in ve Civan’ın imam nikahı kıyılsın. Ardından Serhat ve Asmin’in de nikahı yapılır. Resmi işlemleri de siz halledersiniz.”
Asmin gözlerimin önünde kendini bizim için feda etmişti. Civan’ın gözlerindeki çaresizliği hiçbir zaman unutamayacaktım. Ama en kötüsü, artık bu oyunda hiçbirimizin kendi kaderine hükmedemediğini biliyordum. Bütün taşlar şimdi değişmişti. Biz iki düşman aile şimdi akraba oluyorduk.