Gözlerim yavaşça açılırken, başımda hafif bir ağırlık hissettim. Karanlık dağılmaya başlarken, saçlarımın arasında yavaşça gezinen bir elin varlığını fark ettim. Parmakların sıcaklığı tanıdık ama yabancıydı; her dokunuşla, nerede olduğumu ve neler olduğunu anlamaya çalıştım. Nefesim düzensizleşirken, gözlerimi tamamen açtığımda yanında oturan kişiyi gördüm.
Civan yanı başımda oturmuş, elleri saçlarımda dolaşıyordu. O an her şeyi unutup hızla yerimden doğruldum. Ancak ani kalkışım, kalbimin biraz üstünde keskin bir ağrıya yol açtı. Ağzımdan istemsizce bir "Ahh" inlemesi kaçtı, acı tüm vücuduma yayıldı.
"Berin, dur!" dedi Civan endişeyle. Sesiyle birlikte anın ağırlığı yeniden üzerime çöktü. Ağrının verdiği etkiyle yerimde kalakaldım, yüzümü acıyla buruştururken, her şey yeniden üzerime çullandı.
Durduğum anda acı biraz hafifler gibi olmuştu, ama her şey yavaş yavaş zihnime doluyordu. Hatıralar bulanıktı, ama kurşunu tam hedefleyemediğim anı net bir şekilde hatırladığımda, içimden kendime lanet ettim.
Eğer o an son bir saniyede tereddüt etmeseydim, şu an her şey bitmiş, tüm acılar son bulmuş olacaktı. Ama bitmemişti... Yaşıyordum, nefes alıyordum, ve bu gerçekle yüzleşmek her şeyden daha acı vericiydi.
Sonra farkına vardım, daha büyük bir şey vardı. Civan... Buradaydı, hem de yanı başımda. Onun elleri hala saçlarımın arasında dolanıyordu. O an donakaldım.
Civan... En son ne zaman görmüştüm onu? Aylar mı olmuştu? Zaman o kadar uzun geçmişti ki, belki de geçmişte bir rüya gibi kalmıştı ama şimdi, şu anda, yanı başımdaydı.
Gerçekten buradaydı. Her şey bitti sandığım bir anda, onu tekrar görmek... Beni yeniden karmakarışık bir duygular fırtınasının ortasına savurdu.
"Neden buradasın?" demek istedim ama kelimeler boğazıma düğümlendi. Düşman aileler, kaybolan hayatlar, geçmişin acıları... Tüm bunlar aklımda dönüp dururken, nasıl şimdi, burada, bu şekilde yüz yüze gelebilirdik?
Sadece onu görmek bile yetmişti; kalbimdeki sızı, yarım bıraktığım acının yerini aldı.
Tüm cesaretimi toplayarak ona döndüm. Karşımda duran adamın siyaha çalan gözleri, her zamanki sert çehresiyle bana endişeyle bakıyordu. Gözlerinde o bildiğim, alışkın olduğum sertlik yoktu, sanki ardında saklamaya çalıştığı bir şeyler vardı. Yüzünü incelemeye başladım; gözleri, kaşları, yüz hatlarına tezat oluşturan küçük burnu ve düzgün sakalları...
Her bir detayını, sanki yıllardır görmemişim gibi, hızla hafızama kazımaya çalışıyordum. Doyamıyordum ona bakmaya. Sanki zaman onun lehine işlemişti, en son gördüğümden beri daha da yakışıklı olmuştu.
Ama bir şey daha vardı. Onun da gözleri üzerimdeydi, fark etmemek mümkün değildi. Bakışlarını benden ayıramıyordu, sanki yıllardır beklediği bir anı yaşıyormuş gibi. İkimiz de birbirimize bakıyor, ama hiçbir şey söylemiyorduk.
Sessizlik ağırdı, ama aynı zamanda konuşmaktan daha anlamlıydı. Bu bakışmalar, aramızda kalan o kopmayan bağın sessiz tanıkları gibiydi.
Sonra aklıma onun bir başka kadına ait olduğu düşüncesi doldu. Hızla bakışlarımı ondan çektim. Yanlıştı yaptığım. Ben böyle biri değildim. Başkasına ait olacak bir adama bu şekilde bakamazdım.
Tam o sırada Civan, derin bir nefes alarak adımı söyledi:
"Berin."
Sesindeki yorgunluğu hissedebiliyordum. Dönüp de bakmadım. Ama gerçekten burada ne işim olduğunu da merak ediyordum. Buraya nasıl ve neden gelmiştim?
Bir anda koluma dokundu ve anlamadığım bir şekilde beni kendine doğru çevirdi.
"Bana bak," dedi, sert bir sesle.
Gözlerimi korkusuzca onun gözlerine kaldırdım. Ama uzun süre bakamıyordum. Fazla fazla bakarsam dayanamayacağımı, kollarına atılıp hıçkıra hıçkıra ağlayacağımı biliyordum. Neredeyse üç yıldır görmediğim adam karşımdaydı. Gerçek, canlı bir şekilde...
"Ne işim var benim burada?" dedim sert ve duygusuz bir sesle. Ona olan sinirimi gizleyemiyordum. Başka biriyle evlenecekti, beni nasıl bırakmıştı?
"Ne işin mi var?" dedi bir anda parlayarak. "Nasıl böyle bir şey yaparsın? Lan sen ne demek canına kıymak?!"
Bu adam, her zaman olduğu gibi çabucak sinirleniyordu. Kabul etmeliyim ki benim için korkması hoşuma gitmişti yine de.
"Seni ilgilendirecek bir durum yoktu ortada, Civan Ağa," dedim dik bir başlıkla.
Başını iki yana salladı, siniri yüzünden okunuyordu.
"Başlarım şimdi ağana! Nasıl canına kıymaya kalkarsın? Ben gelmeseydim ne olacaktı? Hiç mi düşünmüyorsun bunu?!"
Civan'la tartışmak dünyanın en yorucu işiydi. Ona nasıl laf anlatacağımı bilmiyordum. “Senin yüzünden,” diyemezdim elbette.
"Nasıl buldun beni?" diye sordum sakin bir sesle, konuyu değiştirerek.
Gözlerimiz birbirinden ayrılmıyordu. İkimizin de gözlerinde öfke vardı. O, beni kaybetme korkusuyla sinirliydi; ben ise onun bir başkasıyla nişanlanacak olması düşüncesiyle. İşte böyle dengesizdik.
"Zeynep arayıp haber verdi," dedi Civan sonunda. "İyi ki de verdi. Yoksa kim bilir ne halde olurdun şimdi. Düşündükçe bile sinirlerime hakim olamıyorum!"
Ah, o Zeynep! Bütün bunlar onun yüzündendi. Böyle bir şey yapacağımı tahmin etmiş, ama bizimkilere bir şey söylemek yerine Civan’ı aramayı seçmişti. Başka nasıl olurdu ki? Yıllar sonra Civan’la konuşması başka nasıl açıklanabilirdi?
"Ya sana ne? Sana ne?! Niye geldin buraya? Ne güzel ölüp gidecektim işte!" diye bağırdım.
"Lan ne ölmesi? Çıldırma beni! Bir daha o kelimeyi ağzına almayacaksın, yoksa..." dedi sinirle ve derin bir nefes aldı.
"Yoksa ne?" dedim ben de aynı sinirle.
Civan bir adım bana yaklaştı, gözlerindeki öfkeyi okumak mümkündü. Ardından sesi daha kısık ama kararlı bir şekilde konuştu:
"O güzel dudaklarını kanatana kadar öperim."
Sözleriyle bir an yutkundum. Şerefsiz beni tahrik etmeye çalışıyordu, bunu biliyordum. Ama hemen teslim olacak değildim tabii ki.
"Sen git karın olacak kadının dudaklarını kanat, Civan Ağa," dedim sinirle. Tam o anda zihnimde Civan ve o kadının müstehcen bir görüntüsü belirdi. Sanki gerçekten öyle bir şey olmuş gibi düşündüm. Bu hayal bile midemi bulandırdı. Gözlerim doldu istemsizce.
"Bunun için miydi?" dedi Civan, sonunda anlamış gibi bir sesle. "Bu yüzden mi kendini öldürmek istedin?"
Bu soru beni daha da savunmasız hale getirdi. Gözlerimden bir damla yaş yanağıma doğru süzüldü. Yıllar sonra beni bu hale sokan adam oydu işte.
"Evet," dedim kabullenmişlikle. Artık inkâr etmenin anlamı yoktu.
Etrafıma göz attığımda, ahşap mobilyalarla döşenmiş bir odada olduğumuzu fark ettim. Petrol mavisi olan yatağın içinde ikimiz oturuyorduk.
Aniden, beklemediğim bir şekilde ayağa kalktı. Hemen yanı başımızda bulunan komodinin üzerindeki gece lambasını yere fırlattı.
"Kafayı mı yedin, sen nasıl yaparsın bunu?" dedi, sinirle. Gözlerinin içine baktığımda, gözlerinin içinin kanlandığını fark ettim. Bu kadar sinirlenecek ne vardı ki? Hem dışarıya baktığımda, aydınlık olduğunu gördüm.
Dün akşam saatlerinde gitmiştim, şimdi ise sabahtı. Yani ben dün geceden beri burada mıydım? Allah kahretsin, bizimkilere ne demişlerdi acaba?
Cevap veremedim, umursamadım bile. Cevap vermek zorunda değildim.
"Cevap ver!" dedi, yeniden yatağa çıktı.
Beklemediğim şekilde, üstüme doğru geldi. Yerime sinmiştim, hareket edemedim bile. Zaten eğik bir şekilde duruyordum. Nazikçe yatağa yatırdı ve üstüme çıktı. Yatakta emekliyordu bu adam. Ne yapıyorsun diye titrek bir şekilde sordum.
"Sana bana cevap ver dedim, değil mi?" diye sordu, dişleri arasında.
Yüzünü de iyice yüzüme yaklaştırmıştı. Öpecek miydi yoksa beni? "Tövbe tövbe..." diye geçirdim içimden.
Tam dudaklarıma yakın bir yerde durdu.
"Sanane," dedim, geri durmayarak. Kafamı ona biraz daha kaldırdım ve bu hareketimle dudaklarımız birbirine temas etti.
Titrek bir nefes aldım. Niye yapmıştım ben şimdi? Bu dudakların tadını özlediğim kadar şu an hiçbir şeyi özlediğimi sanmıyordum.
"Bana ne?" dedi, sinirle gülerek ve dudaklarını dişledi. Ama dudaklarını çekmiyordu. Bari o çekseydi, korktuğumu falan sanacak. Ama çekmedikçe, ben de geri çekilmedim.
"Sen... bana aitsin," dedi her kelimesini birer yemin gibi söylerken, ve sonra ağzını ağzıma yapıştırıp, bütün dudaklarımı aldı. Bu herif öpüşmüyordu, ağzımı alıp sanki vakumluyordu. Ben de onu öpmek istiyordum ama yapamazdım işte.
Sonra alt dudağımı ağzının içine aldı ve emip ısırdı. Kısıkça inledim. Bu bir uyarı gibiydi. Sonra yalayıp, arada mesafe bırakmaya çalışarak dudaklarını ayırdı.
"Karşılık ver bana," dedi.
Veremezdim, vermezdim. Başka bir kadın vardı arada. Kendime gelmiş gibi, onu itmeye çalıştım üstümden. Yarası olmayan kolumu kullanarak, biraz da olsa onu itmeye çalıştım ama tabii hiçbir etkisi olmadı. Bu dağ ayısına.
"Kalk üstümden," dedim sinirle.
Sinirli bir nefes alıp kalktı üstümden.
Hızla kendimi doğruldum, az kalsın büyük bir kaza çıkacaktı elimizden.
"O kadın..." diye sordum, derin bir nefes alarak. Zaten çok uzaklaşmamıştı, hemen yanı başımda oturuyordu. Ben konuştukça bakışları bana döndü.
"Evlenecek misiniz?" diye sordum, boğazım düğüm düğüm olmuştu.
Ama sessiz kaldı, cevap vermedi. Dudaklarıma buruk bir tebessüm yerleşti. Az önce bana "Aitsin" derken, kendisinin başka bir kadına ait olduğunu unutmuştu belli ki...
"Az önce benim sana ait olduğumu söylerken, kendinin kime ait olduğunu unuttun mu?" diye sordum, sesim buruk çıkıyordu.
Bağırmıyordum, sesim içime kaçmış gibiydi. Asla mutlu olamayacağımı kabullenmiştim artık.
"Onu istemeye gitmedik, olmadı öyle bir şey," dedi. Bu iyi bir şey miydi? Hiç sanmıyordum. Sonuçta, bu konu artık gündemdeydi. Bugün ya da yarın her şey açıklığa kavuşacaktı.
"Benim yüzümden mi?" diye sordum. Muhtemelen benim için gelmişti ve bu yüzden de istemeye gidememişlerdi.
"Saçmalama," dedi hemen. Suçlamıyordu beni ama ben öyle olduğunu biliyordum.
Konuşulacak bir şey kalmamıştı artık. Gitmem gerekiyordu.
"Gitmek istiyorum," dedim ona dönerek.
"Gidemezsin," dedi, kararlılıkla.
Kaşlarımı çatmıştım, istemsizce. "Sebep?" diye sordum, ciddi bir surat ifadesiyle.
"Çünkü herkes bizim kaçtığımızı düşünüyor," dedi.
Söylediği kelimeler kulaklarımda çınlıyordu. Ne diyordu bu adam? Ne demek kaçmak? Ne saçmalıyordu?
"Ne saçmalıyorsun sen, ne kaçması?" diye sordum. Umarım şaka yapıyordur, umarım böyle bir şey yoktu.
"Diyorum ki, ben dün seni kucağımda taşırken birileri görmüş, kaçtığımızı düşünmüşler. 'Civan Ağa, Şerif Ağa'nın torunu kaçırmış' diyorlar, daha sayayım mı?" diye söyledi, sinirle.
Ama ben donmuş bir şekilde ona bakıyordum.
Civan’a bakarak, “Ne yaptın sen? Ne yapacağım ben?” diye sordum korkuyla.
Gözlerimden yaşlar boşalmaya başlamıştı bile. Böyle bir şeyin sonu kötü olacaktı, biliyordum. Düşman ailelerin çocuklarıydık biz. Ne yapacaktım ben şimdi?
Ailem bir daha yüzüme bile bakmazdı. Hem Civan, hem de ben, her şeyin bu noktaya gelmesine sebep olmuştuk. Bu yükü nasıl kaldıracaktım?
Bütün bedeni titreşiyordu, sanki her an çökecekmişim gibi hissediyordum. İçimde bir boşluk, bir korku, bir çıkışsızlık vardı. Civan’ın söylediklerini, "Kaçtığımızı düşünüyorlar" sözlerini kafamda dönüp duruyordu. Bu, bizim için bir felaketti. Ailem ne diyecekti? Babam, annem... Ne olacaktı şimdi?