Aşağı indiğimde konağın avlusunda herkes toplanmıştı. Ağzımı açıp konuşmadan önce, sokağa doğru yoğun bir fren sesi geldi. Araba sayısı fazlaydı, hatta oldukça fazla. Babaanem heyecanla, " geldiler," dedi. Gözlerimi devirdim, tabi kimse fark etmemişti. Beni mi istemeye gelmişlerdi onu mu belli değildi. Yüzüm donmuştu, bu gece gülmeyecek, sadece susacaktım.
Babam hemen yanına çağırdı.
"Kızım, gel hele yanıma," dedi. Ağır adımlarla yanına doğru ilerledim.
"Bir saygısızlık yapma, misafirlere," dedi. Haklıydı, adam, ters tepki vermemden korkuyordu. "Rezil oluruz" korkusu vardı.
"Ben bir şey yapmam, siz de uygun bir dille gönderirsiniz misafirlerinizi," dedim, imalı bir şekilde. Babam sabırla gözlerini yumdu. Asıl istemediğim bir şey olduğunda, onlar görecekti neler yapacağımı. Bu konağı hepsinin başına yıkardım. Babam bir şey söylemedi, ben de annemle Zeynep'in yanına geçtim.
Zeynep kulağıma eğilip, "Çok güzel olmuşsun abla," dedi samimiyetle.
"Sen de öyle," dedim, gülümseyerek. Zeynep geri çekildi. Tam o anda korumalar konağın kapılarını açtı.
"Torunum, haydi gel," dedi dedem, ve onun yanına geçtim. Gelenlerin ellerini öpüp hoş geldin diyecektim. El öpmekten ne kadar nefret etsem de, gelenekti. Biz biraz öne çıktık, diğerleri arkamızda kalmıştı. İçeri ilk önce dedem yaşında bir adam girdi, yaşlı bir adam.
"Selamün aleyküm," dedi hepimize hitaben. Hep birlikte "aleyküm selam" dedik.
Sonra dedem, "Mehmet Ağa, bi xêr hatî," dedi Kürtçe ve elini uzattı. Adının Mehmet olduğunu öğrendiğim adam, "Spas dikim Şerif Ağa," dedi ve elini uzattı.
Babamla da aynı şekilde tokalaştı. Ben de adamın elini öpüp, "Hoş geldiniz," dedim. Mehmet Ağa'nın karısı, oğulları, gelinleri... Beni isteyecekleri olan Adar Ağa'nın annesi, babası derken hepsiyle tanışıp, elini öpüp selamlaştım.
Derken, en sonda heybetli bir beden içeri girdi. Yakışıklıydı, vesselam ama Civan kadar değildi tabii. Uzun boyuyla ve elindeki çiçeklerle geldi, dibimde durdu. Bizimkiler misafirlerle yukarı çıktı. Çikolatayı da kız kardeşi elime vermişti, ben de Zeynep'e verip kaldırsın diye söyledim.
Adar Ağa bana doğru yaklaşırken, gözlerimi devirdim. Aptal, bir de çiçek almış. Çok meraklıyım ben de zaten.
"Hoş geldin Adar Ağa," dedim kinayeli bir şekilde.
"Hoş bulduk, Berin Hanım," dedi, yüzündeki gülümseme ile. Elindeki çiçekleri kafasında parçalama fikri aklımdan geçti...
"Buyur, yukarı geç," dedim.
"Eyvallah," dedi ve çiçekleri elime tutuştu, sonra yukarı çıktı. Sanki elime bir ateş parçası vermiş gibi, Zeynep'in eline verdim, o da o sırada bana imalı bir bakış atıyordu.
"Al şunları götür, o gözlerini de oyacağım," dedim. İki dakikada, hayranı olduğum çiçeklerden nefret ettirmişti. Kırmızı gül getirmişti; hâlbuki Civan olsa, papatyaları ne kadar sevdiğimi bilirdi.
Zeynep çiçekleri üst kata çıkardı. Umarım, benim odama götürmezdi. O çiçeklerle boğardım onu. Biz de mutfağa gittik. Çalışanlar çay hazırlıyordu. İlk önce çaylar içilecek, en son ben kahveleri götürecektim. Bu kadar kişiye nasıl kahve götüreceğim, gerçekten muamma.
Münevver teyze tatlıları tabaklara koyuyordu, ben de ona yardım etmeye başladım.
"Kızım, sen geç otur, ben hallederim," dedi ama dinlemedim.
"Elime mi yapışır, Münevver teyze?" dedim. Zeliha abla bardakları hazırlıyordu, biri çay yapıyordu. Koşuşturma içerde yoğun bir şekilde devam ediyordu. Allah'tan mutfak büyüktü.
Tatlıları hazırladıktan sonra abim aşağı inip onları aldı ve yukarı çıktı. Tatlıları o dağıttı. Geriye kalanları da kızlar yukarı çıkardı. Ama her şeyi abimler dağıttı, genç kızlar için o kadar kalabalık bir ortamda dolaşmak uygun değildi. Ben de hiç yukarı çıkmamıştım.
Zerya da aşağı indiğinde:
"Hanımım, Adar Ağa çok yakışıklıymış ha," dedi.
"Zerya," dedim, ürkütücü bir tonda uyarı ile. Anında korkup geri çekildi. Ben neyle uğraşıyordum, bunlar neyle uğraşıyordu?
Kesinlikle Civan beni istemeye geldiklerini de duymuştu. Benim tanıdığım Civan, böyle bir şey olsa, yeri göğü inletirdi. Güçlü bir aşiret oldukları için beni onlara verme ihtimalleri de yüksekti.
Ama işte dediğim gibi, benim tanıdığım Civan artık değişmişti. Evleniyordu. Aklıma gelenle derin bir nefes aldım. Bu telaş arasında bir an aklımdan çıkmıştı. Ana, hemen ilk boşluğumda beynimdeki damarlar arasında bu acı tekrar kol göstermişti.
Aradan bir saat ya da yarım saat geçmişti ki annem mutfağa girdi. Biz Zeynep ve Zeliha’yla birlikte oturmuş, kahveler üzerine konuşuyorduk. Annemin gözleri direkt gözlerime kilitlendi.
“Berin, hadi kalk kahveleri hazırla,” dedi, gözleriyle de işaret ederek. Oflayarak ayağa kalktım, ama içimden bir isyan dalgası yükseliyordu. Bütün kahveleri tabii ki ben yapmayacaktım. Zelihalar büyük bir cezvede yaparken, ben de bir diğerini hazırlamaya başladım.
İlk tepsiyi ben götürecektim, sonra diğerlerini. Neyse ki annem insafa gelmişti; ikinci tepsiyi Zeynep, üçüncüyü Zeliha taşıyacaktı. Ama yine de sinirlenmeden edemiyordum. Bu kadar kalabalık bir grup getirmelerine ne gerek vardı? Bu kadar mı emindiler beni onlara vereceklerinden?
Kahveleri hazırlarken Zeynep yanımda sinsice gülümseyerek,
“Abla, Adar Ağa’nın kahvesine tuz koyalım mı?” dedi.
Sinirle ona döndüm,
“O tuzlu kahveyi sana içiririm, Zeynep,” dedim. Zaten istemediğim bir şeydi, bir de tuz koyup durumu iyice karıştıramazdım.
Son kahveyi hazırladıktan sonra tepsiyi elime alıp hızla döndüm.
“Hadi alın şu tepsileri, peşimden gelin de bitsin bu gece,” dedim sesimi yükselterek.
Bu kadar sinirli olmam onları harekete geçirdi, anında korkuyla tepsilere sarıldılar ve üst kata, şark köşesine doğru ilerledik.
Ben dedem, babam, babaannem ve annem dahil birkaç kişinin kahvelerini dağıttım. Tepside tek bir fincan kalmıştı: Adar Ağa’nın kahvesi. Adamın oturduğu yere doğru yöneldiğimde, gözlerindeki aleni beğeniyi fark ettim. Sanki üzerimde gezinen bakışlarıyla beni süzüyor, her adımımı büyük bir ilgiyle seyrediyordu. İçimden derin bir nefes aldım, sabırlı olmaya çalışıyordum.
Tepsiyi önüne tuttum, o ise fincanı alıp sehpanın üstüne koydu.
“Eline sağlık,” dedi, dudaklarında sinir bozucu bir tebessümle.
Dudaklarımı hafifçe kıpırdatarak, “Zıkkım olsun,” diye mırıldandım. Bunu anlamış olmalıydı çünkü yüzündeki gülümseme iyice büyüdü. Herkesin içinde daha fazlasını söyleyemezdim. Bu yüzden, sahte bir nezaketle,
“Afiyet olsun, Adar Ağa,” dedim, sesime ince bir kinaye katarak.
O sırada Zeynep ve Zeliha da kahveleri dağıtmayı bitirmişti. Tepsiyi onlara verdim ve çıkmalarını işaret ettim. Onlar çıktıktan sonra, şark köşesinde bir anda ayakta tek başıma kaldım.
Annem gözleriyle yanını işaret etti, hemen yanına geçip oturdum. Herkes kahvelerini yudumluyordu, ortamda garip bir sessizlik vardı. Tam her şey yoluna girdi derken, Adar Ağa'nın dedesi boğuk sesiyle konuşmaya başladı.
En korktuğum an geliyordu işte.
“Yedik içtik, Şerif Ağa. Şimdi asıl sebebimize gelelim,” dedi, Kürtçe bir şekilde. Ardından tüm dikkatleri üzerine çeken cümleyi kurdu:
“Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile kızınız Berin’i torunum Adar’a istiyoruz.”
Bir an için nefesim kesilmiş gibiydi. Ya dedem, bunlara istediğimizi söylememiş miydi? Bu cevabın ağırlığını taşımaktan hiç mi korkmuyorlardı?
Dedem, sözlerinden önce gözlerini bana çevirdi. O istemediğimi biliyordu. Ancak odada farklı bir hava vardı. Babam ve amcalarım mutluydu; bu evliliği istedikleri yüzlerinden okunuyordu. Sadece abilerim sessiz kalmıştı, onların kimseye vermek istemediğini biliyordum.
Dedem derin bir nefes aldı, sesi kararlı ve sakin bir tona büründü:
“Mehmet Ağa, torunlarımın yeri benim için ayrıdır. Eğer torunum isteseydi, bu işe razı gelirdim. Ama torunum istemiyor. Ben, torunumu istemediği biriyle evlendirmem.”
Dedemin bu sözleri yüzümde fark edilmesi zor bir gülümsemeye yol açtı. İçimden, 'Aslan dedem benim!' diye geçirirken, gözlerim ona minnetle dolmuştu. Ama gözlerimi geri çevirdiğimde Adar Ağa ile göz göze geldim. O ise sinirden kasılmış gibiydi. Ne sanıyordu ki? Onunla evlenmek mi isteyeceğim?
Mehmet Ağa, yüzündeki gerilimi saklamadan konuştu:
“Torunun senin için kıymetlidir, anlarım. Ama bu aileleri birleştirirsek güçleniriz.”
Bu adamın derdi neydi? Ben bir proje miydim de üzerimden güçlenmek istiyordu? Dedem, Mehmet Ağa’nın bu inatçı tavrına daha fazla tahammül edemedi, sert bir sesle cevap verdi:
“Kusura bakma Mehmet Ağa. Bil ki torunum istemiyorsa, ben de istemem. Bizim yolumuz belli.”
Bu sözler, Mehmet Ağa’nın gururuna dokunmuştu. Gözlerinde tehditkar bir ifade belirdi ve hızla ayağa kalktı.
“Pişman olacaksınız, Şerif Ağa!” dedi, sesi çatallaşmıştı.
Dedem ise hiç geri adım atmıyordu. Hemen karşılık verdi:
“Biz pişman olmayız, Mehmet Ağa.”
O anda neye pişman olacağımızı anlamıyordum. Ortada pişman olunacak bir şey yoktu ki! Ama Mehmet Ağa’nın öfkesi her geçen saniye artıyordu. Çevresine sert bir bakış atarak ailesine dönüp bağırdı:
“De haydi, kalkın gidiyoruz!”
Ailesi de sinirle ayaklandı. Adar Ağa, bir kez daha bana döndü, gözlerindeki kızgınlık neredeyse alev gibiydi. Bana keskin bir bakış attı, ama bu bakışın içinde başka bir anlam da vardı: Hayal kırıklığı.
Hepsi hızlı adımlarla konağı terk etti. Arabalarına binip büyük bir gürültüyle konağın önünden uzaklaştılar. İçimden bir oh çekmeden edemedim. Oh olmuştu işte! Bu geceyi kazasız belasız atlattığım için hem mutluydum hem de rahatlamıştım.
Ah kızım, ah! Niye istemedin? Çok iyi bir aileydiler," dedi babam, bana yakınarak. Onlar gittikten sonra hepimiz kendimizi salona atmıştık. Kızlar bitap düşmüş, yengem de çocukları uyutmaya gitmişti. Salondaki hava ise hâlâ gerilim yüklüydü.
“Baba, görmedin mi adamları? Yok aileleri birleştireceğiz, yok şöyle yapacağız… Bunların amacı farklı. İyi ki de vermemişiz!” dedi Serhat abim, sinirle.
“Serhat haklıdır,” diye ekledi dedem. “Bu işte bir iş vardır.”
Benim cevap vermeme gerek kalmadan, düşündüklerimi onlar zaten dile getiriyordu. Haklıydılar, ama bu konuyu uzatmak istemiyordum. Zaten umurumda bile değildi artık.
"Ben uyuyacağım," dedim, yerimden kalkarak. Onların Adar Ağa hakkında daha fazla konuşmasına tahammülüm kalmamıştı.
"İyi geceler," dedim kısa bir sesle. Onlar da karşılık verdi, ama annem bana ters ters bakmayı ihmal etmedi. Belliydi, bu karar onu rahatsız etmişti.
Salondan ayrılıp odama çıktım. Bugün çok yorucu geçmişti; üst üste gelen olaylar beni zihnen ve bedenen tüketmişti. Hemen üzerimdekileri çıkarıp rahat bir pijama takımı giydim. Makyajımı temizledikten sonra kendimi yatağa attım.
Yorganın altına girip gözlerimi kapattığımda her şeyden soyutladım kendimi. O anda, yorgunluğun da etkisiyle derin bir uykuya daldım.
⭐
Aradan iki gün geçmişti ve bu iki gün bana bir ömür gibi gelmişti. Odamdan neredeyse hiç çıkmamıştım. Annem arada gelip gidiyor, Zeynep ise fırsat buldukça yanımda kalıyordu. Yemek yemeyi bile ancak Zeynep’in zoruyla kabul ediyordum. İştahım kalmamıştı ki zaten.
Bu iki günde bulduğum her fırsatta ağlamıştım. Son kez bu kadar ağladığımı, Civan’dan ayrıldığımızda hatırlıyordum. O gün de bugün gibi, annemin kararları hayatımı değiştirmişti.
Annem, "O adamla bir daha görüşmeyeceksin," demişti. Dinlemezdim belki, ama onu Civan’ın canıyla tehdit edince mecbur kalmıştım. Sevdiğimden kopmuştum. Şimdi o, başkasına ait olacaktı ve ben buna katlanamıyordum.
Hava kararmaya yaklaşıyordu. Bu gece her şeyin sonu olacaktı. Civan’ın başka birine söz verildiğini duymak istemiyordum. O an düşündüğüm tek şey, onun başka biriyle olacağına ölmenin daha iyi olduğuydu. Bu acıyla daha fazla yaşayamazdım.
Yatağımdan kalktım, banyoya gidip yüzümü yıkadım. Aynada gözlerime baktığımda tanıyamadım kendimi. Çökmüş, bitkin ve yorgun bir yüz vardı karşımda. Gözlerim kan çanağına dönmüştü. Ama bu bedenin, bu yüzün önemi kalmamıştı artık. Toprakla buluşacağı vakit yaklaşıyordu.
Banyodan çıktım, dolabımdan bir kot pantolon ve sweatshirt alıp giydim. Doğum günümde dedemin hediye ettiği silahı da dolabın arkasından çıkardım.
Silahı pantolonumun kenarına yerleştirirken Zeynep aniden içeri girdi. Kahretsin! Silahı görmüştü.
“Abla, o ne?” diye sordu titrek bir sesle. Gözlerindeki korku açıkça görülüyordu.
“Hiçbir şey,” dedim kısa bir cevapla ve hemen kapıdan çıktım. Ama arkamdan gelmeye devam etti.
“Abla, ne yapacaksın onunla?” dedi bu kez korku ve öfkeyle. Beni durdurmaya çalışıyordu. Kendime zarar vermekten korktuğunu anlamıştım.
“Zafran’la biraz gezeceğim,” dedim, inanmasını umut ederek. Şüpheyle baktı, ama cevap vermedi. Merdivenlerden hızla inip ahıra doğru yöneldim.
Zafran’ı hazırlayıp ahırdan çıkardım. Zeynep beni görmeden konağın arka kapısından geçtim. Kalbimde hem hüzün hem de bir huzur vardı. Zafran’ın sırtında, yavaşça Civan’la buluştuğumuz tepeye doğru ilerledim. Bu tepe, bizim aşkımızın doğduğu ve benim yalnızlığımı kabul edeceğim yerdi.
Tepenin zirvesine vardığımda Zafran’ı öptüm. Onu bir yere bağlamadım. Silah sesini duyduğu an kaçacağını biliyordum. O sadece bir at değil, benim sırdaşımdı. Bu vedalaşmayı hak ediyordu.
Ağacın altına oturdum. Eski anılar zihnimde canlanıyordu. Gözlerimi kapattığımda kahkahalarımızı duyar gibiydim. "Biz buraya aitiz," diye düşündüm. Ama artık bu anıların hiçbir anlamı yoktu.
Silahı elime aldım. "Berin" yazısını okşadım. Bu an, benim için her şeyin sonuydu. Yavaşça silahı kalbime doğrulttum.
Tam o anda, bir ses yankılandı tepede:
“Berin!”
Bu ses, tüm düşüncelerimi altüst etti. Ellerim titredi, silah elimden neredeyse kayıyordu. Tetiği çekmekten başka bir çarem olmadığını düşünüyordum, ama o ses beni durdurmuştu. Kurşun kalbimi hedeflerken elim istemsizce titredi, ve mermi başka bir yere isabet etti.
Acı bir yanma hissi vücudumu sardı. Dizlerimin üzerine çökerken, önümdeki dünyayı bulanık görmeye başladım. Sanki her şey ağır çekimdeydi. Beni çağıran ses bir kez daha yankılandı, bu kez daha yakından:
“Berin! Sakın gözlerini kapatma!”
Ama bu sözler çok geç gelmişti. Her şeyden önce, acının yerini garip bir rahatlama almıştı. Beni çağıran kişinin bana doğru koştuğunu görebiliyordum, ama kim olduğunu anlayamadan, karanlık beni içine çekti. Gözlerim yavaşça kapandı, kulaklarımda yankılanan son şey o panikle karışmış çaresiz ses oldu.