Ablası gittikten sonra, Zeynep yerine mıhlanmış gibiydi. Deli gibi korkuyordu, hem de nasıl. Ablasının canına kıyacağından korkuyordu. Bir zamanlar "enişte" diye takıldığı adam yüzünden ne hallere düşmüştü ablası.
Civan’ın ablası Berin’i ne kadar sevdiğini çok iyi biliyordu. Bakışları, bunu her zaman açıkça gösterirdi. Bir zamanlar düşman değillerdi, hatta oldukça yakındılar. Civan’ın nenesi, Berin’e her zaman “Gelinim olacaksın,” derdi.
Ablasının o zamanlar ne kadar mutlu olduğunu anımsıyordu. Ama bu ilişkiyi annesi, kendisi ve Civan’ın nenesi dışında kimse bilmiyordu. Eğer duyulursa sonuçları korkunç olurdu.
Şimdi ise ablası, Zeynep’in tahminine göre kendini öldürmeye gidiyordu. Zeynep’in bunu durdurmaya gücü yoktu, bunu biliyordu. Ama bir şey yapmazsa ablası sadece ölecekti.
Ailesinden birine söylese işler daha kötüye gidebilirdi. “Niye yaptın?” diye sorarlardı Berin’e, ama Berin cevap vermezdi ki. Üstelik ablasının nereye gittiğini de bilemezlerdi.
Tek çare, Civan’ı aramaktı. Zeynep, düşünmeden odasına koştu. Telefonunu eline aldığı gibi, yıllardır silmediği o kayıtlı numarayı çevirdi.
O sırada Civan Ağa ve ailesi, kız istemek için konakta son hazırlıkları yapıyordu. Birkaç dakika içinde yola çıkacaklardı. Ancak dışarıda kardeşleri ve arkadaşlarıyla sohbet eden Civan’ın telefonu çaldı. Telefonu çıkarıp ekrana baktığında, hiç beklemediği bir isim gördü. Kaşları çatıldı.
“Ne alaka?” diye düşündü. “Niye aradı bu kız beni? Berin’e mi bir şey oldu?” Kalbinde bir korku belirdi. Sevdiği kadına bir şey olacak diye düşünmeden edemedi. Üstelik birkaç gün önce o adamın Berin’i istemeye gittiğini öğrenmişti ve bu yüzden hâlâ sinirliydi.
Telefonu açtı ve diğerlerinden biraz uzaklaşarak bir köşeye geçti.
“Alo?” dedi tok ve sert bir sesle.
“Civan abi, yardım et!” dedi Zeynep ağlayarak. Hattın diğer ucundan gelen boğuk ses, adamın içini ürpertti.
“Zeynep, ne oldu? Berin mi? Bir şey mi oldu?” diye sordu panikle.
“Abi, ablam... Ablam silahı alıp gitti. Kendine zarar vermesinden korkuyorum!” dedi Zeynep, boğuk ve titrek bir sesle.
Civan’ın bedeni bir anda buz kesti. “Berin kendine kıyacak mı?!” diye düşündü. Ama Berin, silahını eline aldıysa boşa almazdı. Bunu çok iyi biliyordu.
“Kapat, Zeynep! Ben halledeceğim,” dedi kararlı bir sesle.
“Abi, ablama bir şey olmasın, ne olur! Kurtar onu!” dedi Zeynep, hıçkırıklarla.
Adam derin bir nefes aldı. “Tamam, merak etme,” dedi ve telefonu kapattı. Berin’in nereye gidebileceğini çok iyi biliyordu. Onun için özel olan o yere gitmiş olmalıydı. Adamın da her fırsatta uğradığı, anılarla dolu o yere.
Bu gece başka bir kadını istemeye gideceklerdi. Ama Civan’ın umurunda değildi. Sevdiği kadın, her şeyden ve herkesten daha önemliydi. Yapacağı evlilik ise sadece bir mecburiyetti.
Civan, sert bir adımla kardeşi Emrah’a yaklaştı.
“Benim bir işim çıktı, gidiyorum,” dedi.
Emrah şaşkınlıkla sordu, “Abi, nereye gidiyorsun? Çıkacağız şimdi!”
Civan, kardeşine sinirle döndü. “Siktirtme belanı, Emrah,” dedi ve yanındaki arabasına binip gaza bastı.
Yarım saat içinde o tepeye ulaştı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Dua etmekten başka yapacak bir şey yoktu. Araba, tepenin yamacında aniden durdu. Fren sesiyle birlikte, hemen ilerde Berin’in atını gördü.
Hiç beklemeden arabadan inip ata doğru koştu. Ama Berin’i göremedi. Gözleri etrafta dolanırken, az ileride, ağacın dibinde oturmuş, silahı kalbine doğrultmuş halde gördü onu.
“Berin!” diye haykırdı öyle ki kuşlar bile ürküp havalandı.
Kadın başını sesin geldiği yöne çevirdi, ama hiçbir şey görmeden, zaten beklediği gibi tetiği çekti.
Civan, ona doğru koşuyordu. Kurşunun kadının omzunu sıyırdığını görünce biraz olsun rahatladı. Ama Berin, kan kaybının etkisiyle bayılmıştı.
Hiç beklemeden yanına çöktü, kadın çok ciddi bir şekilde yaralanmamıştı. Ama onu kucağına aldığı anda, yıllar sonra sevdiği kadına dokunmanın özlemiyle, kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Berin’in yüzüne derin bir özlemle baktı. Kokusunu bile özlemişti…
Hızla arabaya yöneldi. Kadını dikkatlice arka koltuğa yatırdı. Kalbi hızla çarpıyor, düşünceleri darmadağındı. Arabayı çalıştırıp gaza bastığında, tek bir hedefi vardı: onu güvende tutabileceği en yakın yer, dağ evi.
Dağ evine vardığında, Baran ve doktor çoktan oradaydı. Baran’ın sessiz ama destek dolu bakışlarıyla birlikte doktor hemen işe koyuldu. Civan, gözlerini bir an bile Berin’den ayırmıyordu. Doktor kısa sürede pansumanı tamamladı.
“Kurşun omuzunu sıyırmış. Neyse ki ciddi bir yara değil. Ancak şok ve kan kaybı nedeniyle bayılmış,” dedi doktor, çantasını toplarken.
Civan derin bir nefes aldı, az da olsa rahatlamıştı. Berin’in yüzüne baktı, o an her şeyden ve herkesten daha önemliydi. Yanında olmalıydı, her ne olursa olsun.
Öte yanda Aslanbaş Konağı'nın kapısı, korumalar tarafından hızla açıldı.
O tepeye yakın oturan Aslanbaş aşiretinden biriydi, gördüklerinden hemen sonra Aslanbaş Konağı'na gelmişti.
“Şerif Ağam! Tahsin Ağam!” diye bağırdı orta yaşlarda bir adam, avlunun ortasında nefes nefese kalmış halde.
Konağın geniş salonunda oturanlar, bu sesi duyar duymaz yerlerinden fırladılar. Tahsin Ağa, ağır adımlarla yerinden kalkarken sinirle söylendi:
“Ne oluyor lan yine?!”
Büyük oğlu Ferhan ise hepsinden önce dışarı çıktı. Bu konakta olaylar hiç bitmiyordu. Balkonun demir korkuluklarından aşağı bakan Ferhan, avluda bağıran adamı görünce kaşlarını çattı. Diğerleri de onun peşinden çıkmıştı.
Tahsin Ağa, balkonun başına geçip seslendi:
“De hele Cemşit! Bağırma! Ne diye gelmişsin buraya?”
Cemşit, ellerini iki yana açıp, korkuyla cevap verdi:
“Ağam, büyük kızınızı... Civan Ağa kaçırdı!”
Bu sözlerin ardından konağın avlusunda bir anda sessizlik hâkim oldu. Herkes şaşkınlık içinde donup kaldı.
“Ne diyorsun lan sen?! Öldürürüm seni!” diye kükreyerek aşağı indi Serhat. Yüzünde öfkenin kızgın ateşi vardı. Dişlerini sıkarak, belindeki silaha elini attı.
Alt kata inen Serhat, avludaki adamın üzerine atılıp yakasına yapıştı:
“Bacımın adını bir daha ağzına alırsan gebertirim seni!” diye bağırdı.
Ferhan, sakin ama sert bir sesle müdahale etti:
“Serhat, çekil! Adam ne diyecek, bir dinleyelim!”
Serhat ilk başta abisinin sözünü dinlemek istemedi, ama dedesi Şerif Ağa’nın boğuk sesiyle irkildi:
“Serhat! Çekil dedim!”
Serhat, dedesine saygısızlık etmek istemediği için dişlerini sıkarak adamı bıraktı ve geri çekildi. Şerif Ağa, göğsüne bastırarak avluya indi. Yaşlı bedenine rağmen gözlerindeki ağırlık hiç kaybolmamıştı.
“De bakalım Cemşit,” dedi Şerif Ağa, zorlukla konuşarak. “Doğru düzgün anlat şimdi ne gördün?”
Cemşit, ellerini ovuşturdu, başını eğdi:
“Ağam, biz çobanla koyunları arıyorduk. O tepeye doğru gitmiştik. Daha varamadan... Civan Ağa’nın torununuzu kucağında taşıdığını gördük. Arabasına bindirdi, hızla gitti. Ben de hemen haber vereyim dedim.”
Serhat’ın damarları öfkeyle kabarmıştı. Belinden silahını çekerek bağırdı:
“Öldüreceğim lan o iti! Bacımı kaçıracak ha?!”
Şerif Ağa, Serhat’ın bu çıkışıyla iyice gerilmişti. Eli bir anda göğsüne gitti. Birkaç adım geriledi, nefesi kesilmiş gibiydi. Kalbinin artık bu olaylara dayanacak gücü kalmamıştı.
Avludaki kadınlar da olanları izlerken korku içindeydiler. Hiçbiri bu duruma müdahale edemiyor, bir köşeye çekilmiş, ne olacağını endişeyle bekliyorlardı. Zeynep, olanları az çok biliyordu ama korkudan tek kelime edemiyordu. Annesi Alya ise bambaşka bir düşünceye kapılmıştı; Berin’in kendi isteğiyle Civan’a kaçtığını sanıyordu. Damarlarında öfke kol geziyor, bu düşünceyle neredeyse deliye dönüyordu.
Alya Hanım, bir anda Zeynep’in kolunu sertçe tuttu ve köşeye çekti.
“Bir şey biliyor musun sen?!” diye sordu, sesi kısık ama öfkeyle doluydu.
Zeynep korkuyla gözlerini kaçırarak cevap verdi:
“Anne... Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum,” dedi kesik kesik, neredeyse ağlamaklı bir halde.
Alya Hanım kızını sert bir bakışla süzdü ve kolunu bıraktı. Zeynep’in söylediğine inanmamıştı ama şu an yapabileceği başka bir şey yoktu. Öfkesini içine gömmek zorunda kaldı.
O sırada Tahsin, babasının halini fark etti. Şerif Ağa’nın ayakta duracak hâli kalmamıştı. Gözleri bulanıklaşmış, bir eli göğsüne gidip geliyordu. Tahsin hemen bağırdı:
“Baba! Baba iyi misin?”
Tahsin Ağa, hızla babasının koluna girdi ve onu avludaki sedirlere doğru yönlendirdi. Şerif Ağa, zorlukla konuşarak:
“İyiyim oğul... Meraklanma,” dedi, ama Tahsin onu dinlemedi.
Diğerleri de Şerif Ağa’nın durumunu fark etmişti. Serhat hemen öne çıkarak abisine talimat verdi:
“Doktor çağır, çabuk!”
Ferhan hızla doktoru aramak için içeri girerken, Serhat bir anda arada kalmış gibiydi. Dedesiyle mi ilgilenecekti, yoksa kız kardeşini mi bulacaktı? Öfkesi ve çaresizliği arasında sıkışıp kalmıştı.
Şerif Ağa, derin bir nefes alarak sesini toparlamaya çalıştı. Gözlerindeki ağırlıkla torununa döndü ve net bir şekilde konuştu:
“Serhat, adamları topla! Git... Torunumu bulmadan dönme bu eve!”
Serhat, dedesinin bu sözleriyle harekete geçti. Hemen adamlara talimat verdi, hepsi arabalarına dağılıp hızla Yıldıran Konağı’na doğru yola çıktılar.
Yıldıran Konağı'nda da öfke fırtınası esiyordu. Bu gece oğulları için kız istemeye gitmeleri gerekiyordu, fakat Civan ortada yoktu. Konağın avlusunda dolaşan Ali Ağa, adeta delirmiş gibiydi. Yüzünde öfkeyle karışık bir endişe vardı.
“Nereye gitti bu adam?!" diye bağırdı, sert bakışlarını oğlu Emrah’a çevirerek.
“Baba, bilmiyorum,” diye karşılık verdi Emrah, omuzlarını silkerek. “Acil bir işim var dedi, çıktı gitti!”
Ali Ağa, oğlunun bu umursamaz tavrına iyice sinirlendi. “Bu gece düğün sözü vereceğimiz gecede bu yaptığına bak!” dedi, eli belindeki kuşağına giderken. Annesi Derya Hanım ise sessizce olanları izliyordu. O da Civan’ın bu hareketine şaşkındı. Ablasının kızını gelin olarak getirecekleri gece oğlunun böyle bir sorumsuzluk yapmasına anlam veremiyordu.
Dışarıdan gelen bir silah sesi, konağın atmosferini bir anda değiştirdi. Herkes kulak kesildi, korkuyla birbirine baktı. Ardından sokaktan yükselen tok bir ses avluda yankılandı:
“Yıldıranlar!”
Baba Ali önde olmak üzere, kadınlar ve erkekler hep birlikte dışarı fırladı. Hava tamamen kararmış, Yıldıran Konağı’nın önünde gerilim yükselmişti. Sokakta, Aslanbaş aşiretini’nin adamları ellerinde silahlarla duruyordu. En önde, gözleri alev alev yanan Serhat vardı. Silahını doğrultmuş, öfkesinden neredeyse delirmiş bir halde Ali Ağa’ya bağırıyordu:
“Kızım nerede Ali?!”
Ali Ağa, gözlerini kıstı. Ne dediğini anlamaya çalışıyordu. “Ne kızı?!” diye çıkıştı sonunda.
Serhat, silahını biraz daha kaldırarak bağırdı:
“Lan, oğlun bacımı kaçırmış! Nerede o şerefsiz?! Nerede benim kardeşim?!”
Ali Ağa, bu sözler karşısında ne diyeceğini bilemedi. Oğlunun düşman aşiretten bir kızı kaçırması, tahayyül bile edemeyeceği bir şeydi. Arkasındaki adamlar da şaşkınlıkla bakıştılar.
“Ne diyorsun sen, Tahsin?!” diye çıkıştı Ali Ağa, karşısındaki adama doğru bir adım atarak. “Benim oğlum niye kızını kaçırsın?”
“Görenler olmuş, Ali!” diye gürledi Tahsin Ağa. “Oğlun, kızımı kucağına alıp arabaya bindirmiş! Kızımı nereye götürdü?!”
Ali Ağa’nın yüzü asıldı. Sözler doğru olamazdı, ama Civan’ın bütün gece ortada olmaması, bu iddiaları güçlendiriyordu. Konağın içine dönüp baktığında herkesin aynı soruyu sorduğunu görebiliyordu: Gerçekten bunu yapmış olabilir mi?
Derin bir nefes aldı ve sakin görünmeye çalışarak Tahsin Ağa’ya döndü:
“Bizim bir haberimiz yok bu dediklerinden, Tahsin. Eğer doğruysa, kızını sana sağ salim teslim edeceğim.”
Ama bu sözler Serhat’ı daha da çileden çıkardı. Belinden silahını çekerek ileri atıldı.
“Lan, ne teslim etmesi? Senin oğlun benim bacıma dokunduysa bunun hesabını kim verecek?!”
Karanlık sokakta yankılanan bu sözler, iki aşireti çarpışmanın eşiğine getirmişti. Kadınlar çoktan konağın içine alınmış, erkekler ise öfkeleriyle baş başa kalmışlardı.
“Aşireti toplayın!” diye bağırdı Serhat, sesi sokaklarda yankılandı. Yıldıran Konağı’nın önünde erkekler, ellerindeki silahlarla gerilim dolu bir bekleyiş içindeydi. Herkesin bakışları birbirine kenetlenmiş, olayın ciddiyetini anlamaya çalışıyordu.
Bu sessizliği, Emrah’ın sert çıkan sesi bozdu:
“Abim aşiretin başında. O olmadan bir şey yapamayız...”
Serhat, bu sözlere sinirle güldü. Gülüşü tehditkâr bir öfke taşıyordu.
“Yapamazsınız ha?!” diye kükredi, silahını bir anda Emrah’a doğrulttu. “Yapamazsınız, öyle mi?!”
Emrah geriye doğru bir adım attı, gözleri korkuyla açılmıştı. Tam o sırada Serhat’ın babası Tahsin Ağa, tok sesiyle araya girdi:
“Serhat! Yeter artık!”
Serhat, babasının bu uyarısıyla silahını yavaşça indirdi. Ama öfkesi dinmemişti. Karanlık bakışlarını Ali Ağa’ya çevirdi ve aralarındaki mesafeyi kapatarak sert bir sesle konuştu:
“Haberiniz yokmuş madem! O zaman arayıp bulun onu. Allah şahidimdir, eğer yarına kadar kızımı sağ salim teslim etmezseniz, başta senin olmak üzere hepinizin canını alırım, Ali!”
Bu tehdit, Yıldıranlar üzerinde ağır bir yük bırakmıştı. Çünkü Aslanbaşlar haklıydı. Ali Ağa, sessizce yutkundu, başını hafifçe salladı. Onurlu bir adamdı; hiçbir zaman boyun eğmezdi, ama bu kez mecburdu. Kendi oğlu düşman aşiretin kızını kaçırmıştı ve bu mesele öylece kapanacak gibi görünmüyordu.
Tahsin Ağa, arkasına dönüp Serhat’a talimat verdi:
“Bizim adamlara da haber ver. Taş üstünde taş bırakmasınlar! Her yeri karış karış arayın, bulmadan dönmeyin!”
Serhat hızla başını sallayıp uzaklaştı. Aslanbaşlar, silahlarını indirerek arabalarına binmeye başladılar. Ancak tehditler havada asılı kalmış gibiydi. Yıldıran Konağı’nın önünden uzaklaşırken, Tahsin Ağa son bir kez Ali’ye dönüp sert bir bakış attı.
Yıldıranlar, Aslanbaşlar gidene kadar sessizce yerlerinde beklemişti. Ancak arabaların uzaklaştığını gören Ali Ağa, sert bir nefes aldı. Sinirle avlunun ortasına yürüyerek adamlarına seslendi:
“Herkes bana kulak versin! Bu gece oğlum bulunacak. Taş üstünde taş bırakmayın. Civan’ı ve kızı nereye götürdüyse, bulmadan dönmeyin!”
Herkes hızlıca harekete geçti. Adamlar, arabalarına binip konağı terk etmeye başlamıştı. Ali Ağa, avlunun ortasında kala kalmış, öfkesini zor dizginliyordu. Emrah sessizce babasına yaklaşıp sordu:
“Baba... ya Civan gerçekten Aslanbaşların kızını kaçırdıysa?”
Ali Ağa bir an sessiz kaldı, gözlerini oğluna çevirdi. Konuşmadan önce dişlerini sıktığı belli oluyordu.
“Eğer bu doğruysa... bu işin sonu kanla biter, Emrah. Ama şunu bil; oğlum da olsa, aşiretin onurunu çiğneyen kimseyi affetmem!”
Bu sözler konağın diğer köşelerinde fısıldananları susturdu. Herkes Ali Ağa’nın ne kadar ciddi olduğunu anlamıştı. Birkaç dakika sonra Derya Hanım, konağın içinde oturduğu yerden seslendi:
“Bu olanları ablama nasıl açıklayacağız, Ali? Oğlun bizim yüzümüzü yerlere düşürdü!”
Ali, eşine doğru dönüp sert bir şekilde karşılık verdi:
“Daha bir şey açıklamadık, Derya! Oğlumun ne yaptığını öğrenmeden kimseye hesap vermem. Ne sen konuşacaksın ne de başkası!”
Derya Hanım, sustu ama yüzündeki endişe ve utanç silinmedi. Yıldıran Konağı’nda o gece hiç kimse uyuyamadı. Erkekler aramaya çıkmış, kadınlar ise içeride sessiz bir korkuyla bekliyordu. Aşiretin itibarını kurtarmak için bu meselenin sabaha kadar çözülmesi gerekiyordu.
Fakat kimse de bilmiyordu ki bu olay, sessiz kalmayacaktı. Yıldıran Konağı’ndan yükselen bağrışmalar ve Aslanbaşlar’ın tehdit dolu sözleri çoktan halkın diline düşmüştü. Konağın çevresinde toplanan insanlar, olup bitenleri kendi hikâyeleriyle süsleyerek anlatmaya başlamıştı bile. Bu gece Van sokaklarında yankılanan sözler, yarına kadar tüm şehre yayılacak ve mesele artık iki aşiretin sınırlarını aşarak herkesin bildiği bir sır haline gelecekti.