Defne’den
Tayland’ın nemli sabahlarından biri daha başlamıştı. Yeni bir günü daha karşılıyordum, ama içimdeki melankoli sabahın o aydın güneş ışıklarının bile kararmasına neden oluyordu. Otelin okyanus kenarındaki ahşap masada oturmuş, önümdeki taze mango dilimlerine ve Hindistan cevizi suyuna boş boş bakıyordum. Normalde böyle bir manzaranın beni mutlu etmesi gerekirdi; ama son günlerde ruhuma çöreklenen karamsarlık, gördüğüm hiçbir güzelliği algılamama izin vermiyordu. Başımı masadan kaldırıp önümde uzanan masmavi okyanusa baktım. Yüzümü okşayan hafif bir meltem bile içimdeki ağırlığı hafifletmiyordu.
Tabağımdaki mangodan bir parça alıp ağzıma attım. Şekerli tadı dilimde yayılırken bir yandan telefonumun ekranına bakıyordum. Gelen bir sürü mesaj vardı, arkdaşlarım defalarca aramıştı. Hiç birine dönüş yapmamıştım. Onları daha fazla kendimle meşgul etmek istemiyordum. Benim gidişime hazırlamaya çalışıyordum onları. Herkesle bağlarımı keseli haftalar olmuştu. Şimdi burada, dünyanın öbür ucunda, kendimle baş başa kelebek ömrü kadar uzun bir hayata tutunmaya çalışıyordum. Ama bunu yaparken yalnızlık, zaman zaman dayanılmaz bir hal alıyordu.
Buraya geldiğimden beri bir sürü adam çıkmıştı karşıma. Kimisi tek gecelik bir ilişkinin peşinde kimisi gerçek bir ilişkinin peşindeydi. Olabildiğince mesafeliydim erkekler. Çünkü benim için bu saaten sonra aşk pek mümkün değildi. Duvarlarımı öyle kalın örmüştüm ki onaralı geçmek kolay değildi. Yanıma gelenlerle olabildiğince mesafeli konuşuyordum. Sanki etrafımda insanları benden uzaklaştıran görünmez bir kalkan vardı.
Bir süre sonra bu düşüncelerden silkelenip kendimi biraz toparlamak ve buraya kadar gelmişken Tayland’ın güzelliklerini görmeye devam etmek için planlar yapmaya başladım. Sonunda bu günkü durağın yerel pazar olacağında karar kıldım.
Kaldığım otelden çıktığımda yönümü yerel pazarlardan birine çevirdim. Rengarenk meyveler, baharat kokuları, ve insanların canlı sohbetleri arasında dolaşırken kendimi bir türlü buraya ait hissedemiyordum. Dışarıda her şey ne kadar renkli ve canlıysa, içimde o kadar gri ve cansızdı. Tüm bu cıvıltıların arasında, ben hâlâ geçmişimin gölgelerinde kayboluyordum.
Pazar yerindeki dar sokaklar arasında gezinirken, tezgahlardan birinde duran minik seramik bir Buda heykelciği dikkatimi çekti. Elime alıp inceledim. Heykelciğin yüzündeki huzurlu ifade benim kaotik hayatıma çok yabancıydı. O kadar uzun zamandır huzurun neye benzediğini unutmuş olmalıydım ki, bir an kendimi Buda’nın sakinliğini kıskanırken buldum. Satıcı kadın, heykelciği bana uzatıp gülümseyerek bir şeyler söyledi. Tayca bilmediğim için söylediklerini anlamasam da, jest ve mimiklerinden içten bir öneride bulunduğunu hissediyordum. Kadına teşekkür ederek heykelciği satın aldım ve yoluma devam ettim.
Pazardan uzaklaşırken, güneş iyice yükselmiş, Tayland’ın boğucu nemi kendini hissettirmeye başlamıştı. Gölgeli bir sokak bulup biraz oturmak istedim. Elimdeki Buda heykelinin yüzündeki dinginlik, çevresindeki tüm karmaşaya rağmen huzurlu görünüyordu. Belki de aradığım şey tam olarak buydu: Huzur. Ama neden burada, binlerce kilometre ötede bile onu bulamıyordum?
Elimde taşıdığım küçük Buda’yı izlerken, başımın içinde keskin bir ağrı hissettim. Son birkaç haftadır baş ağrılarım daha da sıklaşmış, dayanılmaz hale gelmişti. Doktorumun söylediği gibi, zaman geçtikçe bu ağrılar daha da kötüleşecek ve sonunda benim sonun olacaktı. Ellerimle başımı tutarken aklıma yanımdan hiç eksik etmediğim ilaçlarım geldi. Titreyen ellerimi umursamadan hemen çantamdaki ilaçları çıkartıp bir tane yuttum. Bu ilaçların ağrıyı tamamen geçirmeyeceğini biliyordum ama en azından beni birkaç saat rahatlatacağını umuyordum. Yarım saat içinde ağrının hafiflediğini hissettim.Gözlerimden birkaç damla yaş süzülüyordu. Ne için ağladığımı bile bilmiyordum. Hayatın ağırlığı mı, yalnızlığın getirdiği boşluk mu, yoksa yaklaşan sonumun soğuk gerçeği mi?
Başımı tekrar avuçlarımın arasına almış düşünürken, cep telefonumun melodisi birden ortamın sessizliğini böldü. Ekranda tanımadığım bir numara göründü. Bir an tereddüt ettim, ama sonra açmaya karar verdim.
"Merhaba, Defne Hanım?" dedi nazik ama resmi bir ses. İngilizce konuşuyordu, ama aksanı Amerikan aksanına benziyordu.
"Evet, benim," dedim, sesimde hafif bir merakla. "Siz kimsiniz?"
"Ben Carter Mcdelan!" dedi ses. "Bay Ethan Hunt’ın asistanıyım. Öncelikle iki gün önce otelinizin önünde yaşanan kazada patronumu kurtardığınız için size teşekkür etmek istiyorum. Patronum sizin sayenizde hayatta ve iyileşmeye başladı bile."
Adını duymamla birlikte zihnimde yerde yatan o kanlı bedene yaptığım kalp masajı ve hayara nasıl tutunduğu an canlandı. Ethan Hunt. O gün ona yardım ederken, kim olduğunu düşünmeye bile vaktim olmamıştı. Şimdi adını duyunca, hayatını kurtardığım adamın aslında sıradan biri olmadığını fark ettim. Teknoloji dünyasında sıkça adı geçen, milyarder bir girişimci olan Ethan Hunt’ın, tesadüfen benim müdahaleme muhtaç kalmış olması garip bir ironi gibi geliyordu kulağa.
"Bay Hunt’ın iyi olduğunu duymak çok güzel ama teşekkür etmenize gerek yok." dedim, sesi mümkün olduğunca tekdüze tutmaya çalışarak. "Bu benim insani görevimdi. Hemşire olarak eğitildim ve böyle bir durumda elimden geleni yapmak zorundaydım."
"Evet, bu kesinlikle takdire şayan bir davranış." dedi Carter. "Ama size başka bir konudan dolayı ulaştım. Bay Hunt şu anda iyileşme sürecinde ve bir hemşireye ihtiyacı var. Biz de düşündük ki, sizin gibi bir profesyonel hem onun tedavisinde yardımcı olabilir hem de size bu süreçte bir iş fırsatı sunabiliriz."
Bir an duraksadım. "Maalesef bu teklifi kabul edemem." dedim kısa bir sessizlikten sonra. "Ben buraya sadece tatil yapmak için bulunuyorum ve başka bir iş bulma çabası içerisinde de değilim."
Carter’ın sesi daha ısrarcı bir tona büründü. "Defne Hanım, anlıyorum. Ama bu sadece bir iş teklifi değil. Ayrıca Bay Hunt sizinle şahsen görüşmek istiyor. Lütfen bir kez olsun onunla görüşün. Detayları yüz yüze konuşmamız her iki taraf içinde daha iyi olacaktır."
Bir süre düşündüm. Carter’ın teklifini geri çevirmem gerektiğini biliyordum. Ethan Hunt’ın hayatını kurtarmış olmak, onun iyileşme sürecinde yanında olmam gerektiği anlamına gelmiyordu nede olsa. Onunla görüşmekten bir zarar gelmeyeceğini düşünüyordum. Ama yine de bu kadar ısrarcı olmaları içimde bir şeyleri harekete geçiriyordu. Sanki bu karşılaşma, bir şekilde kaderin bir oyunu gibiydi.
Bu ısrarlarına daha fazla dayanamadığım için "Tamam," dedim sonunda, teslim olmuş bir sesle. "Patronunuzla bir kez görüşeceğim ama lütfen bundan fazlasını beklemeyin."
Carter’ın sesinde rahatlamış bir ton hissettim. "Teşekkür ederim, Defne Hanım. Bay Hunt’ın hangi hastanede olduğunu ve ne zaman müsait olduğunuzu size hemen ileteceğim."
Telefonu kapattığımda, içimde garip bir ağırlık vardı. Ben ne yapıyordum? Her şeyden elimi eteğimi çekip geldiğim bu yerde Ethan Hunt gibi bir adamla görüşmeyi kabul etmek, benim için ne anlama geliyordu? Ethan sıradan bir adam değildi. Dünya çapında tanınmış gözü kara bir iş adamıydı. Bir çok alanda beklenmedik yenilikçi devasa bir şirkete sahipti. Bir kez daha, kaderimin ipleriyle oynandığını hissediyordum. Ama bu sefer oyunun nereye varacağını kestiremiyordum.
Sonraki birkaç saat boyunca kendimi sakinleştirmeye çalışarak otele geri döndüm. Baş ağrım hafiflese de zihnimdeki düşünceler beni yormaya devam ediyordu. Ne olursa olsun, yarın Ethan Hunt ile görüşecek ve belki de kendi hikâyemin bir sonraki bölümünü yazmaya başlayacaktım.