Defne’den
Uçak uzun bir yolculuğun ardından sonunda Kaliforniya’ya inişe geçtiğinde, içimi karmaşık bir heyecan dalgası sarmıştı. Pencereden dışarı bakarken, uzakta ışıl ışıl görünen devasa şehir manzarası ve çevresindeki uçsuz bucaksız banliyö alanları, Amerika’nın büyüklüğünü ilk kez gerçek anlamda hissetmeme neden olmuştu. Gözlerimi dışarıdaki manzaradan ayırmadan, “Sonunda gelebildik.” diye fısıldadım kendi kendime. Ama bu başlangıç beni heyecanlandırdığı kadar korkutuyordu da.
Uçak pisti hafifçe sallanarak yere indiğinde, Ethan’ı düşündüm. Yolculuk boyunca odasında dinlenmişti ama birkaç kez ona bakmak için kısa süreliğine odasına girip kontrol etmiştim onu. Yatağın baş ucunda gördüğüm tekerlekli sandalye bir kez daha bu güçlü adamın yaşadığı zor süreci yüzüme çarpmıştı. Odaya giderken bu tekerlekli sandalyede ilerleyişindeki sakinlik ve kendinden emin duruşu, onun bu durumda bile ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. Hayatı boyunca zirvede olmayı alışkanlık haline getirmiş bir adamın, fiziksel zorluklar karşısında bile kontrolünü kaybetmemesi beni oldukça etkilese de şu anda uyuyan bu hali o kadar masumdu ki osu sarıp sarmalamak istememe neden oluyordu. Bu düşüncelerden uzaklaşmak için kabine hızla döndüğümde kendimi telkin etmeye çalışıyordum. O benim patronumdu ve daha fazlası olamazdı.
Uçaktaki geçirdiğim süre boyunca başımdaki geçmek bilmeyen ağrı ara sıra baş göstersede ilaçlarımı içerek bastırmaya çalışmıştım. Ve nihayet inişe geçtiğinde içimden derin bir oh çekmiştim. Uçak tamamen durduğunda Carter gelip beni uçağın çıkışına kadar yönlendirdi. Ethan, kabinin arka tarafındaki yatağından çıkarılmış ve tekerlekli sandalyesine yerleştirilmişti. Onu uçak kapısında görünce içimde bir an garip bir sıcaklık hissettim. Gözlerindeki yorgunluğa rağmen gülümsüyordu.
“Hazır mısın?” diye sordu Ethan, yüzünde nazik bir ifadeyle.
“Sanırım hazır olmak zorundayım.” dedim, gergin bir kahkaha atarak.
Ethan’ın sandalyesini bir görevli itiyordu, ancak onun verdiği direktiflerle her şey muntazam ilerliyordu. Ben uçağın merdivenlerinden aşağı inerken, Kalifornya’nın soğuk havası yüzüme çarptı. Tropikal Tayland’ın nemli sıcağından sonra bu keskin değişiklik önce ürpertici gelse de hızla adapte olmaya çalıştım. Benim kollarımı kendime sardığımı geren Ethan Carter’a bir baş işaret yaptığında Carter nereden bulduğunu bilmediğim bir şal uzattı bana. Ona minnetle bakıp üzerime aldığım şalla bir nebze de olsa ısınmayı umuyordum fakat bavulumun içinde burasının iklimine uygun tek bir kıyafet olmadığı gerçeği yüzüme çarptığında içimden ‘Şimdi sıçtık.’ demeden edemedim.
Uçağın merdiveninin yanında Ethan için özel bir platform hazırlanmıştı. Tekerlekli sandalyesiyle uçaktan kolayca inebilmesi için tasarlanmıştı bu platform. Pistte bekleyen siyah, lüks dört adet SUV dikkatimi çekti. Araçların hepsinin yanında en az iki izbandut gibi adam bekliyordu.
Ethan’ın tekerlekli sandalyesi bir görevli tarafından platforma yönlendirildiğinde gözlerim, bu kadar karmaşık bir sistemin ne kadar pratik çalıştığına takıldı. Sonunda araçlara yönelen Ethan görevlinin yardımıyla araca bindi. Ben arabaya bindim ve lüks deri koltuklara oturduğumda, Ethan bana döndü.
Sakin bir sesle. “Ev uzakta değil, ama biraz uzun sürebilir. Kaliforniya trafiği bazen insanın sabrını zorlayabiliyor.” dedi. Bir insan gözleriyle gülebilir miydi? Ben ilk defa bunun olabileceğine inanmaya başlamıştım. Bu adam bana bakarken gözlerinin içi gülüyor, içimi sıcacık bir duygu kaplıyordu.
Onun bu rahat ve gündelik konuşmaları, içimdeki gerginliği biraz olsun azaltıyordu. Başımı sallayarak gülümsedim ve pencereye döndüm. Şehirden uzaklaşmaya başladığımızda, sokaklardaki yoğun ışıklar yerini geniş arazilere ve devasa evlere bırakıyordu. Manzara, her şeyin ne kadar büyük ve gösterişli olduğunu vurgular gibiydi.
Yaklaşık kırk beş dakika süren yolculuğun ardından, bir an için rüya gibi görünen bir manzarayla karşılaştım. Araba, devasa bir demir kapıya yaklaştı. Kapının her iki tarafı, uzun, muntazam bir şekilde budanmış ağaçlarla çevriliydi. Kapının tam ortasında, Ethan’ın şirket logosunu temsil eden modern bir desen vardı. Carter, bir butona bastı ve kapılar yavaşça açıldığında içeriye doğru uzanan geniş, taş döşeli yolu gördüm. Yolun kenarlarında sıralanmış lambalar, etrafı loş bir şekilde aydınlatıyordu. Etrafta yeşilin her tonunu barındıran çimenler, çiçekler ve ağaçlar, adeta bir tabloyu andırıyordu.
Evin ilk görüntüsü, beni olduğum yerde çivileyecek kadar etkileyiciydi. Modern ve minimalist bir tasarıma sahip olan malikane, devasa cam panellerle çevriliydi. Binanın merkezindeki yüksek tavanlı giriş, iç mekanın ne kadar geniş olduğunu tahmin etmemi sağlıyordu. Işıklar, cam panellerden süzülerek içerideki ince tasarım detaylarını gözler önüne seriyordu.
“Burası mı?” diye sordum, sesim hafif bir şaşkınlıkla titreyerek.
Ethan hafifçe güldü. “Evet, burası. Umarım kendini burada rahat hissedersin.”
Araba durduğunda, Ethan bir kez daha tekerlekli sandalyesine geçti ve ben de arabadan indim. Arka planda hafif bir rüzgar uğuldayarak dalları sallıyor, bu manzarayı tamamlayan bir ses oluşturuyordu. Ethan’ın sandalyesini iten görevli bizi girişe yönlendirdi. Devasa ahşap kapılar, üzerindeki karmaşık oymalarla bir sanat eserini andırıyordu. Kapılar açıldığında, geniş bir giriş salonu karşıladı bizi.
Salonun ortasında, avize yerine yukarıdan sarkan modern bir ışık tasarımı vardı. Altında yuvarlak bir mermer masa duruyor ve üzerinde çiçek aranjmanları sergileniyordu. Zemin, koyu renkli doğal taşlarla kaplıydı ve adımlarımı attıkça ayakkabılarımın topukları hafif bir yankı yapıyordu.
Carter, yanımıza yaklaşarak konuşmaya başladı. “Defne, ilk birkaç hafta boyunca zemin katta kalmanızı Ethan’la planladık. Ethan’ın durumu için de bu en uygun seçenek. İkiniz için hazırlanan odalar yan yana. Ethan’ın odası, tam bir hasta odası gibi düzenlendi. Sizin odanız ise onun hemen yanındaki misafir odası.”
Ethan başını sallayarak onayladı. “Evet, buradaki her şey senin işini mümkün olduğunca kolaylaştırmak için tasarlandı. Ama yan yana odaları istemezsen farklı bir oda da hazırlatabilirim.” dedi.
Başımı iki yana sallayarak “Benim için sorun yok.” dedim. “Zaten bu kadar uzun bir yolculuğu kabul etmemdeki en büyük neden senin sağlığındı. Bence bu düzen gayet iyi olmuş.”
Ethan hafifçe gülümsedi ve “Anlayışın için teşekkür ederim.” dedi. Sesindeki içtenlik, içimde garip bir sıcaklık hissettirdi.
Koridordan odalara doğru ilerledik. Misafir odasına ilk adımımı attığımda, iç tasarımın sadeliği ve zarafeti beni büyüledi. Oda, krem ve açık gri tonlarında döşenmişti. Geniş bir yatak, karşısında minimalist bir çalışma masası, yan tarafta ise oturmak için küçük bir kanepe bulunuyordu. Camdan dışarı baktığımda, bahçenin bir kısmı ve havuzun kenarındaki dinlenme alanı görünüyordu.
“Bu kadar gösterişli bir evde, bu kadar sade bir oda beklemiyordum.” dedim, içten bir gülümsemeyle.
Ethan, sandalyesinde yavaşça geri yaslanarak beni izledi. “Buranın sana huzur vermesini istedim. Umarım beğenmişsindir.”
“Beğenmek ne kelime, bayıldım.” dedim, hafif bir tebessümle.
Giyinme odasında senin için aldırdığım kıyafetler var. Seni tatilinden koparıp apar topar buraya getirtmişken birde kıyafetle uğraşmanı istemedim.” dedi tüm içtenliğiyle.
Onun bu sözleriyle bir mahcubiyet hissetmiştim. Patronumun oldukça düşünceli bir adam olduğunu biliyordum ama bu kadar derin düşünmesi beni ona daha çok çekmeye başlamıştı. Ve ben buna karşı koyacak kadar güçlü olabileceğimi düşünmüyordum.
Ethan, kendi odasına geçmeden önce duraksadı ve gözlerimin içine bakarak, “Yarın senin için uzun bir gün olacak. Dinlenmeye çalış, Defne.” dedi.
Gözlerimdeki minnettarlığı görmüş olmalı ki, kendi kendine gülümsedi ve odasına geçti. Ethan’ın bu sakin ama kararlı duruşu, hayatımda uzun süredir eksik olan bir güven hissi veriyordu bana. Ama aynı zamanda, bu yeni dünyanın bana getireceği zorluklarını ve bilinmezliklerini de biliyordum. Bavulumdan kırmızı kaplı defterimi çıkarıp yatak başındaki komidinin üzerine koydum. Bu evde geçireceğim zaman, benim için sadece bir iş değil, aynı zamanda kendi duygularımla gireceğim bir savaşı da beraberinde getirecekti.