4.Dilem

2923 Words
DİLEM “Yine geleceğim Levent. Söz veriyorum. Burada yalnız hissetmene izin vermeyeceğim. Hem Berfin de söz verdi. Ziyaret edecekler seni.” Ağlamamı durduramıyordum. Buradan gitmek, mahalleye geri dönmek istemiyordum. Her şey o kadar karışık ve yorucuydu ki Levent’in mezarının yanına kıvrılıp ölümü beklemek istiyordum. Kaçınılmaz olan gerçekleşmiş ve gitme vaktim gelmişti fakat benim ailemin karşısına çıkmaya cesaretim bile yoktu. Elim karnıma gitti. Üç haftada ne kadar çok şey değişmişti hayatımda. Eşimi kaybetmiş ve İstanbul'a gitmeme bir gün kala hamile olduğumu öğrenmiştim. Ailem evlenip bir de eşimin öldüğünü bilmezken üstüne bir de bebeğim olacaktı. Sanki hayat ailemden gizli yaptığım işlerin intikamını alıyor gibiydi. “Ah, Levent ne yapacağım ben?” Evlenip eşimi kaybettiğimi aileme söylemeyecek bu acıyı içimde yaşayacaktım ama hamileliğim bomba gibi sorunumun ortasına düşmüştü. Evlenip dul kaldığımı saklamak kolay olabilirdi de birkaç ay içinde büyüyecek ve sekiz ay sonra doğacak bir çocuğu nasıl saklayabilirdim? Beş haftalıktı ve her gün daha da büyüyordu. Ailem çok kızsa da bir noktada durumu belki anlardı, ki bu çok zor bir ihtimaldi. Benimle asla konuşmazlar, yüzüme bakmazlar ve çok üzülürlerdi. Tek çocuklarının onları böyle bir hayal kırıklığına uğratmasını kaldıramazlardı. Babam daha iki yıl önce bir kalp krizi atlatmıştı, nasıl karşısına geçip Levent ile sana rağmen evlendik ama o birkaç hafta önce şehit oldu. Şimdi bir dulum ve karnımda bebeğimiz var nasıl denirdi? Levent’ten bir parça taşıdığım için çok mutluydum fakat iş aileme geldiği zaman öyle olmuyordu. Bir yanım mutluyken bir yanım panik haldeydi. Ve ben ne yapacağımı hiç bilmiyordum. Mahalleli duyduğunda her şey daha beter bir hal alacaktı. İnsanlar gerçek olana inanmayacak, bir yalanı kulaktan kulağa konuşarak beni kötü ilan edeceklerdi. Bunları duyan, şahit olan ailem daha çok üzülecekti. Bir yolu olmalıydı ama aklımda o yola dair hiçbir fikir yoktu. “Gitmem gerekiyor,” dedim kendime gelmeye çalışarak. Uçağın vaktine çok bir zaman kalmamıştı. “Yine geleceğim söz veriyorum,” dedim son kez. Vedalaşıpj mezara arkamı döndüm. Gözlerim kurumadan yeni damlalar peş peşe dökülüyordu. Berfin yüzünde anlayışlı bir ifadeyle yüzüme baktı. Kollarını açınca kendimi kollarına attım. Berfin bir süre kollarında ağlamama izin verdi. “Sakinleş artık Dilem. Bebeğin de üzülüyor.” Kendime gelmeye çalışarak başımı salladım. Berfin beni arabaya doğru yönlendirdi. Ezman arabayı çalıştırıp mezarlıktan ayrıldı. Aynadan bana kısa bir bakış atıp gözlerini karısına çevirdi. “Uçağa henüz vakit var. Önce bir yemek yiyelim.” “Tamam,” dedi Berfin. İtiraz edecek gibi oldum ama bunu anlayan Berfin benden önce davranarak “bebeğin için,” diyerek lafı ağzıma tıktı. Ezman havalimanı yolu üzerinde bir restoranın önünde durarak arabayı park etti. Geçip bir yere oturduk. Oturduk oturmasına da insanın aklı yerinde olmayınca ne konuştuğundan bir şey anlıyordu, ne yediğinden, ne içtiğinden... Benim durumum da tam olarak böyleydi. İçimde birbirine geçmiş kırıklar vardı ve sanki her biri bir köşeye batıyordu. Kimseyle konuşmak, kimseye laf anlatmak istemiyordum. İşi sürekli konuşmak, bir şeyler anlatmak olan biri için bu çok tuhaf bir durumdu. Çünkü ben sohbet etmeyi seven biriydim, üç hafta öncesine kadar... “Gitmeden bir Urfa ye dedim,” diyen Ezman önüme koyulan tabağı işaret etti. Ne zaman sipariş verildi, verilen sipariş ne zaman geldi hatırlamıyorum. O kadar kopuk bir haldeydim ki gerçeklikten. Anlamak zordu. Anlamak yorucuydu. Ve kendini anlatmak hiç bu kadar imkansız olmamıştı daha önce. Urfa kebaptan bir çatal alıp ağzıma attım. Ezman’ın hatırı kırılmasın, Berfin’in içi rahat etsin, bebeğim benden aldığı besinden mahrum kalmasın diye... Bu yaşıma kadar çoğunlukla kendim için yaşadığımı düşünmüştüm oysa şimdi geriye dönüp baktığımda hiç kendim için yaşamadığımı fark ediyordum. Önce anne ve babamı gururlandırmak istemiştim, sonra annemin hayalini kurduğu öğretmenliği okumuştum. Mesleğimi sevmiştim, yalan değil. Hala daha çok seviyordum. Fakat yine de yola çıkma hedefim kendim olmamıştım, yeni idrak ediyordum. Yıllar önce gönlüme bir aşk düşmüştü ve sanırım ömrü hayatımda kendim için istediğim belki de tek şey o olmuştu. Ama o da gerçekleşmemişti. Sonra Levent çıkmıştı karşıma. Aşka arkamı döndüğüm sıralarda... Levent ile evlenmeyi kendim istemiştim, gerçekleşen ilk istediğimdi sanırım. Ve bunu yaparken önünü, ardını düşünmemek şimdi bir halat gibi ayağıma dolanmıştı. Artık kendim için yaşadığımı düşünmüyordum. Hedefim artık ailem ve bebeğimdi. Bir evlat vasfıma bir de annelik vasfı ekleniyordu artık. Dul bir anne... “Ne yapmayı düşünüyorsun,” diye soran Berfin’e öylece baktım. Ben de bilmiyordum ki... Alt dudağımı bilmiyorum dercesine sallandırdım. “Oluruna bırakacağım şimdilik. Gidene kadar düşünmeye devam.” “Ben olsam ailemle konuşurdum,” dedi Ezman. “Sonuçta gizlemek dışında sen yanlış bir şey yapmadın Dilem.” “Babamın durumunu biliyorsun,” demekle yetindim. Ezman derin bir nefes alıp bakışlarını başka bir noktaya çevirdi. Aslında ne demek istediğini o söylemese de anlamıştım. Madem bu kadar endişe ediyordun, ne diye gizli saklı iş çevirdin diyecekti fakat Levent’in ölümü de aklına gelince diyemedi. Her şeye gözümü kapatıp nasıl evlenmiştim şu an düşündüğüm de ben de anlamıyordum. Galiba yaşanması gerekenler vardı. Gözlerim her şeye kör olmuştu. Başka ne denirdi bilmiyorum. “Ailemi ikna edip ücretsiz izne ayrılır, buralardan uzaklaşmak istediğimi söylerim. Bilmiyorum artık bulucam bir yolunu.” Berfin uzanıp destek olmak istercesine elimi tuttu. Tanıştığımızda beri her zaman yanımda olmuş, hiçbir zaman benden dostluğunu eksik etmemişti. Ezman da öyleydi. “Aklıma gelmişken bu kez de Cengaver’e haber verirsen, seninle bir daha konuşmam Ezman Ağa.” “Tamam merak etme bu kez sırrın ben de güvende,” diyerek içime biraz da olsa su serpti. Sonunda ayrılma vakti geldiğinde ikisiyle de vedalaşmak benim için çok zor olmuştu. “Kardelen’i yerime bol bol kokulu kokulu öp,” dedim Berfin’e. “Yeğenim doğduğunda yanına birlikte geleceğiz,” diyerek söz verdi. Başımla onayladım. Berfin benim için olmayan kız kardeşim gibiydi. “Sana emanetler.” Ezman gülümseyerek karısına belinden sarılıp kendine yasladı. “O iş ben de merak etme.” Gülümseyerek yolcu binme alanına yöneldim. Arabayı ve eşyaları tamamen elden çıkardığım için valizim dışında hiçbir şeyim yoktu. Nasıl geldiysem öyle dönüyordum aslında. Bir valiz bir ben... Fakat bir o kadar da farklıydı ki her şey... Kocasını kaybetmiş bir dul ve hamile bir kadındım artık. Son kez Berfin ve eşine el sallayıp açılan kapıdan dışarıya çıktım. Urfa’ya heyecan içinde birçok umutlarla gelmiştim. Şimdi bir dünya dolusu kırıklarımla ne yapacağımı bilmediğim bir hayata ilk adımlarımı atıyordum. *** Uçak yolculuğum boyunca gözlerimde hayatın zorluklarına ve güzelliklerine dair anıları düşünüp durmuştum. Havalimanında indiğimde artık Urfa’nın çok geride kaldığını üzülerek kabullendim. Artık kendim köklerime dönme vaktiydi. Keşke bunu nasıl yapacağımı da bilseydim. Bir taksiye binip sokağın başına gelince burası diyerek durdurdum. Mahallemiz çıkmaz sokak olduğu için ileriye gitmesine gerek yoktu. Buradan gerisini yürüyebilirdim. Taksici para üstünü uzatıp bagajın kapısını açtı. Valizimi alarak bagajı kapattım. Çekme kolunu kaldırıp elimde valizle mahalleye ilk adımımı attım. Mahallenin hemen köşe başında, girişinde olan kahveye kaydı gözlerim. Eskiden ne zaman kahvenin önünden geçecek olsam kalbim maratonu yeni bitirmiş gibi küt küt atardı. Şimdiyse anne ve babamla karşılaşma anımı düşünmekten başka bir şey düşünemiyordum. Zaten kalbim de Cengaver’e karşı eskisi gibi atmıyordu. “Hoş geldin Dilem kızım,” diye seslendi Musa amca kahvenin önünden. Niyetim hızlıca geçip gitmekten durakladım. “Hoş bulduk Musa amca, nasılsın?” dedim mecburen. “İyi diyelim iyi olsun. Baban bitti görevi diyordu. Gözün aydın.” “Sağ ol Musa amca.” Birkaç kişi daha hoş geldin derken istemsizce gözlerim onu aramıştı. Kahvede yoktu. Genelde işini bırakıp bir yerlere gitmezdi Cengaver. “Size hoş sohbetler,” diyerek yürümeye başladım. Eve varana kadar birçok kişi sayesinde duraklamak zorunda kalmış, hoş geldin sözlerini gülümseyerek kabul etmiştim. Hoş mu gelmiştim, zaman gösterecekti. “Dilem kız, bugün mü dönüyordun?” Bir kez daha durdum ve bakışlarımı sesin geldiği yere çevirdim. Asuman’ı görünce gülümsedim. Berkan Abiyle birlikte arabadan yeni iniyorlardı. Gözlerim kucağındaki minik bebeği fark edince valizi bırakıp yanlarına kadar gittim. “Evet, bugün döndüm,” diyerek kucağındaki bebeğin yüzünü görmeye çalıştım. Asuman yüzünü açmama izin verirken “mahalledeki kimseye göstermiyorum kıymetini bil,” dedi. “Ya sen ne tatlısın,” dedim yüzünü incelerken. “Temiz olsam alırdım kucağıma ama, yoldan geliyorum,” diyerek uzaktan sevmeye devam ettim. “Ne zaman istersen gel, biz genelde evdeyiz. Bugün kontrole götürdük ondan dışarıdaydık. Çalışamıyorum malum. Dört aydır evdeyim ve uzun bir süre evde kalacakmışım gibi geliyor. Yedinci ayımda izne bir çıktım. Çıkış o çıkış.” Asuman dertlenmeye yer arıyor gibiydi. Bu hali gülümsememe neden oldu. Hayat devam ediyordu. Birileri ölürken birileri doğuyordu. Elim neredeyse karnıma gidecekken son anda durdum. “Epey dertli gibisin,” dedim gülerek. “Sorma,” dedi küçük oğluna bakarak. “Uykuya hasret uykusuzlukla kardeş olduk. İyi yönünden bakarsak hamileyken evde olmak çok sıkıcıydı, duvarlar üstüme üstüme geliyordu ama şimdi duvarlara bakmaya bile zamanım yok.” “Asuman’a bir dokun bin ah işit,” dedi Berkan abi yanımıza gelerek. “Hoş geldin Pıtır.” “Sen de mi abi?” dedim dalga geçerek. “Seninle Cengaver’den başka kimse böyle seslenmiyor.” “Biz taktık da ondan,” dedi sırıtarak. O sırada Kaan uyanıp yaygarayı kopardı. “Tekrar hoş geldin canım, benimki meme istiyor. Konuşuruz sonra.” “Tamam görüşürüz.” Onlar eve ben valize doğru yönelirken Berkan abinin “ben de istiyorum ama hasret kaldım,” dediğini duysam da duymamazlıktan geldim. Valizimi çekiştire çekiştiren evin önüne geldim. Derin bir nefes alıp kapıyı tıklattım. Annem kapıyı açtı, beni görünce “geldi, geldi,” diye seslenip kendine doğru çektiği gibi kollarının arasına aldı. “Ah benim kuzum, ah benim gönül ilacım hoş geldin.” Gözlerim doldu. Annem öyle sevgiyle sarmalamıştı ki bu sıcacık kolları özlediğimi hissetmiştim. Kokusunu içime çekerek ben de anneme sarıldım. “Annem, ciğer parem hoş buldum.” Dakikalarca kapı önünde sarılı vaziyette kaldık. Zaten son haftalarda yeterince duygusaldım, annem resmen üstüne tuz biber olmuştu. Utanmasam, anne ve babamın sorgulayacağını bilmesem hüngür hüngür ağlardım. “Bana da bırak biraz hanım,” diyen babamın sesiyle annemin kollarından sıyrıldım. Babamla en son kırgın ayrılmıştık. Okulla ilgili bahaneler üreterek ara yıl tatilinde de gelmemiştim. Telefonda eskiye nazaran bu yıl daha az konuşmuştuk. Şimdi karşımdayken dargın kalmak zordu. Çok özlemiştim. Ona yaslanmaya hasret kalmıştım. “Babam,” diyerek içeriye doğru adımladım. Elini öpmeye fırsat kalmadan beni kendine çektiği gibi sıkıca sarıldı. Yavrusunu kanatları altına alan bir Kartal gibiydi. Gözyaşlarım gömleğini ıslatırken hiç umursamadı. Saçlarıma öpücükler kondurup “bizi kendine hasret bıraktın,” diye sitem etti. “Özür dilerim,” diye fısıldadım. “Asıl ben özür dilerim güzel kızım. Ha evlenip gittin, ha gelince evlendin. Ne fark edecekti? Senin gönlünü kırmaya değdi mi hiç? Sözümden de dönemedim, sen de konuşmama fırsat vermedin. Kaldı öyle.” “Konuşmayalım bunları,” diyerek kollarından sıyrıldım. “Eee kapıda mı takılacağız? Evin salonuna bir şey mi oldu yoksa?” Annem gülerek valizi içeriye çekiştirdi. Hep birlikte salona geçtik. Bir süre Urfa’dan, yeni atandığım okuldan, eşyaları ne yaptığımdan konuştuk. Annem sofrayı hazırlarken yardım etmeme izin vermedi. Hep birlikte oturup yemeğimizi yerken bol bol sohbet ettik. Çayımızı içerken babam sonunda asıl öğrenmek istediği konuya geldi. “Levent ne yapıyor? O ne zaman gelecek? Artık bir isteme, anlı şanlı bir düğün yaparız.” Yutkundum. Bu öyle bir soruydu ki boğazım acıdı. Gözlerim yine sızlayarak dolmaya başladı. Babamın gözlerinin içine bakamıyordum. Anneme baktım çaresizce. İçimdeki yangını gör, ben anlatamıyorum sen anla demek istedim. Ben konuşamıyorum sen duy demek istedim. Anne yanıyorum kurtar beni demek istedim. Kelimeler boğazıma, gözyaşlarım kirpiklerime takılı kaldı. “Başımız sağ olsun,” diye fısıldadım. Kelimeler karıştığı havayı buza çevirdi. Babam çatalı elinden düşürdü, annem elini ağzına kapatıp gözyaşlarıma eşlik etti. “Ne zaman... Neden haber vermedin? Nasıl oldu? Ah kızım sen ne diyorsun?” “Üç hafta oldu. Bir görev sırasında. Yalnız kalmak istedim. Zaten dönmem yakındı.” Hıçkırdım. Artık kendimi daha fazla tutamıyordum. Babam yerinden kalkıp yanıma geldi. Beni kollarına çekip koltuğa oturmamızı sağladı. “Başın sağ olsun yavrum. Rabbim onu peygamber efendimize komşu eylesin. Zor çok zor biliyorum. Keşke böyle bir ölüm herkese nasip olsa. Yeise düşmeyesin. Rabbim kalbine ferahlık versin. Rabbim bize sabırlar versin.” Babam beni teselli etmeye çalışırken birden fenalaşınca kendimi unuttum. Eli kalbine gitmişti. “Baba iyi misin?” Başını sallamaya çalışıyor ama yapamıyordu. Babamı çekyata doğru yatırıp başı yüksek olacak şekilde yastık koydum. “Baba sıkışma mı yine?” diye sordun telaşlı bir sesle. Babam üzüldüğünde ya da stres olduğunda kalp sıkışması yaşayan biriydi. Kalp krizi geçirdikten sonra doktoru bu tür sıkışmaların kalp krizini yeniden tetikleyebileceğini söylemişti. Bu yüzden üzüntü ve stresten kesinlikle uzak durması gerekiyordu. “İyiyim,” diye soluklandı sonunda. Derin bir nefes aldım. Benim yüzümden ona bir şey olursa bunun yükünü kaldıramazdım. Bir saat sonunda babam daha da iyi hale gelmişti ve ben de rahat bir nefes almıştım. “Sen stres yapma, kendini üzme. Bizim kaderimizde böyle bir ayrılık varmış. Ben de alışacağım. Her şey nasip baba. Kendine dikkat etmen lazım. Seni de kaybedersem ben dayanamam ki...” Elimi bir elinin içine alıp diğer eliyle üstünü okşadı. “Sen de üzme kendini. Ben iyiyim. Anlık gelip geçti. Pişmanlık içimi kavurdu. Sen iyi ol güzel kızım ben iyi olurum.” “Olacağım,” dedim söz vererek. “Takdir-i ilahi baba. Pişmanlıklar içimizde yara açmaktan başka bir işe yaramıyor.” Kendi pişmanlıklarım aklıma gelmişti. Keşke yarı yıl tatilinde Levent ile gelip evlendiğimizi söyleseydik mesela. Neden beklemiştik ki? Yarınımızı bilmeden ne kadar uzun zamanların planlarını yapmıştık oysa ki... *** Bugün Mine’nin düğünü vardı ve söz verdiğim için katılmak zorundaydım. Hem babam ve anneme de kötü olmadığımı göstermem lazımdı. Babamın beni düşünüp strese girmesini istemiyordum. Zaten düğünden geldikten sonra onlarla konuşmaya ve buradan uzaklaşmaya kararlıydım. Eğer sakin ve ikna edici bir şekilde konuşmayı başarırsam beni anlayıp izin vereceklerini umuyordum. Belki mesleğimi de yakacaktım ama aklıma da başka çare gelmiyordu. Babam Mine’yi sevmezdi bu yüzden dün akşamki halini de bahane edip düğüne gelmeyeceğini söyledi. Annem ile ikimiz gidecektik. Aslında içimden hiç de gitmek gelmiyordu ama mecbur gidecektim. Bir taraftan da bir an önce doktora gidip muayene olmam gerekiyordu. Sabah mide bulantısıyla gözümü açıp banyoya koşturmuştum. Anneme yakalanmam da cabası. Uçak yolculuğunu, yaşadığım stresi bahane edip geçiştirmiştim ama böyle devam ederse yakalanmam, annemin şüphelenmesi kaçınılmaz olurdu. Mide bulantısı işini çözmem lazımdı. Üzerime pudra renginde, pullu, boyundan bağlamalı, önden dizlere kadar yırtmacı olan sırt dekolteli bir elbise giymiştim. Mine’nin onaylamaz bakışlarıyla uğraşmak istemediğim için kendime özenmiştim. Yoksa kırk yıl konuşur, asla unutmazdı. İşin aslı Mine’yi hayatımdan ebediyen çıkarmak istiyordum ama bunu yüzüne söyleyip onu kırmaya da cesaret edemiyordum. Sonuçta çocukluğumuz beraber geçmişti. Eskisi gibi her şeyimi anlatmıyor, asla uzun sohbetler etmiyordum ama bir daha görüşmeyelim de diyemiyordum. Sanırım başıma ne geliyorsa hayır diyemediğimden geliyordu zaten. Saçlarımı açık bırakıp, hafif bir makyaj yaptım. Annem, “hazır değil misin?” diye odaya girdiğinde tamamen hazırdım. Kısa boylu olduğum için genelde yüksek topuklu seçerdim fakat artık daha normal topuklu ayakkabılar giyiyordum. En azından bir süre daha topuklu giyebilirdim. “Çıkalım,” dedim anneme. Babamdan arabanın anahtarlarını alıp çıktık. Düğün yeri çok uzak değildi. Arabayla on dakika bile sürmüyordu. Deniz kenarında olduğu için biraz mutlu olmuştum çünkü en azından bir köşeye çekilip denizin özlediğim kokusuna kavuşabilirdim. Düğün mekanına gelince arabayı davet salonunun otoparkında çekip annemle birlikte indik. “Oyy kimler gelmiş,” diyen sesle boş bulunup sıçradım. Arkamı döndüğümde Mukaddes teyze gülerek bana doğru geliyordu. Yaklaşıp elini öptüm. Beni kollarına arasına alıp sarıldı. “Nasılsın Mukaddes teyze?” “İyiyim güzel kızım, seni gördüm daha iyi oldum. Annen diyordu gelecek diye de hangi gün unutmuşum. Ne zaman geldin?” “Dün geldim,” dediğim sırada annesinin koluna giren adama bakmamaya çalıştım. Şaka mı yapıyordu? Cidden bu düğüne gelmiş miydi? “Hoş geldin Pıtır,” demesiyle başımı kaldırıp yüzüne bakmak zorunda kaldım. Zaten yanında cüce gibi kalıyordum. Bir de kısa topuklu ayakkabı giyince hepten cüce gibi kalmıştım. “Hoş buldum Cengaver.” Aslında hoş bulmamıştım. Ne işi vardı bu düğünde? İnsan bile isteye kendine işkence eder miydi? Ya gerçekten unutmuştu Mine’yi ya da kendine düşmanlığı vardı. “İyi ya, girelim hadi,” diyen Mukaddes teyze annemin koluna girip kendiyle birlikte salona doğru sürükledi. Cengaver ile bana da arkalarından gitmek kaldı. “Nasılsın?” diye sordu içeriye girerken. “Toparlanmaya çalışıyorum işte.” “Elbiseni gören yasta olduğunu anlamaz merak etme.” Durakladım. Bu şimdi bana laf mı sokuyordu? Ne diye sokuyordu? Kim olduğunu sanıyordu? “Sana ne Cengaver?” dedim sinirle. “Düğüne geliyoruz sonuçta.” “Düğünün altın kuralı açılıp saçılmak herhalde.” “Sen biraz gergin misin? Bence çatacak yer arıyorsun? Hem ne işin var bu düğünde Allah aşkına?” “Anamın yüzünden,” dedi sitemle. “Soktuğumun mahallesinde dedikodu çıkmış yok ben Mine’yi seviyorum diye. Annem çıldırdı. Yok öyle bir şey dedim inanmadı. Akşamda tutturdu madem öyle bir şey yok, düğüne beraber gideceğiz diye. Ben de mecbur geldim. Yoksa meraklı değilim yani.” Gerginliği bu yüzdendi demek. İyi de Mine’yi sevdiği yalan değildi ki? Fakat bilirdim mahalleyi de... Bir laf çıkmaya görsün, devamı çorap söküğü gibi geliyordu. “Doğru ama Cengaver. Seviyordun.” Gözlerini sertçe bana çevirdi. Öyle bir bakıyordu ki sanki ona hakaret etmiştim. “Dum... Geçmiş zaman Dilem. Eminim kendisine layık birini bulmuştur. Ya da adam aptalın tekidir. Akıllı insan tanıyınca köşe bucak kaçar ondan.” Daha fazla konuşmadım. Annemler aynı masaya oturmuştu. Neyse ki Cengaver geçip mahalleden gençlerin yanına oturdu. Düğün müziğiyle birlikte Mine ve müstakbel eşi havalı bir giriş yaptılar. Pasta, İlk dans, takı derken saatler ilerliyordu. Takımı taktıktan sonra geçip oturdum. Mukaddes teyze de takısını takıp yeniden yanımıza geldi. Takı merasimin bitmesiyle yeniden dans müziği çalmaya başladı. Başım yüksek müzikten olsa gerek resmen uğulduyordu. Yoğun kalabalık ve birbirine karışan kokular midemi bulandırmaya başlamıştı. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum. “Anne takıyı da taktın, gidelim mi artık?” Cengaver yanımıza gelip sandalyeye oturdu. “Daraldım ana, yeter da... Ya beraber çıkalım ya da sen Dilem ile dönersin. Ben gideyim.” Yanımızdan geçip sahneye ilerleyen kadının parfüm kokusu burnuma dolunca midem bulandı. Anneme bir kez daha yakalanmak istemeyerek “ben az hava alayım,” deyip ayaklandım. Ayaklanmamla bir anda her yer dönmeye, tüm sesler birbirine girmeye başladı. Masaya tutunmak isteyerek elimi uzattım ama elim boşluğa uzandı. Son hatırladığım şey Cengaver’in bana endişeyle bakan yeşil gözleriydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD