Söylediği sözleri işittiğimde kasıldım. Bu bana fazlasıyla tanıdık ve bir o kadar yabancı bir kavramdı. Kim olduğumu resmi olarak işittiğim ilk an bu olmalıydı çünkü artık emindik!
“Tam olarak ne hissettin?” diye sorusunu yineledi Yazgan.
Yançı, bakışlarını üstümden çekip abisine döndüğünde üstümdeki ağırlık hafifler gibi oldu. Bana umutla bakılması korkularımı körüklüyordu!
“Ebren’in kanı ne Soylu ne de Eski Kan değil!” dediği an dehşete kapıldım.
Yazgan’ın başını olumlu anlamda salladığını gördüm. Bunu zaten biliyordu! Crondayken bana ikisinden de daha güçlü olduğumu hissettiğini zaten söylemişti.
“Başka?” dedi Yazgan, kendi bildiklerini tasdiklemek istercesine.
“Onun kanı gibisini daha önce hissetmedim. Mutasyona uğramamış kanı, damarlarında akanın Eski Kan olmasını bekliyorsun fakat öyle değil. Soylu Kan ile de alakası yok! Büyük Kavuşum sırasında bahşedilen güçlerle şekillenmiş adeta!”
“Gücünün kanında olmadığını ben de hissettim fakat kanında çok güçlü bir şey var!” dedi Yazgan.
“Onun kanını kaynatayım derken nasıl oldu da kendi kanımı kaynattığımı da biri açıklayabilir mi?” derken fazlasıyla sevimliydi.
Onların arasındaki diyaloğu anlamaya çalışıyordum. Hissettiklerini dillendirmekte beklediğim kadar başarılı değillerdi.
“İlter’in gücünden de etkilenmedi. Fakat onun zihin saldırıları fazlasıyla güçlüdür, gücünü sana karşı kullanırken acımasızdır. Acı verici tüm anıları senden çalabilir ve bunu sana karşı kullanmaktan çekinmez.” Diye mırıldandı. Kendi kendine düşünür gibiydi. “Fakat onun gücü bizimki gibi fiziksel değil, kontrol edemeyeceğinden yalnızca etkilenmiyor olmalı.”
Daha basit bir şekilde anlatamaz mıydı? Aklım allak bullaktı zaten, hiçbir parçayı birbiri ile birleştiremiyordum.
“Buna rağmen Soylu Kan güçlerine karşı bir bağışıklığı var!”
“Geleceğini görmeye çalışsak ne olurdu acaba?” diye mırıldandı Yançı, daha çok sesli düşünür gibiydi.
“Oldukça tehlikeli olmasa, Barlas’tan yardım isteyebilirdik ama bunun imkânı yok. Bu sır üçümüzün arasında kalmak zorunda!” dedi Yazgan.
“Haklısın, bu gerçeği daha fazla kişiye söyleyemeyiz,” diye mırıldandı Yançı düşünceli bir şekilde. “Bir süre yalnızca üçümüz bilelim. Ben bu zamanda eski tarih hakkında daha kapsamlı bir araştırma yapacağım. Fısıltı Kahinleri ile ilgili öğreneceğimiz her bilgi işimize yarayacaktır diye düşünüyorum.”
Sadece olumlu anlamda başımı salladım. Bir şey söyleyemiyordum, söylemem gerekir mi ondan bile emin olamıyordum. Kendim hakkında öğrendiğim her yeni bilgi daha da sarsıcı olmaya başlıyordu.
Bir Eski Kan ve hiçken, bu düzene karşı daima nefret kusan birisiyken çok daha iyiydi hayatım. Şimdi ucunu kaçırdığım bir ipmiş gibi geliyordu ve hayatım üstünde hiçbir yetkimin olmaması düşüncesi beni boğuyordu.
Bir süre daha ne yapabileceğimiz ve stratejilerimiz neler olmalı hakkında konuştuk. Yançı ve Yazgan’ın ortak kararı ile gücümü kontrol edebilmek için alıştırma yapmama karar verildi. Henüz onun hakkında hiçbir şey bilmezken hem de!
“Benden haber bekleyin,” derken dikkatle ikimize baktı. Sanki sakin durabileceğimize inanmıyor gibiydi. “Ebren, kimseyi yakmamaya çalış!” Bir yıldız gibi...
Sözlerine gülmeden edemedim. Yazgan da kardeşinin koluna bir tane geçirdi. Yançı gülerek odadan ayrıldığında derin bir nefes alıp yatağımın üstüne oturdum. Ellerimi iki yanıma koyup merakla karşımdaki adama baktım.
“Ne yapıyoruz?” diye sordum havalanmış kaşlarım ile.
“Bekliyoruz,” derken çapkın bir sırıtış oturttu dudaklarına.
Bakışlarım dikkatle çehresinde dolandı. Köşeli çenesi, dolgun dudaklarında dolaşırken tehlikeli bir suda yüzdüğümü hissediyordum. Kirli salları, genç çehresinde onu olgun gösteren yegâne etkendi. Hafif çekik gözleri tehlike vadediyordu. Kıvırcık siyah bukleler yine alnına dökülüyordu. Kıvrımlı dudaklarına yeniden kayan bakışlarım ile nefes almayı bıraktım. Kalemle çizilmiş gibi kusursuzdu ama biliyordum ki herkesin bir kusuru vardı…
Yine de muntazam görünüyordu ve ben bunu ilk kez somut bir biçimde düşünüyordum. Örtülü bir şekilde hislerimi saklamadan, gizleme gereği duymadan açık yüreklilikle ona bakarken kalp çarpıntımı hissedebiliyordum.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu camın önüne geçerken.
Olumsuz anlamda başımı salladım yalnızca. Tam arkasından vuran güneş ile lahuti bir güzelliğe erişmişti.
“Neden o kadar dikkatli bakıyorsun o halde, Ufak Yıldız?”
Ses tonu ve tavrıyla ona atfettiğim sıfata yakışır bir biçimde tam karşımda duruyordu. Beni mahvediyordu bu Soylu Şımarık!
“Düşünüyorum…” diye mırıldandım. “Neden bunca zaman her şeyi saklamayı seçtin?”
Dudaklarını saran vahşi sırıtış ile iç çekme arzusu ile dolup taştım. Elbette bunu yapmadım! Bakışları yüzümde dolandıktan sonra başını yere doğru eğdi. Dişlerini göstere göstere gülüyordu artık!
“Unuttun sanırım,” dedi birçok şeyi vadeden bir ses tonuyla. Bakışlarını ani bir şekilde kaldırıp adeta bana sapladı. “Benden istenen şey seni kendi canım pahasına korumamdı, senden bile!”
Tüylerim diken diken oldu. Üstümde bıraktığı uyarıcı etki sarsıcıydı. Tüm bedenimde etkilerini inanılmaz bir biçimde hissedebiliyordum.
“Bunu neden yapasın?” diye sordum samimi bir merakla. “Soylusun, istediğin her şeye sahipsin ve güçlü olduğun bir dünyada yaşıyorsun. En güçlü olan ailenin büyük oğlu ve Aspar Ailesinin varisisin!”
“İnan bana,” derken bana yaklaşıp tam önümde durdu. “İstediğim her şeye sahip değilim!”
Karanlık duyguların geçtiği bakışlarıyla karnıma yumruk yemiş gibi oldum. Kendimi yutkunurken buldum. Bunu inkâr etmek üstün bir çaba gerektirirdi, aleni bir biçimde tahrik ediciydi!
Tenimdeki karıncalanmayı hissedebiliyordum. Karşımda duran bir Soylu Kandı, bizim dünyamızda bize düşman derlerdi ama ben ne ondan nefret edebiliyordum ne de böyle bir şey istiyordum!
“Buradan bakıldığında pek öyle görünmüyor,” dedim bir kez daha aramızdaki tüm resmiyeti kaldırırken.
“Tam olarak nasıl görünüyorum?” diye sorarken yanımdaki boş yere oturdu ve bu rahat duruşumun sarsılmasına sebep oldu.
“Güzel,” dedim bilinçsizce.
Sözler ağzımdan çıktığı an kendimi bir aptal gibi hissettim.
Bana şaşkınlıkla döndüğünde ve yüzlerimiz arasında bir nefeslik mesafe bıraktığında tüm mantığım beni terk ederken felç geçirdiğimi hissediyordum. Karşısında bu kadar savunmasız oluşumun sebebi aramızda en başından beri olan o çekim miydi? Resmen bedenimi tanıyamıyordum. Verdiği tepkiler bana o kadar yabancıydı ki, bu hissin tanımını yapmak çok güçtü.
“Güzel mi?” diye sorarken kıkırdadı.
Bu tınının beni mahvetmesinden bahsetmeyecektim. Elini bana doğru uzatıp da yüzüme düşen saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırdığı an kalbim de sıkıştı.
“Bu sıfat benim için harcanmamalı…”
O an zaman yavaşladı. Aramızda bir nefes kadar mesafe vardı. Bir yanım mesafenin kapanması için çığlık atıyordu. Yanlıştı ve yasaktı ama çok net bir gerçek vardı ki oldukça cazipti! Dudaklarının dudaklarımın üstündeki baskısını hayal etmek bile kalp krizi geçirecek gibi hissetmeme sebep oluyordu. Etrafımı saran kokusu değil de kolları olsaydı nasıl hissederdim diye düşünmeden edemiyordum.
Biz bu hale nasıl geldik?
Koyu bakışları dudaklarıma kaydığında aylardır sulanmamış bir çiçek gibi hissettim. Ağzımın içi kupkuru kesildi. Bakışları giderek koyulaşırken yeniden gözlerime çıktılar. Ellerim ve hatta tüm vücudum titriyordu. Ona dokunma arzusu ile yanıp tutuşuyordum. Yasağın çekici geldiği anlardan birisinde miydik?
Gözleri izin ister gibi bakarken daha ne kadar bekleyeceğini merak ediyordum. Ne kadar razı olduğumu göremiyor muydu? Çünkü beni öpmesi için çıldırıyordum!
“Acaba başka neye karşı bağışıksın?” diye soran sesi hırıltılıydı.
Sana olmadığım kesin!
“Bilmiyorum,” derken bakışlarım yüzünde dolandı ve sonunda kendimi durduramayıp dudaklarına baktım.
Nefes kesici görünüyorlardı. O dudakların beni öptüğünü düşünerek heyecanlanmamak elde değildi! Bakışlarım ile nefesinin kesildiğini görmek ise deliceydi! Aynı etki altında olduğumuzu bilmek hoştu!
“Test edilmeli,” diye fısıldadı nefesi tam dudaklarıma çarparken.
Kesinlikle katılıyordum!
“Evet, test edilmeli.” Derken bakışlarım gözlerine sabitlendi.
Öp beni!
Çalan kapı ile irkilerek aramızdaki mesafeyi açtık. Yazgan, hızlıca ayağa kalkarken gelen kişiye odama girmesi için seslendim. Odaya yemeğimi getiren çalışan kızlardan birisiydi. Yemeğe gitmediğim için Dilge Teyze ve Ayda göndertmiş olmalıydı.
Yazgan’ı gördüğünde şaşkınlıkla duraksadı ve hemen sonra onu selamladı. Bana dönüp gülümsemeye çalışsa da bunu başaramadı. Şaşkınlığı gizleyebileceği bir boyutta değildi. Elindekileri masama bıraktıktan sonra hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Her ikimize attığı kaçamak bakışları elbette gördüm!
Az önce öpüşecektik!
“Bu kötü oldu?” diye mırıldandı Yazgan.
Öpüşecek olmamızın farkındalığı soğuk su etkisi yarattı. Bakışlarımı onun dışında her yere çeviriyordum. Tenimin altında bir yangın vardı!
“Evet,” dedim usulca yerimden kalkarken.
Tepsiye ilerleyip içindeki yemekleri kontrol ettim dikkatli bakışlarla.
“İki kişiye yetecek kadar koymuşlar, eşlik etmek ister misin?” diye sorarken ona döndüm.
Dudakları alayla kıvrılırken gözlerimin içine dikkatle baktı. Şimdi ne diyeceğini elbette biliyordum…
“Eski Kanlar ile yemeyi tercih ettiğini sanıyordum.”
Alaycı ses tonu iç gıcıklayıcıydı. Yutkundum.
“Konumuzun kanlarla bir alakası olmadığını söylediğini anımsıyorum.” Dedim omuz silkerken.
Kahkahası kulaklarıma ulaştığında ona hayran hayran bakmadan edemedim. Pamuk gibi yumuşacık oldum. Geleceğin getireceklerinden korkuyordum ama bunun şu anı mahvetmesine izin veremezdim.
“Haklısın, yiyelim.” Dedi yanıma gelirken.
Sırıttım. Elimde değildi, baştaki tüm önyargılarımı yıkışından keyif alıyordum…
***
Yemekten sonra odamdan ayrıldı. O andan sonra ne düşüneceğimi ne yapacağımı bilemedim. Bir boşluğa düştüm. Düşünmemek için ne yapabileceğimi düşündüm. Blakinimi (Telefon) alıp ailemi aramaya karar verdim.
“Kainatım!” diyerek babam açtı.
“Canım…” dedim son harfi uzatarak.
Geleli bir hayli zaman olmuştu. Onları öylesine çok özledim ki bunu anlatmak istesem boğazım düğümlenecekti, biliyordum. İnsanın ailesinden uzakta olmaya alışabileceğini zannetmiyordum.
“Nasılsın canım kızım, hasta falan olmadın umarım. Orası aşırı soğuk olurmuş.” Dedi hızlı hızlı konuşurken.
“İyiyim ben babacığım, hasta da olmadım. Otrar’ın kışlarını özlediğim doğru ama burası öylesine soğuk ki…”
Özellikle de yeni öğrendiğim şeylerden ve içinde bulunduğum tehlikeden sonra…
“Sıkı giyin, üşütme sakın...”
Bir süre daha babamla konuştuk. Sonra annemle ve Tanla ile konuştuk. Tanla’nın anlam veremediğim soruları aklımı karıştırdı.
“İyi misin abla? Tuhaf bir şeyler olmuyordur umarım…”
“Ne gibi?” dedim gülümserken.
“Ne bileyim, olur ya hani…” diyerek geçiştirdi beni.
Ama hissediyordum. Tanla’nın bir şeyler bildiği barizdi.
“Erendiz bu aralar çok mutsuz...” diye devam etmişti sözlerine blakini yeniden alan annem. “Sanırım şu sıralar İlay ile araları kötü.”
Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. Çünkü pastanede işler iyi gitmiyordu. Evlenebilmeleri için yeterince hazır değildi Erendiz. Hem babam hem ben ona yardım etmek için çırpınsak da olmuyordu demek ki.
“Evde mi?” diye sordum hüzünle.
“Hayır, gece gündüz pastaneden çıkmaz oldu. Baban çok konuştu ama laf söz dinlemiyor senin bu abin. Bu aralar bir tuhaflaştı. Pastanedeyken onu arayıp bir konuşur musun?”
Annemi bir süre teselli ettim. Her şeyin düzeleceğine dair daima en pozitif olanımız olsa da bazen bizden bu tarz destek bekleyebiliyordu.
Ardından telefonu tekrar Tanla aldı. Onunla bir süre işi hakkında konuştuk. Bir yıl önce eğitimini tamamlamış ve bir bankada görevli olarak işe başlamıştı. Hepimizden zeki ve hırslıydı. Bu meslekte görev alabilmek için her şeyi yapmıştı ve nihayet başarmıştı.
“Yatağa her yattığımda karşımdaki boş yatağına bakıyor ve onunla konuşuyorum...” derken burnunu çekti. Fazlasıyla hassastı ayrıca, buna şaşırmıyordum elbette.
“Çok yakında terfi alır yanıma gelirsin belki,” derken gülümsemeye çalıştım.
“Keşke ama annem ve babam senin yokluğuna alışamadılar, ben de gelirsem çok üzülürler.” Diye mırıldandı.
“Geleceğimiz için en iyisi ne ise onu yapmalıyız, ablacığım.” Derken aklıma kim olduğum, yapmam beklenenler geldiğinde ürperdim.
“Bazen çok garip olaylar yaşıyor ve açıklayamıyorum, hafta sonu gelsene bir gün.” Dedi usulca Tanla. “Seninle konuşmak istediğim bazı şeyler var.”
Sanırım açılıyordu. Bana söylemeye cesaret edemediği o şeyi deli gibi merak ettim.
“Şimdi söyle!” dedim merakla.
“Blakinde olmaz,” derken kıkırdadı. “Merak et!”
Bir süre daha Tanla ile konuşmaya devam ettik. Ona aşkını ilan eden bir çocuktan bahsederken katıla katıla gülmekten kendimi alamadım. Bu sohbet çok iyi geldi bana, hele de son yaşananlardan sonra...
Güneş kalenin arkasındaki ormanda kaybolurken yatağa uzandım, ay ışığının aydınlattığı odada yatağımın cibinliğini seyrettim. Aklımı dolduran onca olay değil de elbette bugün olan yakınlıktı. Yazgan ile aramızda hiçbir şey olamayacağı barizdi. Şu kan pompalayan kalbimin ilk kez farklı bir şey için çarptığını hissediyordum. Hangi ara Yazgan’a bu gözle bakmaya başladığımı bilmiyordum. Onun bakışlarında da aynı ateşi görmüş olmak daha çok heyecanlanmama sebep oluyordu fakat...
Başlamadan bitmek zorunda olandık biz!
Dudakları zihnimin ücralarından çıkıp gözlerimin önünde dolanmaya başladığında sertçe alt dudağımı ısırdım. Kapı çalmasa o an yaşayabileceklerimizi düşününce kalbim göğüs kafesimde takla attı. Öyle bir an yaşanırsa ben kesin ölürdüm!
Yatakta sağıma döndüğümde üstümdeki çarşafı kafama kadar çektim ve düşünmemeye çalıştım. Gözlerimi kapattığım her an gözümün önüne onun yüzü düşmese daha iyi olabilirdim. Oflayarak yatakta doğrulduğumda saçlarım yüzümü örttüğü için öfkeyle onları geriye doğru fırlattım. Aklıma saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdığı an geldi. Ben iyi değildim!
Yataktan kalktıktan sonra cama ilerlerdim. Bahçeyi ayaklarıma seren camı açtığımda soğuk havayı içime çektim. Tam o an bahçeye inen merdivenleri gözüme kestirdim ve usulca camı kapatıp ayakkabılarımı giydim. Biraz hava almak bana iyi gelecekti!
Sessiz olmaya özen göstererek odamdan çıktıktan sonra parmak uçlarımda odama yakın olan kapıdan bahçeye inen merdivenlere ilerledim. Hava buz gibiydi. Üstümdeki incecik pijamalar ile sabaha büyük ihtimalle hastalıktan kıvranıyor olacaktım ama biraz hava almazsam da kafayı yiyecektim!
Bahçede biraz dolandıktan sonra kollarımı kendime sararak merdivenlere yöneldim. Bu kadar yeterliydi. Odama dönüp uyuyacaktım ve yarın da işe gidecektim.
İlk basamağa adımımı atacağım an, “Ebren!” diye fısıldayan sesi duyarak kaskatı kesildim.
“Senin için geliyor!”
Bedenim havanın soğuğundan değil duyduğum ses yüzünden ürperip titredi. Zihnimi istila eden o ses beni tüketiyordu, bir kez daha. Ama neden?
“Kaç ondan!” diye çığlık attı. “Kaç, kaç, kaç.”
Merdivenin korkuluklarına tutunurken bedenim iki büklüm oldu. Burnumdan akan sıcak sıvıyı hissettim. Bu neden oluyordu? Neden böyle bir şey tekrar başıma geliyordu. Yine ne olacaktı bana?
İlkinde değişimin bedensel olduğunu tahmin ediyordum bu sefer ne olabilirdi? Daha fazla ne olabilirdi?
“Sevdiklerin sana yalan söylüyor!”
Yalpaladıktan sonra daha fazla direnemedim ve savaşmayı bıraktım. Kalçam merdivenin mermer zeminine çarptı. Bedenim bu sefer daha güçlüydü fakat yine de direnemedim üstümdeki etkisine.
“Kaç, Ebren!” diye kükredi bu sefer ses. “Yıkım Getiren, katliam ve sen için geliyor!”
Gözlerimi siyah göğe bakarken birkaç kez kırpıştırarak kendime gelebilmeyi denesem de nafileydi. Gözbebeklerim kafamın arkasına doğru kayarken acıdan kurtulamadım. Bu ıstırap dolu acıdan değilse de soğuktan donarak ölecektim!
“Bul bizi, Ebren!”
***
Yazgan
Yemyeşil rüyam bir anda karanlığa gömüldüğünde bir ses haykırdı bilincime, beni uyandırabilmek ister gibi.
“Tehlikede!” diye çığlık attı zihnime.
Bedenim müthiş bir direnç gösteriyordu. Farkındaydım her şeyin, bilincim açılıyordu lakin uyanmama izin vermiyordu bir güç sanki.
“Uyan, Koruyucu!” diye çığlık attı aynı ses. “Vadedilmiş olanı kurtar!”
Çalan kapıyla birlikte zihnim uyandı ve bedenim yatakta sıçrarken uyandım. Üstümdeki örtüleri hışımla fırlatırken yataktan kalktım ve geleni içeri çağırdım. Bir şey olduğunu biliyordum. Beni harekete geçirtmeye çalışıyordu aynı ses.
“Efendim,” dedi içeri giren görevli.
“Saat kaç?” dedim dehşetle.
Kafamı toplamam ve Ebren’i bulmam gerekirdi.
“Gece 3.” Diye mırıldandı usulca.
“Ne oldu?”
Dolaptan bir tişört alıp üstüme giyerken bu saatte pek hayırlı bir haber alacağımı zannetmiyordum zaten. Tek temennim...
“Ebren Hanım…” diyen adamı duyduğumda o an yalpaladım.
Hayır, hayır, hayır!
Korkularım göğsüme ağırlık yaparken çıplak ayak odadan çıkıp merdivenlere yöneldim. Hiçbir şeyin bilincinde değildim. Ezbere bildiğim yolu hızla kat ederken bir el boğazıma yapışmıştı sanki. Yol ben gittikçe uzuyordu resmen. Ona bir şey olmuştu, kötü bir şey! Damarımda akan kanda hissedebiliyordum!
Odasının açık kapısını gördüğümde ağlama dürtüsü ile sarmalandım. Hışımla içeri girdiğim an gördüğüm ilk kişi Yançı oldu. Şifacıyı dikkatle dinliyordu. Başımı sağa çevirip de onu gördüğüm an öldüğümü hissettim.
Yüzüne yayılan kurumuş kanı silen kız oldukça dikkatli görünüyordu. Ölmüş gibiydi. Teni bembeyazdı, o kadar beyazdı ki damarları seçiliyordu yüzünde.
“Biri bana ne olduğunu söylesin!” diye kükredim kendime hâkim olamayarak.
Şaşkınlıkla bana dönen Yançı sonraki an dibimde bitti. “Sakin ol!” diye mırıldandı fakat umurumda değildi kimin ne düşüneceği.
Göğsümü sıkıştıran bir acı vardı, kurtulamadığım. Onu koruyamadığım için beni mahveden bir acı vardı. Çok acı vardı. Damarlarımda akan kanda, ciğerlerimde, derimin altında!
O acı çekerken ben uyuyordum!
Sinir krizi geçirmeme ramak vardı. Yançı’yı aşıp onun yanına gittiğimde göğsümdeki acının arttığını hissettim. Nefes aldırmıyordu artık.
Yanında oturan kız derhal kalktığında düşünmeden boşalan yere oturdum. Elim hemen bileğini kavradı. Nabzını kontrole derken yaşadığım rahatlamayı hangi kelime ile anlatabilirdim, bilmiyordum. Dakikalarca o yavaş nabza tutundum ve kendimi ikna etmeye çalıştım. Yaşıyordu, hayattaydı!
Teni öylesine soğuktu ki bu beni deli etti. Ona ne olduğunu, bunu kimin yaptığını öğrenmeliydim! Tahmin edebiliyordum ama bilmeye ihtiyacım vardı! Daha önce benzerini yaşamış olsam da birinden sorun olmadığını duymaya ihtiyacım vardı. Onun acı çektiğine gözlerimle şahit olmak ölüm gibiydi!
“Devriye gezenler bulmuş,” diye açıklamaya başladı Yançı. “Bahçedeki merdivenlerde! Neredeyse soğuktan donmak üzereymiş.”
İçim acıyla sancıdı. Daha önce süs havuzunda onu gördüğümde, ayin gibi bir şeyi gerçekleştirmek istercesine mırıldandığı anlamsız sözcükleri işittiğim zaman bunu sorgulamadığım için çok pişmandım. Ne yaptığının kendi de farkında değil gibiydi deşmenin mantıksız olduğunu düşünmüştüm, ne kadar aptalmışım. O zaman ki gibi engel olamamıştım, bu sefer onu koruyamamıştım!
Elimi usulca yüzünde gezdirirken buz gibi teni bana ölümü hatırlatıyordu. Onun ölümünden daha çok korktuğum bir şey var mıydı? Onu böylesine delice koruma arzum verilmiş olan görevden dolayı olamazdı. Kaderdeki konumum bu işi çok iyi başaracağım için değil, koşulsuz onun canını kendiminkinden bile önde göreceğim için verilmiş olmalıydı!
Onu gördüğüm ilk andan beri bunu biliyordum. Ebren, bu kainattaki diğer yarımdı!
“Önce bana haber verdiler, kanını ısıtarak vücut ısısını geri kazandırmak için!” dedi ima dolu bir sesle.
Bunu yapamayacağını ikimizde biliyorduk. Ebren onun güçlerine bağışıktı. Isıttığı ancak kendi kanı olurdu!
“Ben bu riski hiçbir Kan Hâkiminin göze alamayacağını belirttim. Şifacılar da ellerinden gelen her şeyi yaptı.”
Her şeyimi resmettiğim tuvali parçalamışlar gibi bir acı oturdu tam yüreğimin üstüne. Acımın keskin uçları derin çizikler açtı ruhumda. Ben nefes almak istedikçe boğazıma battı bir şeyler. İnsan sevdiği birini kaybetmenin eşiğine geldiğinde böyle mi hissederdi?
“Ona bunu yapanı bul,” dedim yalvarır bir tonda.
Her ikimizde bunu yapamayacağını bilsek bile çaresizce birbirimize baktık. Ona bunu yapan fiziksel olarak burada bile değildi…
“Bunu öğrenmemizin tek yolu, Ebren’in uyanması…”
Sesi sonlara doğru duyulmaz oldu. O ümitsizliğin zerresine bile tahammülüm yoktu.
“Uyanacak!” diye çıkıştım.
Katlanamıyordum. Kabullenmek istemiyordum gerçeği.
“Abi…”
“İşiniz bittiyse çıkın odadan!”
Kimin ne konuşacağı zerre umurumda değildi. Bu duyulsa neler olur düşünmek dahi istemiyordum. Onu koruyamamıştım… Bundan ötesi daha fazla yakamazdı canımı!
Yançı, derhal orada bulunan herkesi sessizce odadan çıkardı. Usulca Ebren’in elini tuttum. Ellerimi yakan o sıcaklığın yerini alan buz teni yüreğimi üşüttü.
Az önce kızın ellerinde olan bezi aldım ve yüzünde kalan kanı nazikçe temizledim. Beni kıyametin ortasına atmışlardı sanki. Öylesine bir ateş yanıyordu ki ciğerlerimde söndürebilecek olanın kehribar gözlerini dahi göremiyordum.
Hissettiklerimin normal olmadığının farkındaydım. İlter’e ondan uzak dursun diye söylediğim yalanın aslında gerçek olduğunun farkındaydım. Kısa sürede tüm benliğimi kendisi ile doldurmuştu. Kayıp yanımı bulmuşum gibi hissetmeme sebep oluyordu.
Hayata karşı öfkesini, gözlerinde yanan nefretini görmek için tutuşan bir yanım vardı.
Ömrümün başından beri beklediğim kişi olduğunu biliyordum. Beni tüm kusurlarımla görebilen, bundan kaçmayan… Doğru bildikleri uğruna savaşan, sevdikleri için kendinden vazgeçen… O tüm ihtişamı ile parlayan, yanan bir ateş bense etrafında pervane olmaya razı olandım…
Kırgındım kaderin böylesine çetrefilli oluşuna. Normal bir dönemde, sınıf farklılıklarının olmadığı bir toplumda tanışabilmeyi dilerdim…
O günü takip eden iki gün boyunca onun uyanmasını beklemem gerekti. Geçen sefer başına aynı şey geldiğinde bir hafta boyunca kendine gelemediğini bildiğimden sürekli ben de kendimi bununla avutuyordum fakat her geçen gün umutlarım yük gibi sırtıma biniyordu.
Yançı o gece o odada olanların kulaktan kulağa yayılmasını engellediğini söylediğinde rahatladım. Babamla uğraşmayacak olmak iyiydi. İşe gitmediğim için oldukça dikkatini çekmiştim zaten. Annemse birkaç kez ağzımı aramıştı fakat bu ara kendime izin verdiğimi söyleyerek onu geçiştirmiştim.
Yançı ile sürekli bilgi peşindeydik. Çırpınıyorduk yeni bir şey öğrenmek için. Nefret ettiğim ansiklopedilerin içine gömüldüğümü gören Yançı, bana takılmaktan geri durmuyordu.
“Fazla belli ediyorsun…”
Sözleri ile şaşkınlıkla ona döndüm. Mete, başımda durmuş bana dik dik bakıyordu. Geldiğini hissetmediğimi fark ettim. Kafam öylesine doluydu ki…
“Ne ara geldin?” derken yerimden kalkıp ona sarıldım.
“Bunu benden iyi bilmeliydin.” Dedi ciddi bir sesle.
“Kafası dolu,” diyerek ilk kez hayrıma bir kelam etti Yançı.
Mete’nin tek kaşı havalandı. Bana bakarken gözlerinde kuşku dolu ifadeler vardı. Aslında ne olduğunu her ikisi de çok iyi biliyordu.
“Beni korkutuyorsun.”
“İnan ki beni de!” diyerek ona katıldı elbette Yançı.
Zaten ondan daha fazla benimle aynı safta olmasını ben de beklemezdim! Mete ile tepemde durup bana dik dik bakmayı sürdürdüler. Onlara umarsız bir ifade ile baktım. Ne istiyorlardı?
“İşe gitmediğini duydum,” diye başladı sözlerine bu sefer.
“Olabilir?” dedim tek kaşımı kaldırarak merakla.
“Söz konusu sensen, olamaz.” Dedi bastıra bastıra.
Gözlerimi devirdim. Bu kadar abartmaları inanılır gibi değildi. Endişeliydim, elbette endişeliydim. Ebren’e ne olduğunu bilmiyordum, bulamıyordum da! Nasıl normal davranmamı bekleyebilirlerdi?
Cevap vermeden yeniden ansiklopediye gömdüm kendimi. İkisi ile aynı anda uğraşabilecek enerjim yoktu.
“Büyük bir sorun var,” diye devam etti Yançı.
“Görebiliyorum!” diyerek onu onayladı Mete.
“Beni rahat bırakmaya ne dersiniz?” derken bakışlarımı ikisine çevirdim.
Mete’nin açık mavi gözlerinden görülüyordu bunu yapmayacaklardı.
“Uyanacak,” diyerek beni teselli etmeye başladı birden Yançı. “Biliyorsun sen de uyanacak.”
Başımı olumlu anlamda salladım. Evet, biliyordum. Savaşmadan pes etmesini beklemezdim. Fakat yine de o an gelene kadar daha fazla zorlanıyordum. Uyandığını görmeye ihtiyacım vardı!
Oturduğum sandalyeden usulca kalktım ve kütüphaneden ayrıldım. İkisinin de peşimden geldiğini biliyordum. Endişeden kafayı yememden korkuyorlardı ama elimde değildi. Bunu kimseye belli etmemeye çalışmak, Ebren’in neden hâlâ uyanmadığının açıklamasını yapmak çok yorucuydu.
Düşünceli bir şekilde koridorda yürürken adımlarım beni yine ona götürüyordu, biliyordum. Bakışlarım duvarlardaki fresklerde oyalanıyordu. Arka bahçeye çıkmak isterken son anda aklıma gelmiş gibi geri döndüm ve Ebren’in odasına yöneldim.
“Abi…” dedi Yançı fakat onu umursamadım.
Kapısını tıklattıktan sonra usulca açtım ve içeri girdim. Başında bekleyen kız anında oturduğu yerden kalkıp selam verdi. Burada uzun vakit geçirmeme alışıktı. Bu yüzden sessizce odadan dışarı çıktı. Bense ona doğru adımladım. Onu öyle görmek çok zordu. Hiç uyanmama ihtimalini biliyor olmak beni içten içe parçalıyordu.
Yatağına oturduktan sonra elim her zaman ki gibi önce bileğine uzandı. Bunu her seferinde yapmak zorunda hissediyordum yoksa rahat edemiyordum. Nabzının yatıştırıcı ritmini hissetmeye, dakikalarca onu dinleyerek yaşadığına ikna olmaya ihtiyacım vardı.
Gözlerimi kapatıp huzurla nefes aldım. Parmak uçlarım bu sefer alnına yöneldi. Saç tutamlarını yüzünden uzaklaştırdığım esnada mırıldandığını duydum. Teninin ısısı o gecedeki gibi ölüm soğukluğunu anımsatmıyordu. Nasıl korkutmuştu beni Ufak Yıldız…
Mırıldanmaları devam ettiği esnada, “Hayır!” dediğini işittim. Bakışlarım merakla çehresini taradı. Yüz ifadesi acı çeker gibiydi ve gördüğüm an kaşlarım derin bir şekilde çatıldı. Ellerim eline doğru yöneldi. Bileğini kavrayıp yeniden nabzına baktığımda oldukça hızlandığını hissettim. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
Bileğini tutam elimi hışımla kavradığında şokla bedenim kasıldı. Hissettiğim güç beni bir anda ele geçirdi ve tüketti. Kanımda akan tüm gücü emdiğini hissederken boştaki elimi yatağa koyup dengemi sağlamaya çalıştım. Tek dokunuşuyla tüm gücümü emmişti, aynı bir Kankıran gibi…
“Ebren!” derken sesim zar zor duyuldu.
“Kaç!” diye fısıldayan sesini işittim.
Elimi ondan kurtarmazsam beni öldürecekti!
Fısıltı Kahinlerinin zihnime fısıldadığı ilk an direnç gösterdiğim için beni tüketen acı ile aynı değildi. Bu his bundan çok fazlasıydı! Gücüme, varlığıma alenen yaptığı bir saldırısı söz konusuydu. Kanımdan gücümü emiyor, beni Eski Kan’a dönüştürüyordu!
Elimi nihayet elinden kurtarmayı başardığım an yalpalayarak yere düştüm. Ellerim daha fazla beni dengede tutamadığı için yana doğru devrilmeme engel olamadım. Tenimin altında bir acı yanıyordu resmen!
“İlter!” diyerek nefes nefese yatakta doğrulduğunu gördüm.
Dehşete kapıldım. Umuyordum ki Yançı ve Mete’den başkası onu duymamıştır! Prensin adını bu şekilde dillendirildiği duyulursa başımız belaya girerdi.
“Ebren…” dedim doğrulmaya çalışırken.
Sarsılmıştım. Hissettiğim acı öylesine yoğundu ki o gücün beni yavaş yavaş öldürdüğünü hissedebildim. Ebren’in Soylu Kanı yalnızca dokunuşuyla bile öldürebileceği düşüncesi beni dehşete düşürdü.
“Sen…” dedi ve durdu.
Yatağa, yanına oturduğum an irkilerek geri çekildi. Onu korkutmak istemiyordum. Tekrar bana dokunmasını da istemezdim açıkçası. Neler yapabileceğin habersiz oluşu onu daha fazla tehlikeli kılıyordu. Gözleri şaşkınlıkla kapının önünde bizi izleyen Yançı ve Mete’ye döndü.
“Ne oldu?”
Beni öldürebileceğini bildiğim halde onu tutup kollarımın arasına çekmeme engel olamadım. Öylesine korkmuştum ki onu kaybetmekten…
Onu koruyamamış olmanın verdiği suçluluk ile tüm dünyayı yakabilirdim!
“Çok korktum,” diye fısıldadım, dudaklarım saçlarının tepesine dokundu. “Sen söyle, ne oldu?”
Duraksadıktan sonra kollarımı gevşettim. Benden hafifçe uzaklaştı ve düşünmeye başladı. Şaşkındı, aklını dolduran anılar ile yüzünü buruşturdu.
“O gece dolaşmak için bahçeye çıktım,” diye fısıldadı usulca. “Yine aynı ses fısıldadı zihnime. Bedenim müthiş bir şekilde karşı koymaya çalıştı, deli gibi onları kafamdan uzaklaştırmak istedi ve bir şekilde bilincimi kaybettim.”
Dikkatle ona baktım. Sarsılmıştı. Bir şey olmuştu!
“Sonra?”
“Sonrasında ise gözlerimi açtığımda çok garip, daha önce kimsenin bilmediğine emin olduğum bir yerde buldum kendimi.” Derken duraksadı.
O esnada Mete ve Yançı odadan çıkarak bizi baş başa bıraktı. Bunun üzerine Ebren, yaşadıklarını detaylıca anlatmaya başladı.
Sonlara doğru geldiğinde sessizleşti. Ona bakmayı sürdürüyordum. Oldukça kötü görünüyordu. Bu yüzden benim konuşmam gerektiğini düşündüm.
“Elimi tuttuğun an…” diyerek duraksadım. Korkmasını istemiyordum ama merakla bana bakıyor olduğundan konuşmam gerektiğini biliyordum. “Tüm yeteneğimi emdiğini hissettim. Beni savunmasız bıraktın.”
Gözlerini kırpıştırırken şaşkınlıkla bana baktı. Sonra elini bana doğru uzattı. Eli ile yüzüm arasında çok az bir mesafe kaldığı an durdu. Bunu yapmaması gerektiğini, yanlış olduğunu o da biliyordu ama onu durduranın bana zarar vermekten korkması olduğunu biliyordum.
Elini korku ile geri çekti. Gözlerini de benden kaçırdığı an boşlukta sallanır gibi hissettim.
“Herkese zarar veriyorum,” diye mırıldandığı an gözlerinin dolduğuna şahit oldum. “Onları bulmamı istiyorlar.”
Kaşlarım derin bir şekilde çatıldı. Onları bulmamız gerekiyordu!
“Nerede olduklarını bilmiyoruz,” derken bana bakmasını istiyordum. “Bize yol göstermeleri gerekecek!”
Kızıl bakışları bana çarptığında ruhumda bir sızı hissettim. O an kafasından ne geçtiğini çok iyi biliyordum ama buna izin vermeyecektim! Geleceğin bilinmezliğine tek başına gitmesine asla izin vermezdim!
“Onları tek başıma bulmalıyım,” dedi usulca. “Daha fazla zarar görmenize müsaade edemem.”
“Seni hiçbir koşulda yalnız bırakmayacağım, Ebren.” Derken sesim titrese de oldukça netti. “Bunu biliyorsun değil mi?”
Başını olumlu anlamda salladı. Ona bakarken içimi sıkan bir his peyda oldu. Gidecekti! Bensiz gidecekti! Buna asla izin vermeyecektim…
“Bir şey daha öğrendim fakat gerçek olduğuna inanamıyorum!”
Sözleri ile merakla ona döndüm. Canını sıkan farklı bir şey olduğu belliydi ve oldukça merak ettim.
“Ne öğrendin?”
“Babam,” dedi ve duraksadı.
Ardından başını iki yana sallarken elleri ile onu kavradı. Bunu söylemek ona acı veriyor, bunu hissedebiliyordum.
“Babam da sizden biriymiş…” diye mırıldandı artık söyleyip kurtulmak istercesine.
Ona bakakaldım. Sizden biri diyerek kast ettiği Soylu Kan olmalıydı. Bu mümkün değildi! Ebren’in bir Soylu Kan olmadığına emindim. Babası bir Soylu Kansa bile onun ve kardeşlerinin Eski Kan olarak doğmaları imkânsızdı! Soylu Kan ve Eski Kan birleşimi istisnasız bir Soylu Kan doğumuyla sonuçlanırdı. Onları her ne kadar kendi aramızda melez oldukları için dışlamış olsak da… Onun ve kardeşlerinin Soylu Kan olmaları gerekirdi!
“Sen ve tahminimce kardeşlerin Soylu Kan değilsiniz, bunu ben de Yançı’da biliyoruz! Bu imkânsız!”
Olumlu anlamda başını salladı. Bakışları kucağında duran ellerine kaydı. Yutkunurken söyleyeceği şeye vereceğim tepkiyi hesaplar gibiydi. Bu imkânsızdı!
“O bir Fısıltı Kâhini!”