Bana bakmasını istiyordum. Neden bana bakmıyordu?
“Bana bak!” dedim sert bir tonla.
Yazgan oturduğu yerde bir anda dikleşti ama bana bir şey söyleyemezdi.
Şaşkın ama bir o kadar öfke dolu kızıl gözlerini bana çevirdi. Tavrımdan, Soylu Kanlardan nefret ediyordu. Bunu o kızıl gözlerinde oldukça net görebiliyordum. Bakışlarında özgüvenin, sonumu getirecek duyguların emaresi bile yoktu. Karşımda cesurca beni yenebileceğini söyleyebilen o kadından oldukça uzaktı.
“İlter,” dedi Yazgan uyaran bir tonla.
Herhangi bir yanlışa yeltenmem olacakları umursamadan beni kanımda boğmasına sebep olabilirdi. Bugün değil, dostum…
Parmaklarım sihrimi açığa çıkartmak için hareketlendiği esnada Yazgan’ın derin bir nefes aldığını hissettim. Her ikisi de oldukça savunmasızdı. Etrafımdaki gerçekliği bir anda değiştirmeye başladım.
“Kim olduğumu biliyor musun?” diye sordum sesimdeki ölüm naralarıyla.
Yazgan ne yaptığımı ilk anlayan oldu. Karşımdaki kadınsa gözlerime anlam veremeyen ifadelerle baktı.
“Yapma!” diye sakince uyardı beni Yazgan.
“Cevap ver!” dedim yüksek sesle.
İrkildi. Gözlerini kırpıştırırken Yazgan’ın harekete geçmesi gecikmedi.
“Hayır, efendim.” Dedi usulca Ebren.
“Nerede olduğumuzu biliyor musun?” diye sordum merakla.
“İlter!” diyen Yazgan beni yeniden ikaz etti.
“Hayır, efendim.” Dedi buna rağmen Ebren.
Bakışlarında bir şaşkınlık, yaşadığı olaya rağmen gerginlik yoktu. Bu garipti işte.
Mekân gözlerimizin önünde değişiyordu. Artık Yazgan’ın odasında değil sarayın en sevdiğim bahçesindeydik. Üçümüzde ayakta ve aynı konumlarda birbirimize bakıyorduk.
Üstümde her zaman olmasına alışık olduğum şaşaalı kıyafetler, başımda kim olduğumu haykıran tacım vardı. Dudaklarım keyifle kıvrıldı.
“Şimdi tanıyor musun?”
Gözlerini kırpıştırarak cevap vermeden boş boş suratıma baktı.
“Hayatında daha önce saraya gitmedi, İlter. Sarayın bahçelerinden birinde olduğumuzu nasıl anlayabilir?” diyerek araya girdi Yazgan.
Dikkatim dağıldı ve ona döndüm. Ne oluyordu burada?
Yüzünde dehşet dolu bir ifade ile Yazgan’a dönen Ebren’i dikkatle izledim. Şaşırdığı suratından belli oluyordu.
“Seni bu kıyafetlerle ve başındaki taçla ancak göreç (Televizyon) ekranlarında görebilirdi fakat bildiğin gibi onların bu gibi elektronik eşyalara erişimi kısıtlıdır.”
“Bağışlayın, majesteleri,” diyerek reverans yaptı Ebren. “Kendinizi tanıtmadığınız için maalesef ki sizi tanıyamadım.”
Bunun sebebinin daha farklı bir şey olduğuna emindim ama onun ne olduğunu bilmiyordum. Burada dönen başka bir şey vardı fakat şu an ilgim yalnızca Ebren üzerindeydi.
Nasılsa öğrenecektim onun kim olduğunu!
Ebren
“Yıkım Getiren...” diye zihnime fısıldayan sesi işittiğimde irkildim. “Kafasında bir taç, üstünde her zaman ki kraliyet kıyafetleri var. O Prens İlter.”
Hayretle karşımdaki adama bakakaldım. Bana hâlâ aynı şekilde görünüyordu. Yazgan’ın söyledikleri ve zihnime fısıldayan ses ise tam aksini söylüyordu.
“Bağışlayın, majesteleri,” diyerek ayağa kalktım ve reverans yaptım. “Kendinizi tanıtmadığınız için maalesef ki sizi tanıyamadım.”
“Oldukça cesursun, Ebren.” Derken bakışlarını üzerimde hissediyordum. “Bunu sevdim.”
Her sözüyle Yazgan biraz daha geriliyordu. Kendine hâkim olabilmek için fazla çabaladığı da barizdi. Az önce yaşananları anlayamıyordum. Oldukça anlamsız geliyordu. Kraliyet soyu olan Pars Soylu Kanı Gerçekliğin Hâkimleriydi. Mekânın gerçekliği ile oynayarak bizi Yazgan’ın da söylediği gibi sarayın bahçelerinden birisine getirmiş olmalıydı. Oldukça tehlikeli bir yetenek olmalıydı, beni etkileyemediği için tam da emin olamıyordum.
Yazgan ve zihnime fısıldayan ses olmasa her şeyi mahvedeceğimi fark ettim. Gücüne karşı bir tür bağışıklığım olmalıydı çünkü beni etkileyememişti.
“Memnun musun işinden?” diye bir anda sordu.
“Yıkım getiren...” diye fısıldadı şiddetle zihnime aynı ses.
“Evet,” derken buldum kendimi. “Ailemi fazlasıyla özlesem de işimi yapmaktan mutluyum.”
“Tek sözünle Yazgan onları da buraya getirebilir, eğer istersen tabi...”
Her sözüyle sinir uçlarıma dokunuyordu. Konumunun verdiği her türlü yetkiyi kullandığına dair bir his doğuyordu içime. Onun gözünün içine bakmamı istiyordu ama asıl istediği aşikârdı.
Boyun eğmemi istiyordu!
Neden?
“Kimsenin düzenini bozmak istemem.” Diye mırıldandım rahatsız bir şekilde.
“İçimden bir ses çoktan herkesin düzenini bozduğunu söylüyor...” diyerek ayaklandı.
Ona hayretle bakakaldım. Sivri dilliydi. Prensti ve içimden bir ses onunla bir nedenden karşı karşıya olduğumuzu fısıldıyordu. Bunu şimdilik bilmiyordum ama öğrenecektim!
Yazgan ile vedalaşmalarını izledim. Onlarla beraber ayaklandım. Bir köşede bu gerilim dolu anların bitmesini diliyordum. Kendimi aşırı rahatsız hissediyordum. Bakışlarım endişe ile Yazgan’ın üstünde dolaşıyordu. Artık bildiklerini benimle paylaşmasının zamanıydı! Çünkü tehlike içinde olduğumu biliyordum, Yazgan ise daha fazlasını biliyordu!
Kaderimizde olan yalnızca bizi değil daha fazla insanı etkileyecekti, hissedebiliyordum. Pars Soylu Kanının mide bulandırıcı yeteneğinden etkilenmiyordum. Bağışıklığım vardı. Bu nasıl mümkün olabilirdi?
“Tanıştığımıza memnun oldum, Ebren.” Diyen prens tam karşımda durduğunda bana doğru uzattığı ele şaşkınlıkla baktım.
“O şeref bana ait,” derken bu sefer korkusuz görünmeye çalışarak gözlerine baktım. Gözlerimde alev almış cesareti ilk kez o an gördü!
“Yeniden görüşeceğiz gibi hissediyorum,” dedi keyifle sırıtırken.
“Hayatın karşımıza çıkaracaklarını bilemeyiz, majesteleri.”
“İnan bana,” dedi aramızdaki mesafeyi kısa bir an azaltırken. “Bazen biliriz!”
Sözleri ürperticiydi. Tek kelime anlamasam da beni korkutabilmeyi başarıyordu. Onlar odadan çıkarken izlemekle yetindim. Yazgan da odadan çıktığında bugün bu odada bir kez daha yalnız kaldım. Az önce yaşananları düşünmemek elde değildi.
Yaşananlara tek başıma anlam verebilmem imkânsızdı. Yazgan geldiğinde artık konuşmamız gerekecekti. Aklımı kaçırmak üzereydim. Ben nasıl Pars Soylu Kanının gücüne bağışık olabilirdim?
Yeniden oturup onu beklemeye başladım. Dakikalar geçiyor fakat o gelmek bilmiyordu. Sabrım da giderek tükeniyordu. Neyi geciktiriyordu?
Hışımla yerimden kalkıp kapıya yöneldim. Elimle kapı kolunu kavradığım an açılıveren kapı ile afalladım. Bir iki adım geri gidip tam karşımda duran adama dikkatle baktım.
Aklı karışmış gibi görünüyordu. Beni gördüğü an duraksadı. Bakışları bir müddet yüzümde oyalandı. Ardından neden burada olduğumu anlayıp usulca odaya girdi ve arkasından kapıyı kapattı. Bakışlarını bana çevirmekten kaçınsa da yine de tam önümde durdu.
“Fark ettim,” dedi hiç oyalanmadan. “İlter’in gücüne bağışıksın.”
“Bu nasıl mümkün olabilir?” diye sorarken aklımı kaçırmama ramak vardı.
“Anlamaması iyi oldu.” Diye mırıldandı kendi kendine. Beni duymuyor gibiydi.
“Neden Pars Soylu Kanının gücüne karşı bağışıklığım var?”
Bu sorunun cevabı benim için muammayken onun bilmesi can sıkıcıydı. Bir yangının ortasındaydım ama her şeyden bihaber! Böylesine büyük bir tehlikenin içerisindeysem her şeyi bilmem gerekmez miydi?
Başını iki eli arasına aldı. Dağıldığı ve onun da şaşırdığı aşikârdı. Yorgun görünüyordu ama bu konuşmayı erteleyemezdik. Artık konuşmamız şarttı!
“Bilmiyorum,” dedi nihayet çaresizlikle. İki eliyle saçlarını çekiştirip bakışlarını bana dikti. “Neden kaderin bizle böyle bir oyun oynadığını ve senin neden birçok Eski Kandan farklı olduğunu bilmiyorum, Ebren.”
Buna inanmamı bekleyemezdi. Bildiği bir şeyler olduğu kesindi benden bu sefer kolay kolay kaçamayacaktı!
“O zaman bildiklerinizi anlatın, hiç olmazsa deneyin.” Dedim çaresizlikle. “Ben bunca bilinmezliğin içerisinde artık yolumu bulamıyorum. En azından bildiklerinizi anlatırsanız bir yola girebilirim!”
Nefes nefese kaldım. Aysız geceyi andıran kara bakışlarını yeniden bana çevirdi. Onun da en az ben kadar dağılmış olduğunu görebiliyordum. O da ben gibi bir kapana sıkışmış gibi bu kadere sıkışmıştı. Birbirimiz dışında bize yardım edebilecek kim vardı ki?
“Bir kehanet var, “dedi sonunda pes ederek. Bu sırrı tek başına taşımaktan yorulmuş görünüyordu.
Dudakları aralandı ardından yeniden birbirine bastırdı. Konuşmakta zorlandığını görebiliyordum ama artık susamazdı!
“Ne kehaneti?” dedim şaşkınlıkla.
“Kan Çağı Kehaneti.”
Sözlerini işittiğim an ürperdim. Tüylerim diken diken olurken aynı ses zihnimin içine fısıldadı. “Senin zamanın geldi…”
Kaskatı kesildim. Ona dehşetle bakarken aklımda dolanan onlarca düşünce ürpermeme sebep oldu. Tüm bunları biliyor muydu?
“Bilinmez bir sebeple hastaneye kaldırıldığın o gece, yaşadıklarının benzerini ben de yaşadım.” Dedi sakin kalabilmek için derin derin nefes alırken. “İlter bile yaşadı!”
Titrediğimi hissettim. İlter mi?
“Sen bir Eski Kan olduğun için maruz kaldığın zihin saldırısı yüzünden bir hafta boyunca kendine gelememiş olmalısın fakat ben yalnızca iki gün boyunca kendimde değildim. İlter de aynı şekilde.”
“Aklım daha da karıştı.” Diye itiraf ettim.
Sözleri kafamdaki düğümü çözmenin aksine daha fazla düğümlenmesine sebep oluyordu çoğu şeyin. Daha yalın bir şekilde anlatmasına ihtiyacım vardı.
“Dengeyi ve adaleti sağlayacak olan yeryüzüne gelecek. Gücünü kanından alanlar da hesap verecek. Ucu göğe uzanan kalelerinin dibine gömülecek. Dengeyi ve adaleti en güçlü olan duygu sağlayacak.”
Sözlerini tamamladığında bakışlarını yeniden bana çevirdi. Vereceğim tepkiyi merak ediyor olmalıydı.
“Kehanetin bildiğimiz kısmı bu.”
Kendince açıkladığı hiçbir şeyi anlamlandıramıyordum. Kehanetin sözlerinden bir anlam çıkartamıyordum çünkü aklım darmadağındı!
“Bildiğinizin dışında bir Soylu Kan yeteneği daha var.” Diyerek bana baktı.
Şaşkınlıkla ona bakakaldım. Bundan bizim nasıl haberimiz olmazdı?
“Onlara Fısıltı Kâhini denir. Darhan Soylu Kanının aksine onlar geleceği değişken ve anlık görmezler. Onlar geleceğin ta kendisini milyonlarca olasılığıyla birlikte görebilirlermiş. Bunu görebilmek için sana dokunmalarına gerek yokmuş. Geleceğe doğrudan ulaşabilir ve tüm olasılıklarıyla görebilirlermiş.”
Bu yeni bilgi oldukça şaşırtıcıydı. Bundan nasıl haberimiz olmazdı ve onlar yüzyıllar boyu nasıl bunu saklayabilirlerdi? Peki onlar neredeydi?
“Neden onlardan kimsenin haberi yok?” diye sordum merakla.
Şaşırmak eylemi benim için o an basitleşti. Yazgan’ın ağzından çıkan her sözle bu eyleme yeni bir boyut ekleniyordu benim nazarımda.
“Kan Çağı başlamadan önce buna karşı çıkan tek Soylu Kan onlarmış ve tarafsız kalmayı seçmişler.” Diye açıkladı sakince. “Savaşın henüz başındayken kehanetlerini fısıldayarak sırra kadem basmışlar. Yüzyıllardır onlardan birini gören, isimlerini dahi duyan olmamış.”
Başımı olumlu anlamda salladım. Dağılmış hissediyordum ve toparlanamıyordum ama önemli değildi. Daha fazlasını öğrenmeliydim.
“Başka?”
“Bilmiyorum,” dedi bitkin bir sesle. “Onlar hakkında bilinenler bundan ibaret. Seni bulmadan önce onlara ulaşmayı denedim ve elbette başarısız oldum. Yüzyıllar evvel onlar hakkındaki her şey onlarla birlikte ortadan kaybolmuş.”
“Benden ne istiyorlar?” diye sordum öfke ile.
Bakışları endişe ile üstümde dolaştı. Duyacaklarımın hoşuma gitmeyeceğini o an anladım işte.
“Onlardan geriye kalan ve son zamanda hortlayan tek şey Kan Çağı Kehaneti. Savaşın ilk döneminde ortadan kaybolduktan kısa bir süre sonra bu kehanet ortalıkta dolanmaya başlamış. İnsanların zihnine fısıldamışlar.”
“Ve ortadan kaybolmuşlar öyle mi?” diye sordum.
Oldukça mantıksız geldi. Dünyanın yaşanabilir kara parçalarında bizler yaşıyorduk. Her toprağın sahibi Soylu Kanlardı. Her ülke aynı sistemle yönetiliyordu. Onlar mutlak gücün sahibiydiler. Fısıltı Kahinlerinin öylece ortadan yok olmasının mantıklı hiçbir yanı yoktu. Yaşayabilecekleri bir Dünya yoktu bildiğimizin ötesinde!
“Evet, bir anda yok oluvermişler!”
“Benim bu kehanetle alakam nedir tam olarak?”
Sorumla bakışlarını kaçırdı. Bu soruya cevap vermek istemediği aşikârdı ama cevap vermek zorundaydı! Kaybolmuştum, önümü göremiyordum. Artık bilmeliydim, kim olduğumu ve görevimi bana söylemekle yükümlüydü!
Gözlerini yumup derin bir nefes aldı. Eliyle burun kemerini sıktı. Söyleyeceklerini söylememek için direnen bir yanı olmalıydı.
“Bahsettikleri sensin, Ebren!” diye patladı bir anda.
Hayretle ona bakakaldım. Bu da ne demekti?
“Bahsi geçen Vadedilmiş olanın, Güneş, Ay ve Şira (Sirius) Büyük Kavuşumu esnasında yıldızların en parlak olduğu gecede dünyaya geleceğini ve gücünü kanından değil, bu kavuşum sırasında açığa çıkan kutsal enerjiden alacağını söylediler.”
“Bu da ne demek?” diye yükseldim kendime engel olamazken.
Öfke tenimin altında karıncalanan bir his gibi yayılıyordu damarlarımda akan kanımda. Boğulduğumu hissediyordum. Duvarlar şimdi üstüme üstüme geliyordu. Bu olamazdı! O ben olamazdım, olmamalıydım! Ben bir Eski Kandım. Ben bir hiçbir şeydim, hiç kimseydim! Ben bir hiçtim! Tüm geleceği benim omuzlarıma yük diye koymuş olamazlardı…
“Vadedilmiş olan sesin, Ebren!” dedi kısık bir sesle. “Sen o gece de doğdun.”
7 Gorffennaf* (Temmuz)
Geçen her saniye sanki saatler kadar uzadı. Nefes alabilmek adına artık daha fazla çabalıyordum. Elimi göğsüme koydum ve derin bir nefes almaya çalıştım fakat başaramadım. Kesik kesik nefes alabiliyordum yalnızca.
Gözlerime yaşlar dolarken ona arkamı döndüm ve camdan dışarı baktım sakinleşmek için. Patlayacak gibi hissediyordum. Nefes almam gerekiyordu!
“Ebren…” diyen endişe dolu sesini suyun altından duyuyordum sanki.
Gözlerimi yumdum ve paniğin bedenimi terk etmesi için sakinleşmem gerektiğini hatırlattım kendime. Her ne oluyorsa da sakin kalmalıydım. Panik atak ile kasıldım.
“Sakin ol.” Diyen sesinin ardından omzuma dokunan eli patlamama sebep oldu.
“Bana dokunma!” diye çığlık attım bir anda nedensiz.
Sesim öylesine yüksek çıktı ki açık gökte çakan şimşeğin bile sesini bastırdı. Ardından sehpanın üstünde duran porselen bardaklar iğrenç bir sesle parçalandı. Yazgan’ın başarılarının sergilendiği duvardaki çerçevelerin camları patlarken birer birer yere düştüler ve dehşetle her şeyin ortasında öylece kalakaldım.
Tüm ses kesilirken korku dolu gözlerle karşımdaki adama baktım. Ben dehşete kapılmıştım yapabildiğim şeyi gördüğüm an fakat o oldukça sakindi. Yeniden bana yaklaştı ve iki elini omuzlarıma yerleştirerek şefkatle yüzüme baktı. Bir şeyler mırıldanıyordu fakat hiçbir şey duymuyordum.
Derin derin nefes almaya çalışırken paniğin yavaş yavaş bedenimi terk ettiğini hissettim. Onunla birlikte derin derin nefes alıp verirken baktığım tek yer gözleriydi. Kara irislerindeki gri hareye odaklandım. Dakikalarca bu şekilde kaldık ta ki ben sakinleşene kadar.
“Derin derin nefes al,” diyen yumuşak ses tonunu duydum nihayet. “İşte böyle, Ufak Yıldız.”
Gözlerimi yumup dediğini yapmaya devam ettim. Saniyeler sonra beni saran kolları ile bir şaşkınlık dalgasıyla sarsıldı bu sefer de bedenim. Bugün onu fazlasıyla yoruyordum açıkçası.
“Görevlerimizi ve konumlarımızı bilmiyorum.” Diye mırıldandı usulca. “Bildiğim tek şey seni korumak zorunda olduğum. Her şeyden, herkesten ve kendimden bile çünkü bunun benim kaderim olduğu fısıldandı bana da!”
Gözlerimi yumup alnımı göğsüne yasladım. Rahatlatıcı ve bir o kadar güven vericiydi sarılışı. Ellerimle sıkıca kabanının ceplerini kavramıştım ve sakinleşmeye çalışıyordum.
“İlter senin varlığına çekiliyor. Seni rüyalarında, vizyonlarında görüyor. Kaderin üç ucundayız. Tüm bunların o da farkına varacak. Benim çözdüklerimi yakında çözecektir. Bir karar vermek zorunda kalacağız ve bunun ne olduğunu şu anda ben bile bilmiyorum.” O sözlerine devam ederken ben giderek rahatlıyordum.
Mayıştıran bir sesi vardı. Sakinleşmemi sağlıyordu. Ona minnettardım. Sıkıştığım bu kuyudan beni kurtarmak için tek çabalayan olmuştu!
“Şimdi ne olacak?” dedim fısıltı halinde çıkan bir sesle.
“Darhan Soylu Kanından olan herkesin rüyalarına sen fısıldandın. Zamanının geldiği müjdelendi. Kralın bundan haberi var fakat pek önemsemiyor gibi geldi bana.” Dedi beni bedenine biraz daha bastırıp elini saçlarıma çıkarttığında. Usulca saçımı okşayışı mideme bir yumruk yemişim gibi hissettirdi. “Bir kız rüyalarında sürekli İlter’i gördüğünü söyledi ve geleceğini görebilmek için elini avuçlarına aldı. Bunu yaptığı an daha önce kimsenin görmediği bir güç ile geleceğe dair vizyonlar gördük.”
Bundan sonrasının canımı sıkacağına emindim. Gördükleri vizyonlar içinde alenen benim olmayacağımı çok iyi biliyordum. Fısıltı Kahinleri her kimse beni ifşa etmeyeceklerdi.
“Bir savaş gördük, Ebren. Daha öncekilerine hiç benzemeyen son bir savaş. Tam bir kaos! Tam ortasında da İlter vardı.” Dediği esnada titrediğimi hissettim. Bunu o da fark etmiş olacak ki beni saran kolu sıkılaştı. “Dünya yeniden bir kıyamete sürükleniyor ve bunu durdurabilecek tek şey sensin bence!”
Teşekkürler, daha fazla paniklememe sebep oldun!
Nasıl bir tepki vermeliydim? Böyle bir şeyi nasıl kabullenir, nasıl inanabilirdim?
“Ben bir hiçim.” Diye mırıldandım korkumu gizleyemediğim bir sesle.
“Sen insanlığın son umudusun!” dedi inançla.
Sözlerinden sonra kendimi kahkaha atarken buldum. Sinirlerim bozulmuştu! Bu doğru olamazdı, olmamalıydı!
Usulca ondan uzaklaştıktan sonra kahkaha atmaya devam ettim. Gözümden yaş gelene kadar güldüm. Bu bir şaka olmalıydı, eşek şakasıydı ama yine de komik bir şakaydı sadece! Gerçek olamazdı, tüm bunlara inanamazdım!
Şaka olmasına ihtiyacım vardı!
“Otrarlı basit bir Eski Kandan gelme ben mi?” dedim kahkahalarımın arasında. Aklımı kaçırmak üzereydim!
Arkama dahi bakmadan kaçmak istiyordum, bir daha asla geri dönmemek üzere!
“Sen Vadedilmiş olansın, Ebren.” Dedi benden daha çok inanan bir ses tonuyla. “Kulağa korkutucu, alışması zor geldiğinin farkındayım ama içten içe senin de bildiğin gibi… Senin zamanın geldi!”
Sözlerini işittiğim an taş kesildim. Zihnime fısıldanan onun da zihnine fısıldanıyordu. Tüm bunlar gerçekti her ne kadar öyle olmasını istemesem de. Ben oydum!
Ben Vadedilmiştim!
“İlter’in ve belki de bizlerin bile gücüne karşı bağışıklığın var! Yakabiliyorsun, öfkeni kontrol etmediğinde bir şeylere dokunmadan onları patlatabiliyorsun…”
Duraksaması ödümü kopardı.
“Doğa olaylarına müdahale edebildiğinden şüpheleniyorum!”
“Bu hiç komik değil!” dedim ağlayacaktım artık.
“Biliyorum.”
Yapabildiğim tuhaf şeylerin farkında olduğunu biliyordum ama sesli söylemesi ile aynı şey değildi. Altüst oldum. Çok fazla geliyordu. Öğrendiklerim, sindirmek zorunda olduklarım ve kabullenerek harekete geçmem gerektiği gerçeği çok ağır bir yüktü omuzlarıma. Bunca şeyi nasıl yapacaktım ben?
Korkuyordum! Başıma geleceklerden değil, benim yüzümden insanların zarar görebileceği gerçeğinden. Hep böyle olurdu. Sıradan bir insan aslında pekte sıradan olmadığını öğrenirdi ve ilk zarar gören yakınları olurdu!
Ben gibi basit bir Eski Kan yüzlerce yıldır hüküm süren Soylu Kanları nasıl yenebilirdi ve kıyameti engelleyebilirdi?
“Ne yapacağım ben?” diye sordum nihayet çaresizlikle.
Öylesine kayboldum ki öğrendiklerimden sonra bir daha yolumu bulacağımdan da şüpheliydim. Öğrendiklerimle birlikte her şeyin daha kolay olacağını sanarak aptallık ettim. Zorlaşacağını bilmem gerekirdi! Şimdi her şey çok daha zordu işte…
“Önceliğim güvenliğini sağlamak.” Dedi tek seferde kendinden emin bir şekilde. “Ayrıca ilk olarak tüm Soylu Kan yeteneklerine karşı mı bağışıksın bunu öğrenmeliyiz. Bunun için de bize yardım edecek tek bir insan var…”
Duraksaması korkutucuydu. Yüzünü ekşittiğini gördüğümde neler olduğunu daha çok merak ettim.
“Kim?” diye sordum en sonunda bu sessizliğe dayanamayarak.
“Yançı.”
Bu durumdan hiç memnun görünmüyordu.
“Bunu ona söyleyecek misin?” diye sorarken korku dolu gözlerle ona baktım.
Ondan uzak durmam konusunda pek ısrarcı olduğunu hatırlıyordum…
“İnan bana,” dedi gözlerimin içine bakarken. “Kendisine bayılmıyorum ama bu ülkede ondan başka seni öldürmeden kanını bükebilecek birisi yok!”
Olumlu anlamda başımı salladım. Kanımı bükmek mi?
Dehşetle ona bakakaldım.
“Ayrıca çoktan çözdüğüne eminim.”
“Ne?” dedim dehşet içinde.
“Merak etme,” derken oldukça sakindi. “Sivrisinek ısırığından bile daha az canını yakacaktır. Yançı bu dünyanın görüp görebileceği en yetenekli Kan Hâkimidir!”
Bir an sonra ona güvenebileceğimi hissettim ve bunu seçtim. Sanırım birine güvenmeye ihtiyacım vardı. Yüzleşmem gereken gerçekler bana akıl almaz geliyordu. Tüm bunlara tek başıma göğüs geremeyeceğimin farkındaydım. O korkunç geceden sonra bazı şeylerin açığa çıkmasıyla rahatlayan bir yanım vardı. Artık daha aydınlıktı sanki önüm. Bir şeyin bizi beklediğini biliyordum, bir şeylerin değiştiğini de!
“Ben de mi Soylu Kan oldum şimdi?” diye sordum saf saf.
Bana bakarken dudakları geniş bir şekilde kıvrıldı. Gözlerinde gördüğüm ifadeler iç ısıtıcıydı.
“Sen bu dünyanın gördüğü en güçlü kana sahipsin ve inan bana…” dedi ceketini alıp beni de önüne katarak yürümeye başladığında. “Hâlâ nefret ettiğin bir Soylu Kan değilsin.”
Kasıldığımı hissettim. Duygularımı gerçekten bu kadar belli ediyor muydum? Neden herkes bu şekilde düşünüyordu? Onlar mı duyguları çok iyi analiz ediyordu yoksa ben mi duygularımı açık ediyordum?
“Nefret etmiyorum.” Dedim kendimi bile inandıramayan bir sesle.
“Buna inanmamı beklemiyorsundur umarım,” diyerek yanıtladı beni.
Gülümsememe engel olamadım yürürken. Masamdan eşyalarımı alıp onu cronuna kadar takip ettim. Birlikte kaleye doğru yola çıktık. Bizi bekleyen gelecek için artık daha fazla hazır hissediyordum. Gerçekleri öğrendikçe daha da hazır olacaktım. Kontrol etmeyi öğrenmem gereken birtakım güçlerim vardı, bunu artık inkâr edemezdim. Bunu nasıl öğreneceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Demek denge ve adaleti sağlayacak olandım.
“Yıkım getiren...” diye fısıldadı tekrar kulağıma o artık tanıdık gelen ses.
“Yıkım Getirenle ilgili bir kehanet var mı?” diye sordum akıp giden yolu seyreden gözlerim cronu kullanan Yazgan’a kaydığında.
Aynı bir Soylu Şımarığa benzettiğim, beni ailemden koparmak ile suçladığım adamın hayatım için uğraştığını öğrenmek oldukça tuhaftı. Suçlu hissediyordum onu bilip bilmeden yargıladığım için.
“Bir tahminim var!” dedi usulca.
Sanırım aynı şeyi düşünüyorduk!
***
Yazgan
Cronu çalışanlardan birine teslim ettikten sonra hızlı adımlarla kaleden içeri girdik. Yançı’nın odasına doğru ilerledik. Kapısının önüne geldiğimizde hiç beklemedim ve hışımla açtım. Kardeşimi orada görmeyince duraksadım.
Bir iki dakika odada onu arasam da bulamadım. Ebren, merakla beni izlemeye devam ediyordu. Aklıma gelen fikirle onu da peşimden çağırarak odadan çıktım.
“Kütüphanededir kesin,” dedim açıklama yaparak.
Kısa bir an bana bakakaldı fakat ardından peşimden gelmek için hareketlendi. Ben rüzgâr gibi hızla ilerliyor, aceleci davranıyordum. Ebren’se kesin bana yetişebilmek için koşturuyordu. Topuklu ayakkabılarının sesi de bu düşüncemi tasdikliyordu.
Bir köşeyi daha döndüğümde kalenin oldukça büyük, tarihi eser gibi görünen kütüphanesini görebildim. Ebren’i aramaya başlayana kadar pek uğramadığım bir yerdi. Tam girişine geldiğimizde el oyması ahşap kapı kiriş kemerinin önünde Ebren duraksadı. Kafası karışmış görünüyordu. Merakla baktığı yere döndüm.
Ortada geniş bir koridor vardı. Ahşap lambirlerle kaplıydı kubbe şeklindeki tavanı. Ayaklarda da ahşap kullanılmıştı. Her bir ayaktan koridorun soluna ve sağına doğru kitaplıklar uzanıyordu. Yüzyıllardır var olan Barshan’ın en iyi kütüphanelerinden birisiydi ama daha önce birini böylesine büyülediğini görmemiştim.
Büyülenmiş bir biçimde onu seyrettiğim esnada, “Benim buradan ilerisine girme iznim yok.” Diye mırıldandı şekeri elinden alınmış küçük bir kız çocuğu gibi.
Kütüphanenin en gizli eserlerinin tutulduğu yerdeki kitapları okuma izni yalnızca bizlere aitti. Kendimize ait sırları yalnızca kendimizin bilmesini istiyorduk.
“Kitaplara elini sürmediğin sürece sorun olmayacaktır.” Dedim onu cesaretlendirmek için elimi omzuna yerleştirdiğim esnada. “Benimleyken sana hiç kimse bir şey diyemez!”
Bana ve omzuna yerleştirdiğim elime şaşkınlıkla baktı. Ardından başını olumlu anlamda salladı usulca. Heyecanı gözlerinde ışıldıyordu. Hayran olunasıydı!
“Peşimden gel,” dedim elimi çekip içeri girerken. “Kaybolma sakın.”
“Bu koskoca kütüphanede kardeşinizi nasıl bulacağız ki?” diye fısıldadı arkamdan geldiği esnada gergin bir ses tonuyla.
Haklıydı, oldukça büyük bir kütüphaneydi. Fakat Yançı’nın favorisi olan yalnızca bir kısım vardı.
“Tarih kısmındaki tüm kitapları defalarca kez okumuş olmasına rağmen yalnızca orada buluruz onu.” Dedim tebessüm ederken.
Ben hızla ilerlerken koridorda arkamdan tereddütle yürüdüğüne emindim. Bunu görmeme gerek yoktu. Orada bulunan her Soylu Kan bize boynuzumuz çıkmış gibi bakarken nasıl aksi düşünülebilirdi?
Kütüphanenin tarih kısmına girip raflar arasında kardeşimi aramaya başladık. Hızlı olmaya çalışıyordum. Büyük, vitray camların altındaki masalardan birinde onu gördüğümde adımlarımı daha da hızlandırdım. Ebren nefes nefese peşimden gelmeyi sürdürüyordu.
Etrafımızda kimse yoktu. Adımlarımızı işiten kardeşim başını merakla kaldırdı. Kitaba dalmış olsa bile geldiğimizi adımlarımızdan önce de hissetmesi gerekirdi. Tabi kitaba dalıp, dünyadan koptuğu zamanlarda bazen kanın varlığını bile hissedemediği olurdu.
“Bu ziyareti neye borçluyum?” diye sordu merakla ikimizi birden bakarken.
Ebren’den bana dönen küstah bakışlarını gördüğümde masanın tam önündeydim bile. Ebren’den uzak durması için üstüne yürüdüğüm düşünülürse hâlâ bana kızgın olmasını anlardım. Elimde değildi, içimde deli bir dürtü vardı. Ebren’in etrafında ben dışında olan herkesi kovmak istiyordum. Bir başkasını gördüğüm her an deliye dönüyordum.
“Bizimle gelmen gerekiyor.” Dedim düz bir sesle.
“Neden?” dedi bana meydan okuyan bir ifade ile bakarken.
“Bizimle gelirsen öğrenirsin!” dedim hiç vakit kaybetmeden.
Kuşkucu bakışları kısıldı ve merakla üstümde dolandı. Beni öldürebilse bazen bunu yapacağını düşünüyordum. Aramız sanılanın aksine iyiydi ama yine de Yançı’ydı bu, her an her şeyi yapabilirdi.
“Bu hiç hoşuma gitmedi,” derken derin bir nefes alıp okuduğu kitabın kapağını oldukça sesli bir şekilde kapattı. “Sırf meraktan geleceğim!”
Kitabı büyük bir dikkatle yerine koymasını izledik kısa bir an. Ardından harekete geçtik. Adımlarım beni Ebren’in odasına yönlendirdi. En dikkat çekmeyeceğimiz yerin orası olduğunu düşündüm bir sebebi yokken.
Ebren önden ilerleyip odasının kapısını açtı, o sırada belli etmemeye çalışsa da etrafı kolaçan ettiğini gördüm. İyi bir gözlemleme yeteneğine sahiptim. Ebren ise bir şeyi ne kadar gizlemek isterse o kadar açık yapıyordu farkında olmadan.
İnsanların ne düşüneceği ne konuşacağı bizim umurumuzda olmazdı ama onun… Tüm hayatını etkilerdi. Babamın kulağına gitmesi durumunda ise neler yaşanırdı kim bilir…
Odanın içine girdikten sonra Ebren köşeye geçip bize baktı. Bense dikkatle Yançı’ya bakıyordum. Ondan emin olmak zorundaydım!
“Ne var?” dedi en sonunda dayanamayan Yançı.
Son uyarımı dikkate aldığı gözümden kaçmadı. Sebebini anlamasa da ondan istediğim şeye saygı duyması hoşuma gidiyordu.
“Senden bir şey yapmanı isteyeceğiz.” Diyerek konuştu Ebren, benim konuşmayacağımı anlamış olacak ki. “Biraz tehlikeli bir şey.”
Yançı’nın tek kaşı merakla havalanırken kollarını göğsünde birleştirdi. Bakışları kuşkucu bir şekilde bana döndü. Ne çevirdiğimizi merak ediyordu.
“Ne gibi bir şey yapmam gerekecek?” dedi bıkkın bir sesle. “Çocukken hoşlanmadığımız dadılara yaptığımız gibi bir şey mi?”
Kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Onları kovalamak için yaptıklarımız caniceydi! Birisi en son kalede hayaletler olduğuna kesinkes inanarak ayrılmıştı.
“Hayır.” Dedim tek düze bir ses tonuyla.
“Peki, nedir?”
“Ebren’in kanını biraz kaynatman gerekiyor.” Dedim lafı hiç dolandırmadan.
Dehşetle bana bakakaldı. Sözlerimi idrak etmesi bile saniyeler sürdü. Ciddi olduğumuzu anladığında ise fazlasıyla gerildi. Bakışlarında çıldırdığımıza kanaat getirmiş bir ifade vardı.
Keşke başka bir seçeneğimiz olsaydı…
Yoktu!
***
Ebren
“Komik mi olduğunuzu düşünüyorsunuz?” dedi öfkeli bir sesle. “Aklınızı mı kaçırdınız? Yeteneğimiz Eski Kanlar üzerinde yıkımdır! Bunu bilmiyor musun, abi?”
“Yıkım Getiren…”
Zihnime fısıldayan ses ile ürperdim.
“Tahmininden daha az acıtacağına eminim,” diye mırıldandı usulca Yazgan.
Bu anlarda tam bir Soylu Şımarık gibi görünüyordu. Dudaklarında artık tanıdık gelen o çarpık sırıtışı vardı ve özgüvenle kardeşine bakıyordu. Zarar görmeyeceğime dair inancı benimkinden bile fazlaydı.
“Neden sen yapmıyorsun o zaman?” diye çıkıştı Yançı.
“Çünkü yapamam!” dedi sakin bir sesle ama oldukça gerildiği açıktır. Bana zarar verebilme ihtimalinden korkuyordu.
Yançı, şok olmuş olmalıydı. Onun tepkilerini anlayabilirdim. Karşısında güçsüz bir Eski Kan vardı ve en ufak hatası ölümüm anlamına geliyordu. Bunun olmayacağının garantisini kendi bile veremezdi. Korkmakta haklıydı, yapmasını istediğimiz şey çok fazla risk içeriyordu. Ama yine de emin olmak adına yapmamız gerekiyordu. Yazgan buna inanıyordu, bende öyle…
“Yakın bir yerde şifacı tutuyorum,” diye mırıldandı Yazgan.
Bunu ne ara yapmıştı?
“Şifacıların Eski Kanları bizim güçlerimize karşı iyileştirmeyeceğini de biliyor musun?” diye çıkıştı yine Yançı. “Kanımızın farklı olmasının yanı sıra yasak ya hani çok zeki abiciğim!”
Ofladı Yazgan. “En ufak bir tehdit sezersen durabilirsin!”
Dudaklarından sözcükler kolayca dökülüyor gibi görünse de gözlerinde endişe parlıyordu. Zarar görme ihtimalime bile tahammül edemediği aşikârdı, tam gözümün önündeydi! Kader, ipleri öylesine kusursuz birbirine geçirip düğümlemişti ki hayretle şaşıp kalıyordu insan.
Odamın altın varaklı tavanını seyrederken bir süre daha aralarındaki anlaşmazlığı dinledim. Yazgan, kardeşini ikna edebilmek için her kozu denedi. Denek olan bendim ama Yançı benden daha fazla endişeliydi. Rahat oluşumun sebebini bende anlayamıyordum.
Her ne olursa olsun bağışık olduğumdan emin olmalı ve kim olduğumu netleştirmeliydik. Bundan sonraki adımları da ona göre atacaktık!
“Bu ülkede onu öldürmeden bunu yapabilecek senden başka kimse yok, Yançı!” diye yükseldi bir anda Yazgan. “Ödlek gibi davranmayı kes ve bir kez bile olsa dene!”
Abisine hayretle baktı Yançı. Bakışlarındaki anlamı anlayamasam da öylece onları izledim sabırla.
“Hiçbir mesuliyet kabul etmiyorum!” dedi Yançı yenilmişlikle.
Bakışlarım ona döndü. Onun da aynı anda bana endişe dolu bir şekilde baktığını gördüm.
“Keşke ben de edemesem!” dedim alayla.
Sözlerim Yazgan’ı eğlendirdi. O, hiçbir şey olmayacağından emin görüntüsünü hiç bozmasa da endişelendiği gün gibi ortadaydı. Üstümde bir özel güç denendiği zaman ne olacağını görmek istiyorduk. Prens ile yaşanan o anlardan sonra bunu bilmeliydik. Neden etkilenmediğimi ya da bağışık olup olmadığımı öğrenmek zorundaydık!
Sakin durmaya, korktuğumu belli etmemeye çalışsam da hayatımdaki değişimler yüzünden aklımı yavaş yavaş kaçırdığımı hissediyordum. Başıma gelenleri anlamak isterken çıldırmaktan korkuyordum doğrusu. Bunu kabullenmenin benim için ne denli zor olduğunu açıklayamazdım.
Basit hayatım bir gecede yok oldu. O gece zihnime fısıldayan sesle birlikte her şey tamamen değişti. Ben bile!
O geceden sonra bir şey oldu ve bu bir şekilde beni değiştirdi hatta şekillendir. Asla yapmamam gereken şeyler yapıyor, olmaması gereken kişilerle olmaması gereken konumlarda buluyordum kendimi. Basit Ebren Hıncal, Prens ile tanışıyordu! Bu ne kadar inanması zor ve imkânsızdı tartışmaya bile açık değildi!
Zamanı gelmişti, zamanım gelmişti. Öyle fısıldıyordu zihnime ses ama neyin zamanı gelmişti? Bir savaşa sürüklendiğimizi görebiliyordum ama tarafım neresi, amacım ne ve hizmetim kimeydi?
Yaşananlar gerçekti, ürkütücü bir şekilde gerçek! Aynı gece Yazgan ve hatta sonrasına İlter’e bile olanlar ortadaydı. Bizden üstün bir güç bize geleceğimiz için seçim yapma hakkı sunuyordu. Hangi tarafta olacağımız ise tamamen kaderin yönlendirmesindeydi.
O gece zihnimize fısıldayıp bedenimize saldıran ses daha sonrasında aynı etkiyi bırakmamıştı üstümüzde. Şimdi ben aynı sesi duyduğumda acı çekmiyor, uykularımdan rahatça bahsedebiliyordu.
Tek gariplik geçen gece beni bir çeşit ayin yapmak için o soğuk havada nedense süs havuzuna yönlendirmeleriydi. Aynı anda zihnimde duyduğum iki farklı ses vardı. Sebebi her ne ise ne olursa olsun öğrenecektim!
“Siz çıldırmışsınız!” diyen Yançı ile düşüncelerimden sıyrıldım.
Odada kısa bir volta atışını izledik. Aklını toplamaya çalıştığını görebiliyordum. Korkuyordu!
“Hepimiz üstümüze düşen görevi yerine getirmeliyiz, Yançı.” Ona adı ile seslenişime kendim bile inanamadım ama cesaretlendirilmeye ihtiyacı vardı. “İnan bana, benim için de kolay değil!”
Yazgan ile göz göze geldim. Bakışlarındaki ifadeleri seçemiyordum. En çok ihtiyacım olan şeyi görmeyi umuyordum, güvenini… Bunu görmek harikaydı.
“Üç saniyeden uzun sürmeyecek!” dedi hızlıca.
“Hazırım.” Dedim anlayışla gülümserken.
Bana baktı, işaret vermemi bekliyor gibiydi ben de başımı olumlu anlamda salladım. Gözlerimi sımsıkı yumdum hemen sonrasında. Hissedeceğim şeyi merak ediyordum.
Derin bir nefes aldı Yançı. Gözlerimi açıp direkt gözlerine baktım. Elleri yanında hareket etmeye başladı.
“Daha fazlasına müsaade etmeyeceğim zaten!” diye mırıldandı Yazgan, sert bir ses ile.
Korumacı tavrı oldukça sıcak hissettiriyordu.
Gerçekten hazır mıydım?
Ellerini iki yanında serbest bıraktı. Gözlerini yumdu ve burnundan derin bir soluk çekti. Bilekleri usulca dönerken avuçlarını yere doğru çevirdi. Avuçlarını yavaş yavaş tavana doğru kaldırdı. Ellerini de yükseltiyordu. Oldukça hassas davrandığını görebiliyordum. Ona dikkatle bakarken onun benim kanımı en ince ayrıntısına kadar hissetmeye çalıştığını anlayamıyordum o anda.
Ellerini önüne getirip aralarında az bir boşluk kalacak şekilde konuşlandırdı. Sağ elini bir anda bana doğru uzattı, bileğinden usulca döndürdü ve bir şey yaptı. Sanırım…
Kasılarak geri geri adımladı ve acı ile yere kapaklandığını gördüm. Hayretle ona bakakaldım. Neler oluyordu?
Yazgan derhal kardeşinin yanına gitti. Onun acıyla boğuk bir şekilde inlediğini duydum. Neler olduğunu elbette anlayamıyordum. Olduğum yerde öylece kalakaldım.
“Sen delirdin mi, abi?” diye sorarken dişlerini sertçe birbirine bastırdı. “Neden gücünü üstümde kullanıyorsun?”
Dehşetle Yazgan’a baktım. Neden böyle bir şey yapsın ki?
“Ben kılımı bile kıpırdatmadım!” dedi şaşkınlıkla.
Böyle bir şeyi beklemiyorduk. En fazla İlter ile olduğu gibi hiçbir şey hissetmeyeceğimi düşünüyordum.
“Bu nasıl mümkün olabilir?” diye sordu dehşet içindeki Yançı.
Birkaç dakika boyunca kendini toparlamaya çalıştı. Kan Hâkimi olduğu için bunu kısa sürede yapabilirdi sanırım. Kendilerini tedavi edebiliyorlardı çünkü…
“Tam olarak ne hissettin?” diye sordu heyecanla Yazgan.
Yançı bana döndü. İnanamayan gözlerle bana baktı. Her ne kadar tahmin edebilirmiş gibi görünse de demek ki gerçeğe birebir şahit olmakla aynı şey değildi!
“O, değil mi?” diye sordu abisine dönerek. “Onu buldun…”
“Kim?” dedim merakla.
Bakışları bana döndü. Artık gözlerinde hayranlık vardı. Çok uzun zamandır görmeyi beklediği şeye bakıyor gibiydi.
“Vadedilmiş olan!”