Parlayan Yıldız

3419 Words
AŞPARA, YEDİSU Ebren Göğün daha önce hiç görmediğim berrak mavi rengine gözlerimi araladım. Tenime değen çimlerin serinliğini hissettim. Saçlarım iki yanıma savrulmuştu. Uzandığımı birkaç saniye sonra algıladım. Sakince yerimde doğrulurken etrafıma merakla baktım. Alabildiğine yeşil ve ağaçlarla dolu çevreme bakarken hayret içerisindeydim. Oksijen genzimi yakıyor, akciğerlerime girerken acı veriyordu. Burası dünya üzerinde var olamazdı! Burada ne işim vardı? En son kalenin arka bahçesine inen merdivenlerinde acı içerisinde kıvrandığımı anımsıyordum. Haritalarda gördüğümüz hiçbir yer olamazdı burası çünkü Fısıltı Kahinlerinin kimsenin bilmediği bir karada yaşıyor olduklarına emindim. Şu an fiziksel olarak burada olmadığımı aniden fark ettim. Buna rağmen dokunduğum her şeyi oldukça net bir şekilde hissedebiliyordum. Bu nasıl mümkün olabilir? “Hoş geldin, Ebren.” Başım hızla sesin geldiği yöne döndü şaşkınlık içerisinde. Üstünde sırf beyaz kumaştan bir kıyafet vardı, o kumaşı bedenine sarmış gibi görünüyordu. Başını da örtüyor, yüzünü tam olarak görmemi engelliyordu. Elinde tuttuğu bir asa vardı. Onu dengesini sağlamak amacıyla tutmadığını hissettim. Mavinin en açık tonu olan ürpertici gözleri üstüme döndüğünde titredim. Heyecanlı görünüyordu. Bakışlarında titreşen umut kendini çok net bir şekilde belli ediyordu. “Ben nasıl burada olabilirim?” diye sorarken gözlerimi kırpıştırıp etrafı incelemeye devam ettim. “Az önce… Merdivenlerde…” Adama döndüğümde çehresini kaplayan babacan bir gülümseme gördüm. Bana yaklaştı, elini bana doğru uzattı. Uzattığı eli nedensiz bir güvenle tuttum ve beni nazikçe kaldırmasına izin verdim. Yaşına nazaran fazla güçlü olmasıydı o an beni düşündüren… “Sana bazı şeyleri anlatmamızın zamanı geldi,” diye mırıldandı yüzündeki gülümseme silinirken. “Yaratıcı, dünya bir kez daha sonuna hazırlanırken ve savaş kapılarımıza dayanmışken artık seninle görüşmemiz gerektiğini fısıldadı…” Ne? Yutkunurken buldum kendimi. Gerçekliğin ağırlığı bir kez daha omuzlarıma çöktü. Adam hiçbir şey demeden yürümeye başladığında öylece arkasından bakakaldım kısa bir süre sonra ise beklememem gerektiğini anlayıp peşinden hızlı adımlarla gitmeye başladım. İçten içe bedenimin ölmemesini umut etmekten başka çarem yoktu sanırım. Beni bulacaklardı, bulmak zorundaydılar! Yazgan ne olursa olsun beni kurtaracaktı! “Merak etme,” dedi sanki düşüncelerimi duyar gibi. “Seni bulmasını sağladık. Sana zarar verecek herhangi bir şeye izin vermeyiz.” Ona güvenip güvenemeyeceğimi bilmezken bile inanmayı seçtim. Peşinden ormanın derinliklerine doğru ilerlemeyi sürdürdüm. Etrafıma hayretle bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Kalın, gövdesi dönerek göğe doğru uzanan ağaçlar bildiklerimizden daha tuhaf, epik duruyordu. Çarpık gövdeleri ve garip yapılarına rağmen harikaydılar! Etrafta zıplayan ve uçan hayvan türlerini ilk kez görüyordum. Bunlar da neydi? “İnsan ırkı gibi mutasyona uğrayan hayvanlar,” diye mırıldandı yeniden yaşlı adam. Dehşetle ona baktım. Bir adım sonrasını oldukça iyi biliyor oluşu çok can sıkıcıydı. “Her şeyi biliyorsunuz,” dedim dilime mukayyet olamazken. “Olmadan çok önce görüyorsunuz ve engel olmak için bana mı güvenmeyi tercih ediyorsunuz?” Sorumu yanıtsız bıraktı. Daha sonra cevaplayacaktı sanırım. “Zihnime fısıldamanız bana acı veriyor!” dedim bir anda aklıma son anlarım geldiğinde ve yüzüm ekşidi. “Bunun sebebi biz değiliz…” diye fısıldadı usulca o çok derinden gelen ses tonu ile. “Acı veren bedeninin karşı koyma arzusu. İçindeki güç, onu nasıl kullanacağını öğretmememiz için sana ulaşmamızı istemiyor.” İrkildim. Bu da ne demekti şimdi? “Anlayamadım…” dedim dürüst bir şekilde. “Güçlerin, doğumunda senin bedenine Yaratıcı tarafından işlendi ve o andan beri içinde saklıydı. Sen gücünü bizlerin aksine kanından değil, Büyük Kavuşumdan alıyorsun. Nihayet zamanı geldiğince ve güçlerin bedeninde canlanmaya başladığında ise seninle iletişime geçebiliyorduk.” Dedi sabırla açıklarken. Onu dikkatle dinliyor ve anlamaya çalışıyordum. Tüm bunları idrak edebilmem uzun zaman alabilirdi ama denemeliydim! “İçinde açığa çıkmayı arzulayan tahmin edebileceğinden bile daha güçlü bir mucize var. Sana fısıldadığımız an kontrolü ele almaya başlayacaktın, bunu biliyorduk.” Derken durdu ve kısa bir an bana baktı. Bakışlarındaki korkuyu net bir şekilde gördüğüme yemin bile edebilirdim! Benden korkuyordu ama neden? “Kontrolü ele almanı istemeyen o güç karşı koyduğu için acı çekiyorsun.” Dedi hemen sonra kısaca. Dehşet içerisinde ona bakakaldım. Kendi gücüm, onu kontrol edemeyeyim diye bana acı mı çektiriyordu? Neden? “Çünkü sen gücünü değil de o seni kontrol ederse…” duraksadığı an ödüm koptu. O an neler düşündüğünü ve gördüğünü bilmeye korktum. “Yıkım Getirenin ta kendisi olursun!” Kanım buz kesti öğrendiğim bilgi ile. O kadar duygusuzca söylenmesine rağmen beni oldukça sarstı. Ciğerlerim oksijen ile yanarken hayretler içerisinde karşımdaki adama bakakaldım. Kaderimdeki yerin daima iyilerin tarafı olduğunu düşünüyordum. Savaş başlamasın diye uğraşacak olan, ona engel olacak olan değil miydim? Nasıl olur da kötü olan ben olabilirdim? “Ben onun…” “Şu prens mi?” dedi alayla. “İnan bana geleceği şekillendirme gücümüz olsaydı tüm Fısıltı Kahinleri bir daha güçlerimizi kullanmamak uğruna bile olsa onun Yıkım Getiren olması için çabalardık.” Daha çok korkmamı mı istiyordu? Sanki bir kampta, ateş başında anlatılan korku hikâyesi gibi geliyordu kulağa ama onun fazlasıyla inandığı şeyleri aktardığını biliyordum. “Onu durdurabiliriz, Ebren.” Dedi duygudan noksan bir sesle. “Ama seni…” Duraksadığım an o da susmayı seçti. Cümlenin devamını içimden tamamlamam çok zor olmadı fakat bu ödümün kopmasına sebep oldu. Karşımdaki bu bilge adamın da aynı korku ile gözlerime baktığını gördüm. Olabileceğim, dönüşebileceğim şeyden korkuyorlardı çünkü bu gerçekleşir ise ne olacağını biliyorlardı. Görmüşlerdi! Böyle bir ihtimal gerçekten vardı! Yirmi üç sene boyunca tenimin altında bir yerde saklanan o güç, artık gizli kalamadığı için tüm dünyaya bir tehdittim ve bunu kimse bilmiyordu. Herkes Vadedilmiş olanın bir kurtuluş olduğunu düşünüyordu ama aslında en büyük kıyamet bendim! Kurtuluş olduğumun düşünülmesini istiyorlardı çünkü böylelikle kazanabilirdik! Sessizlik bir süre daha devam etti ve ardından yürümeye devam ettik. Onu takip ettim bir an bile düşünmeden. Etrafımızda yine garip, daha önce görmediğim hayvan türleri vardı. Kafamdaki soru işaretleri ve korkularla ilerlemeyi sürdürdüm. Kısa bir sonra sonra sanırım beni istediği yere getirmişti. Duraksadığı an ben de durdum ve o an gördüm. Devasa ağaçların ortasında dairesel bir şekilde inşa edilmiş tapınağı anımsatan bir yapı vardı. Gövdesi ağaç olan sütunlar tarafından tutuluyordu en üstteki çember. Beyaz taşın ortasından geçen bir kırmızı şerit vardı. Her sütunun arasında bir anlamı olduğunu düşündüğüm ağaçtan oyulmuş gibi duran heykeller vardı. Tam ortasında ise mermerden yapıldığını düşündüğüm bembeyaz bir figür vardı. Oyulmuş gövdesinin üstünden yükselen farklı şekiller önce anlamsız geldi gözüme fakat sonra aynı… “Kaosu andırıyor, değil mi?” dedi yeniden aklımı okumuş gibi. “Tam ortasında oturan kadın Vadedilmiş olan yani sensin.” Hayretler içerisinde ona bakakaldım. Benim için bir tapınak mı vardı? “Üstündeki kubbe hayatında değer verdiğin her şey ile doğru olan arasında kalacağını simgeliyor.” Diye açıklamaya devam etti. “Etrafındakiler de düşmanların. Tasvir edilirken olacağından daha az bir şekilde tasvir edilmiştir, inan bana bundan çok daha fazlası olacak.” Korkup kaçmamı istiyor ise daha fazlasını yapmasına gerek yoktu çünkü zaten dehşete kapılmıştım! “Etrafını saran sarmaşık ihanetleri simgeliyor, çoğu da sevdiklerin tarafından seni saranlar.” “Ne yapmamı istiyorsunuz? Bana acı çektirmek midir amacınız, sizi anlayamıyorum!” derken anlamsız bir öfke vardı içimde. “Bu görevden vazgeçmemi mi istiyorsunuz çünkü buradan bakıldığında öyle görünüyor!” Gözlerim yaşlarla doluyordu. Hüngür hüngür ağlama dürtüsü ile sarmalanıyordum. Acı çekiyordum gerçekler yüzünden. Üstümdeki yük fazlasıyla ağırdı. “Hayır,” dedi usulca. “Sen bunun için doğdun…” Olduğum şey her ne ise onu benimsemek için zamana ihtiyacım vardı. Titriyordum. Bu korkudan mıydı? Dudaklarındaki tebessüm ile dağılmış halime baktı yaşlı bilge. İçimdeki savaşı, kaosu görebildiğini biliyordum. “Bilge Tegin?” İrkilerek sesin geldiği yöne döndüm. O an görmeyi beklediğim şey ağaç dallarının üstünde sanki düz bir zeminde gibi rahat duran birisi değildi. Kızıl uzun saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Sarımtırak gözleri o an merakla bana döndüğünde kasıldığımı hissettim. Onu tanıyordum ama nereden? “Sizi bekliyorlar.” Dedi nihayet ağır bakışlarını üstümden çekerken. “Geliyoruz, Pekin.” Dedi yaşlı adam usulca. Ağacın dalları arasında bir anda kaybolduğunda şaşkınlığım arttı. Yaşlı adamın hareketlendiğini gördüğümde daha fazla öylece durmadım. Hızlı adımlar ile onu takip etmeye devam ettim. Sık ağaçlı ve engebeli toprak yolda ilerlerken gözlerimi ağaç dallarından alamadım. O alev saçlı adamın yeniden karşıma çıkmasını bekliyor gibiydim. Dakikalarca yürüdükten sonra nihayet bir açıklığa çıktığımızda şükrettim. Saniyeler sonra doğa ile uyum içerisindeki koca bir şehri gördüğümde dilimi yutuyordum neredeyse. Doğayı bozmaktansa ona göre şekillenmeyi tercih etmişlerdi. Evler kocaman ağaç kavuklarına ve gövdelerine inşa edilmiş, onun güçlü ve sağlam dallarına kondurulmuştu. Ağaçlarda sarmaşığı andıran ve sağlam görünen köprüler ile birbirlerine bağlılardı. Bir masaldan fırlamış gibi görünüyordu fakat aklımı kaçırtacak kadar gerçekti. Gerçekliğini gerçekten burada değilken bile anlayabiliyordum! “Muazzam…” diye mırıldanırken buldum kendimi. Gözlerimi evlerin güzelliğinden alabildiğimde ortada toplanmış olan insan kalabalığını görebildim. Genel olarak beyaz ve açık ton renkli kumaşları tercih etmişlerdi. Kadınlar, çocuklar ve erkekler ile doluydu burası. İnanılmaz geliyordu, dünya üzerinde yaşadıklarını bile bilmiyorduk ama gerçekti! “Vadedilmiş olan,” diye fısıldadı zihnime tanıdık ses. “Senin zamanın geldi.” Tüylerim diken diken oldu. Zihnime fısıldayan ses ona aitti ve ben bunu şimdi fark ediyordum! Sarımtırak gözleri beni delip geçiyordu. Bakışlarında anlamlandıramadığım bir şey vardı ve rahatsız ediciydi. Gelecekte olabilecek her türlü olasılığı biliyordu. Zihnime fısıldıyordu ve karşımdaydı! “Neden?” dedim hayret içerisinde ona bakarken. “Neden zihnime fısıldıyorsun?” Dudakları alayla kıvrıldı. “Benim görevim…” diye başlayacak oldu ama sözünü kestim. “Neden herkesin benimle ilgili bir görevi var?” diye sordum en sonunda dayanamayarak. “Yaratıcı bu görevi tek başıma yapabileceğime inanmıyor mu?” Herkes dehşetle bana baktı. Bu onlar için yıllardır heyecanla beklenen bir an olmalıydı ve karşılarında gördükleri kız tam bir hayal kırıklığıydı! Yapabileceğim hiçbir şey yoktu! Korkuyordum, korkum altında dümdüz oluyordum her bir an! Bu sorumluluğun beni içten içe kemirdiğini hissediyordum. Gerçeklerden kaçamamak delirmeme sebep olacaktı en son. Şu yaşadıklarımı bundan birkaç ay önce hayal bile edemezdim. Benden beklenenleri karşılayamama ve kıyamet olabilme ihtimalinin gerginliğiyle soluğum kesiliyordu. Omuzlarıma binen o sorumluluk beni mahvediyordu. Bu şımarıklık değildi, deli gibi korkuyordum kendimden! Başarısız olmam, tüm insanlığın sonu demekti! Bu nasıl bir yüktü tahmin bile edemezlerdi! “Sen Vadedilmiş olansın!” dedi sertçe Pekin. Sanırım adı buydu. “Bizler kutsal amacında sana hizmet için seçilenleriz yalnızca. Görevim, canım pahasına bile olsa doğru olanı yapmanı sağlamak. Doğduğum günden beri bunun için eğitildim!” Ağlamama ramak kaldığını biliyordum ama yine de konuşacaktım. “Şanslıymışsın,” dedim acı dolu bir tebessümle. Dolu gözlerimle çehresine bakarken alaylı ifadesinin anbean silindiğini gördüm. “En azından ne yapman gerektiğini biliyormuşsun!” Sözlerim ile duruşunda bir sarsılma gördüm. Öyle görmek istediğim için de olabilirdi, bilmiyordum fakat anlayış beklemem normal değil miydi? Bunca şeyi bir anda kabullenmemi ve altından kalkmamı bekleyemezlerdi. “Bizi bulman gerekiyor,” dedi Bilge Tegin. “Pekin seni Suvar’dan alabilir fakat Barshan’dan kaçmalısın. O ülkenin sınırlarına girmesine izin veremem! Zaten Suvar’a geldiğinde nerede olman gerektiğini de bileceksin. Pekin seni bulacak, Ebren.” Konuya paldır küldür girmesine şaşıramadım. Artık zamanın oldukça kritik olduğunu biliyorduk. “Öncelikle ona bazı şeyleri anlatmamız gerekir, Bilge Tegin.” Diyerek araya girdi usulca Pekin. “İzniniz olursa…” “Elbette,” dedi yalnızca Bilge Tegin. Ardından Pekin, yanıma geldi. Beni insanlarla tanışabilmem için kalabalığın arasına karıştırdı. Başta fazlasıyla tedirgin olsam da onların beni görmediğim bir sıcaklık ve sevgiyle karşımaları ile çekingenliğim kayboldu. Ailelerinden birisiymişim gibi davranıyorlardı. O an aklıma ailem ya da Yazgan gelmedi maalesef ki… Bir süre daha beni kucaklayan onca insanla selamlaştık. İnsanların bana umutla bakan gözlerini gördükçe gerginliğim katlanıyordu ama belli etmemek için oldukça çabalıyordum. Fakat Kızıl Kafalı arkadaşımız bunu fark etmişe benziyordu. Akşam ki şölende görüşebileceğimizi söyleyerek kalabalıktan uzaklaştırdı beni. “Ne şöleni?” diye sordum merakla. “Vadedilmiş olanı ve Yaratıcıyı onurlandıracağımız bir şenlik.” Dedi kısaca. Akşam vakti burayı nasıl aydınlatacaklarını merak ederek düşündüğümde açıklığı hazırlayanlara hayretle bakakaldım. Kendilerinin yaptıkları, güneşten enerji alan doğal ışığı gördüğümde şaşkınlığım giderek arttı. Teknolojileri dahi doğa ile uyumlu, dönüştürülebilir enerjiden oluşuyordu. Mutlulukları bulaşıcıydı, kamp ateşinin başında oturup onların şarkı söylemelerini ve kahkahalarını dinlerken gülümsemem yüzümden eksik olmadı. Kendimi çok hızlı adapte olmuş buldum sanki onları yıllardır tanıyor gibiydim. Onlar zaten yıllardır beni bekliyorlardı fakat ben de ait olduğum o yerde gibi hissediyordum. Pekin, etrafımda beni bekleyen müthiş bir tehlike var gibi her an peşimdeydi. Bu haliyle bana Yazgan’ı hatırlattığında yüreğimde sızladı. Umarım o korkunç anlarda zamanında yanımda olamadığı için kendini suçlamıyordur. “Onu mu düşünüyorsun?” Şaşkınlıkla ona döndüm. Kaşlarım merakla havalanırken her şeyi bilmesi canımı sıktı. Karşısında üryan kalmış gibi hissetmeme sebep oluyordu. “Koruyucunu…” diye de ekledi. Ona yalan söylemenin bir anlamı yoktu nasılsa verebileceğim her cevabı çoktan biliyordu. “Çok endişenmiş olmalı.” Diye mırıldandım, yıllardır tanıştığım bir arkadaşımla sohbet eder gibi. “Ne zaman geri dönebilirim?” Bakışlarım ona döndüğünde çehresinde gerginliği gördüm. Çenesini sıkıp sertçe bana baktı. “Zamanı geldiğinde!” dedi keskin bir ses tonuyla. Tavrı beni hayrete düşürdü. Kaşlarım çatılırken ona bakmayı sürdürdüm. “Zamanı ne zaman gelecek?” dedim onunkine benzer bir sesle. “Öğrenmen gerekenleri öğrendiğinde.” “O zaman anlatmaya başlayabilirsin?” dedim tek kaşımı kaldırarak ona bakarken. “Neden zihnime fısıldadığın ile başlayabilirsin…” Sözlerim ile oturduğu yerde dikleşti. Bakışlarını önümüzdeki kalabalığa çevirdi. Yüzünde hissettiklerini yansıtan tek mimik oynamadı. Bakışları kısa bir süre sonra da bana döndü. “Aynı gün doğduk,” diyerek başladı sözlerine. “O gün doğan tek Fısıltı Kâhini bendim. Bu yüzden Vadedilmiş olanın doğru olanı yapmasında ona yol gösterecek olan olduğumu biliyorlardı.” Kısa bir an sessiz kaldı. Derin soluklanışı beni tedirgin etti. “Kaderimizin bir şekilde birbirine kördüğüm ile bağlandı. Kader bağımız olduğu için zihnine erişebiliyorum ve sana fısıldayabiliyorum.” Diyerek sözlerini tamamlayıp önüne döndü. Baktığı yöne döndüm merakla. Orada duran kızı işaret etti. “Koruyucuna yol gösterecek olan da Iraz.” Eflatun elbisesi vücudunu şeritler halinde sarıyor ve taç yaprakları gibi üstünden dökülüyormuş gibi görünüyordu. O kadar güzeldi ki karnıma bir yumruk yemiş gibi hissetmeme mâni olamadım. Resmen yürümüyor, asaletle süzülüyordu. Duru mavi gözleri üstüme döndüğünde güzelliği tasdiklendi. Büyüleyiciydi! Bana gülümsediği o an kanımda bir duygunun yanmaya başladığını hissettim. Söylemeye dilim varmıyordu... “O bir Fısıltı Kâhini mi?” diye sordum merak ile. “Hayır,” dediği an hayretle ona döndüm. “Fısıltı Kahinlerinden doğan erkekler yalnızca Fısıltı Kâhini olabilir.” Kaşlarım şiddetle çatıldı. Şaşkınlığımı ve öfkemi gizleme gereği duymadım. “Kan ayrımı yetmiyormuş gibi bir de cinsiyetçilik mi var?” diye sordum sinirle. “Hayır,” dedi bana dönüp gülümserken. “Fısıltı Kahinlerinin kız çocukları Eski Kan olarak doğarlar.” Daha fazla şaşıramayacağımı düşünüyordum ama her an yanıldığımı gösteriyordu bana. Bu mümkün değildi. Soylu Kan, Eski Kan birleşiminden doğan her kan Soylu Kan olarak doğardı! “Bu, Fısıltı Kahinleri için geçerli değil,” diye mırıldandı Pekin. “Yaratıcı, bizden olma kadınları daha özel yaratmıştır.” “Aklımı mı okuyorsun?” diye sordum daha fazla dayanamayarak. Sözlerimle daha fazla keyiflendi. Çehresine yakışıklı bir gülümseme yayıldı. “Ben bir kahinim,” dedi alaylı sesiyle. “Sen sormadan sorabileceğin tüm soruları, gerçekleşebilecek tüm ihtimalleri öncesinden biliyorum. Geriye doğru olana cevap vermek kalıyor, yeteneğim hangisinin gerçekleşeceğini tahmin edebilmek.” Sözleriyle ürperdim. Bu güce sahip olsaydım kafayı yerdim! “Eski Kan olarak doğuyorlar dedin,” derken Iraz’a dehşetle bakıyordum. “O kız ellerinden ateş mi çıkartıyor?” Sorum ve sorma şeklimden olsa gerek bir kahkaha attı. Benimle alenen alay ediyordu fakat kısa bir süre sonra kendimi ona eşlik ederken buldum. “Biz ona Kutsal Kan deriz,” diyerek açıklamaya başladı yine. “Eski Kan taşıyor olsalar da özel güçlere sahipler. Elementleri ve buna benzer şeyleri kontrol edebiliyorlar. Aslında ne Eski ne de Soylu Kan değiller diyebiliriz, onlardan çok daha güçlüler. Mutasyon kanlarında değil, güçlerini de kanlarından almıyorlar.” Anlattıkları bana oldukça tanıdık geliyordu bu yüzden her sözüyle dehşete kapılıyordum. “Güçlerinin kaynağı Kutsal Şira (Sirius) Yıldızıdır.” Suratımın aldığı ifadeyi tahmin edemezdim ama bakarken bir an durakladı. “Sen yüzlerce yılda bir gerçekleşen Şira, Güneş ve Ay kavuşumunda açığa çıkan enerjiyi içinde barındırıyorsun. O gün muhteşem bir güç açığa çıkar ve Yaratıcı bu gücü senin bedeninle kutsayarak insanlığın kurtarıcısı olarak şereflendirdi.” Farkındalık tüm bedenimi ele geçirirken panik dalgasıyla sarmalandım. “Ebren’in kanı ne Soylu ne de Eski Kan değil!” diyen Yançı’nın sesi kulaklarımda çınlarken Pekin’in yüzüne bakakaldım. Sözlerinden yalnızca bu kısma takılı kaldım. Ve fark ettim… Hayatım boyunca aldatıldığımı… “Pekin…” dedim sesim ağlayacak gibi çıkarken. “Hayır!” Bana, aileme böyle büyük bir yalan söylemiş olamazdı! Buna inanmayı reddediyordum. Böyle bir şey olamazdı! Hızla yerimden kalkarken tüm bedenim tir tir titrediğini fark ettim. Ne yapacağımı şaşırdım. Ormana doğru koşmaya başladım. Uyanmalıydım, hem de hemen! Babamla görüşmeliydim yoksa kafayı yiyecektim. Bana, bize bunu yapamazdı! Tanla… Erendiz… Yaşadıklarımı yaşamak zorunda kalacaklardı! Canlarını yakacaklardı! “Ebren!” diye arkamdan bağırdı Pekin. “Beni dinlemen gerek!” Bunu öngörmemiş miydi? Bunu anlayacağımı bilmiyor muydu? “Uyanmam gerek!” dedim öfke dolu bir sesle. Gözlerimden sicim gibi iniyordu gözyaşlarım. Kendimi kaybedip tüm evreni yıkma arzusu ile doluydum. Koştuğum esnada devrilen ağaçların sesini işitiyor, sebebinin ben olduğumu biliyordum. Açık gökten şiddetli yıldırım sesleri geliyor, üstümüzü kara bulutlar çöküyordu. Bunu yapmış olamazdı! Ömrüm boyunca bir Soylu Kan tarafından kandırılmıştım. Babam tarafından! Pekin, sonunda bana yetişip beni bileğimden yakaladığı gibi tutup kendine doğru çekti. Vücudum onun sert göğsüne çarptığı an nefes nefese gözlerine baktım. Kızıl saçları savrulmuş ve dağılmıştı peşimden koşmaktan. “Sakin ol!” dedi yatıştırıcı bir sesle. “Baban bunu hatırlamıyor!” Sakinleşemiyordum! Beni tutan elleri arasında çırpınırken delirdim! Bu boğulma hissinden kurtulamıyordum. “Sakin ol, Ebren!” dedi sert bir sesle. “Sakin olmak zorundasın!” Ağlıyordum! “Hayır!” diye haykırdım öfkeyle. Sözlerim ile birlikte bir kolumu ellerinden kurtarmayı başardım. Elinden kurtulmak için hamle yapacakken boştaki elini kaldırdı ve parmağını şakağıma yerleştirdi. Başım hışımla geriye doğru savruldu. Müthiş bir güç bedenimi doldurdu. Etrafımıza saçılan ışık öylesine parlaktı ki görme yetimi kaybettim sandım. Gözlerimin önünde beliren kareler ile tüylerim diken diken oldu. O kaos ruhumu acıyla doldurdu. Her yer kan, insan cesediyle doluydu. Etrafta ölmüş binlerce çocuk vardı. Cesetlerden oluşturulan bir dağ bile vardı! O dağın içinde sevdiklerimi, tanıdıklarımı, Pekin ile Yazgan’ı bile gördüğümde tüm bedenim dehşetle kasıldı. İnsan bedenlerinden oluşturulan dağın en tepesindeki tahta oturan bir kral vardı yanı başında ise ben! “Gördüğün bu vahşet, yaşayabileceklerimizin yalnızca bir ihtimali Ebren!” diye zihnime fısıldadı Pekin. “Eğer ki sana yardım etmeme izin vermezsen, o tahtta oturan sen olur ve bizi bu andan daha beterine sürüklersin!” Gösterdiği gerçekçi vizyon bir anda değişti ve sanki kanla banyo yapmış gibi görünen kendimi gördüm. Dudaklarımda uğursuz bir gülümseme vardı. Dehşet vericiydi! “Bunu ben yapmış olamam!” diye haykırdım. Bir vahşete sebep olamazdım! “Hayır!” “Bul bizi Ebren,” diye fısıldadı yine aynı ses zihnime. “Çok geç olmadan...” Yanı başımda mutlulukla duran ve elindeki kılıçtan kan temizleyen adamı gördüğümde dehşet tüm bedenimi esir aldı. Hayır, hayır! Bunu yapamazdım! Bu ben olamazdım, hayır! “İlter!” diye çığlık attım nihayet sesimi bulduğumda. *** Barçkent Ebren Sözlerimden sonra kendi içine kapandı Yazgan. Ne diyeceğini, nasıl bir tepki vereceğini bilemiyor gibiydi. Boş bakışlarla camdan dışarı bakıyor ve dakikalardır susuyordu. “Fısıltı Kâhini bir kadın yokmuş,” diye mırıldandım sessizlikten boğulduğum için. “Fısıltı Kahinlerinden doğan kadınlar Eski Kan olarak doğuyor yani kanlarında bir mutasyon bulunmuyor fakat yine de özel güce sahipler. Güçlerinin kaynağı Şira Yıldızı. Bu Yaratıcının onlara bahşettiği bir hediyeymiş sanırım. Onlara…” duraksadım. “Yani bize, Kutsal Kan, diyorlar…” Bir süre öylece camdan dışarı bakmayı sürdürse de nihayet kendini toparlayarak bana döndü. Bakışlarıyla buluştuğum an içimdeki boşluğun dolduğunu, yalnızlık hissinin azaldığını hissettim. “Ne soylu ne de eski…” diye fısıldadı daha çok kendi kendine konuşur gibiyken. “Onlarında mı güçleri sonradan ortaya çıkıyor, bir şey mi tetikliyor?” “Bilmiyorum…” dedim usulca. “Benim farkım Şira, Güneş ve Ay Kavuşumu esnasında doğmam.” “Yüzlerce yılda bir yaşanan kutsal bir olay,” diye mırıldandı. “Sen, Yançı ve o Fısıltı Kahininin doğduğu gece bu mucize gerçekleşmiş. Yançı bunu daha önce de söylemişti.” “Yançı mı?” dedim hayretle. “Evet, aynı gün doğdunuz.” Gözümün önünde Pekin’in gösterdiği o anlar belirdiğinde titredim. O vahşeti unutamıyordum. Yaşayacaksak bile sebebi ben olamazdım! Engel olabilmek için ne gerekiyorsa yapmak zorundaydım! “Ne düşünüyorsun?” diye sorarken elini bana doğru uzatıp usulca çeneme yerleştirdi. Başımı kaldırıp göz göze gelmemizi sağladığında yeniden ağlayacak gibi hissettim. “Yıkım Getiren…” diye mırıldandım utançla. “Ben de olabilirim.” Onu hayal kırıklığına uğratmaktan ne kadar korksam da gerçeği söylemek zorundaydım. Bunu bilmeliydi çünkü bu yaşanmadan önce beni durdurabilecek tek insanın o olduğuna emindim. Sözlerim ile kalakaldı. Gözlerindeki korkuyu görebildim. Bizi bekleyen geleceğin bilinmezliği giderek korkutucu bir hal alıyordu gerçekten. Bizi bekleyen vahşetin her ihtimalde yaşanacağını, en iyi iyi ihtimalle sebebinin ben olmayacağımı bilmek… Geleceği bilmek dehşet vericiydi! Derimde sürüsüyle böcek yürüyormuş gibi rahatsız hissettiriyordu. Bu hissin bir devası da yoktu. İçimde kopan fırtınaları dindirebilecek bir şifa da… “Onları acilen bulmam gerek!” dedim Yazgan’ın konuşmayacağını anladığımda. “Çok geç olmadan…” “Nereye gitmemiz gerekiyor?” Belki onlar tek beni bekliyorlardı ama Yazgan’a bu haksızlığı yapabileceğimi sanmıyordum. Ona dokunduğum an tüm güçlerine karşı bir tehdit olduğumu, onu öldürebileceğimi biliyordu ve bunu kontrol edemiyordum bile fakat buna rağmen o yanımdaydı. Bana güvenmeyi seçiyordu… Onu arkamda bırakamazdım! “Suvar’a gideceğiz.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD