***
OTRAR
İlter
Bakışlarım bu izbe mahallenin her ayrıntısında gezindi. Burada Ebren’in geçmişine dair bir iz bulabilirim gibi hissetmekten kendimi alıkoyamıyordum. Zihnim saplantılı bir biçimde onda sabitti. Her an onu düşünmekten, onun sayesinde yapabileceklerimi, olabileceğim kişiyi hayal etmekten kendimi kaybediyordum.
Unutulmaz olacaktım!
Sahip olduğu güç yok edilemeyecek kadar değerliydi. Bunu babama da anlatmaya çalıştım fakat o biraz daha eski kafalıydı anlaşılan. Onu ikna etmek her ne kadar zor olacaksa da bunu başaracaktım. Bu yüzden Ebren krizinin çözümü için ipleri elime almaya karar verdim. Onun ülkeden kaçtığını biliyorduk. Bindikleri geminin Suvar kıyılarından geçeceğini öğrenmekte zor olmadı. Bu sayede Suvar Ülkesinin kralını uyararak bir karşılama ayarlamalarını rica ettik.
Onların yakalandıklarını duyduğumda ne kadar sevindiğimi anlatamazdım. Beklediğimden daha kolay oluyordu her şey fakat elbette böyle devam etmedi bu. Bir anda dengeler değişti. Kankıran Hapishanesinden Suvar’ın Prensini neredeyse öldürerek kaçtıklarını duyduğum an öfke beni esir aldı. Bunun başımı ağrıtacağını biliyordum.
Babam ve Tilun bunu benim başarısızlığım gibi görüyorlardı ama bu umurumda değildi. Suvar sınırları içerisinde Suvar Prensinin yaptığı bir aptallıktan nasıl olurda ben sorumlu olabilirdim ki? Sonuçta herkes bilirdi, bir yıldıza yaklaşırsan yanacağını!
İşlerin daha fazla böyle gitmeyeceğini anladığımda artık harekete geçmem gerektiğini biliyordum. Gelecekte gülen ben olmak için plan yapmalı ve ayağa kalkmalıydım çünkü düşmanlarım benim düşüşümü görmek için can atıyordu. Ebren benim kral olabilmem için en güzel sebeplerden birisiydi. Onu zapt ettiğim an tüm soyluları tarafıma çekecek, birçok ülke ile birebir anlaşma sağlayabilecektim. Ebren benim ellerimde olduğu sürece dünyayı bile yönetebilirdim ama şimdilik onu nasıl zapt edebileceğimi bilmiyordum. Bunun için de çok sevdiğim bilim insanlarından birisini görevlendirdim. Onu durdurabilecek bir şeyler illa olmalıydı!
Nihayet Ebren’in evinin önüne geldiğimizde usulca etrafı taradı gözlerim. Bu işi bir an önce bitirip Sarayşık’a dönmeliydim. Ne kadar hızlı ilerlerse bu süreç benim için o kadar iyi olacaktı. Babam ve Tilun hata yapmamı beklerken saraydan pek uzak kalmamak en doğru karardı.
Askerlere tek göz işaretim ile harekete geçmeleri gerektiğinin emrini verdim. Onlarca asker nizamlı bir şekilde evin kapısına doğru uzanan kısa yoldan yürüyüp kapının önünde durdular ve kapıyı çalmaya başladılar. Bu işi elbette nazikçe yapmıyorlardı.
Telaşla bize doğru gelen sesleri işittiğimde dudaklarımı bir gülümseme kapladı. Küçük yıldız ailesini arkasında bırakarak büyük bir hata yaptı! Bunu öğrenmesini sağlayacaktım!
Korku ile kapıyı açanı gördüğüm an afalladım. Çok kısa bir an onun Ebren olduğunu sansam da saniyeler sonra o olmadığını fark ettim. Benzerlikler elbette vardı fakat Ebren’den oldukça da farklıydı bu kişi. Aynı gözler olsa da bakışlarının farklılığı anlaşılıyordu. Onun omuzları daha dikti, daha cesurdu sanki. Karşısında onlarca asker ve ben varken bile...
“Ne istiyorsunuz?” diye çıkıştı bir anda. Aptal cesareti onlarda kalıtsaldı sanırım...
“Barshan Prensi İlter Pars!” diye bağırdı askerlerden birisi. Ardından usulca iki yana bölündüler ve bana yol açtılar.
Tam karşımda duran kızın kapıyı tutan elinden destek almaya çalıştığını görsem de durmadım. Korkusunun kokusunu alıyordum! Bu beni durdurabilecek bir etken değildi.
“Ablana benziyorsun...” dedim alaylı bir ses tonuyla.
“Ne istiyorsunuz?” dedi dimdik karşımda durmaya çalışırken aynı özgüvenle.
“Karşında kim var, farkında mısın?”
Sözlerim ile omuzlarını dikleştirdi ve gözlerini korkusuzca benimkilere dikti.
“Kim olduğunun bir önemi yok, canın istediğin zaman prens dahi olsan vatandaşının evini basamazsın! Sizin koyduğunuz kurallar der ki, kralınız dahi mülkünüze izinsiz giremez!”
Dudaklarımda alaylı bir kıvrılma oldu. Hıncallar tuhaflardı, fazlasıyla ilgi çekicilerdi.
“Elimizde evinizi aramamıza dair bir Doğru Söyleten Cemiyeti kararı mevcut. İznimiz var hanımefendi.” Dedim aynı alayla.
“Görebilir miyim, Soylu Kan İlter?” derken o alaycı ses tonu tüm kanımın ısınmasına sebep oldu.
Ellerim yanımda hareket ederken gözlerim onun gözlerinde sabitti. Bakışlarında hiçbir değişim olmazken dudaklarındaki gülümseme genişledi. Ne yaptığımı anladı!
“Oyun oynayacak havamda değilim!” dedikten sonra iki elini de kapıya yerleştirip kapatmaya yeltendi.
Askerlerden birisi ayağını arasına koyarak buna engel oldu. Elbette Doğru Söyleten Cemiyetinden alınmış bir kararım falan yoktu. Haklıydı, zamanında atalarım Eski Kanlara değerli hissettirebilmek için bir takım demokratik kurallar koymuş ve onların mallarını, canlarını koruyabilecekleri haklar getirmişlerdi. Şu an onlardan birisi tarafından durduruluyor olmak tüm sinirimi bozuyordu!
“Bağışık mısın?” diye sorarken hızlı adımlarla ilerleyip tam kapı önünde durdum.
Kapının aralık kısmından bana çevirdi kehribar bakışlarını. Öfke ile suratıma bakarken onun potansiyelini deli gibi merak etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Onda da bir tuhaflık vardı...
“Ne saçmaladığınızı anladığım söylenemez!” diye çıkıştı. “Derhal evimi terk etmezseniz yarın tüm manşetlerde bir vatandaşın evine zorla girdiğiniz haberleri ile tüm dünyayı çalkalandırırım!”
“Bunu nasıl yapacaksın?” diye sordum elimi hışımla kapıya vururken. “Seni öldürsem kimsenin ruhu duymaz!”
“Evimin önünde ne işiniz var?”
Bir adamın sesini işittiğimde hışımla arkamı döndüm. Yine Ebren’i andıran bir adam gördüğümde dudaklarım sinsice kıvrıldı.
“Ebeveynleriniz size sunulmuş tüm haklardan yararlanıyor sanırım,” dedim üç çocuk kısıtlamasını hatırlatarak.
“Siz kimsiniz?”
“Barshan Prensi İlter Pars,” dedim usulca.
Yüzünde tek bir mimik dahi oynamadı. Öylece yüzüme bakmayı sürdürdü. Bu ailenin aşırı cesur mu yoksa aptal mı olduğunu kestiremiyordum.
“Kapımın önündeki asker yığını için tatmin edici bir sebep, resmi bir belge görmek isterim efendim.” Derken o da korkusuzca gözlerime baktı. Bunların anne ve babalarını merak ettim o an doğrusu. “Yoksa kolluk kuvvetini çağırmak durumunda kalacağım!”
Kolluk kuvveti tarafından tutuklanırsam babam ve Tilun’un ne kadar eğleneceklerini düşününce ürperdim. Bununla uğraşamazdım.
“Kardeşinizi arıyoruz.” Dedim nihayet. Halktan birine hele de bir Eski Kana hesap vermek oldukça gereksiz olsa da kendimi bu duruma yine kendim düşürdüm nihayetinde. “Bulduğumuz yerde onu geberteceğim!”
Bunu hemen arkamda duran kadını kışkırtmak ve onu tutuklayabilmek adına bir sebep bulabilmek için söyledim elbette. Tahminlerim doğru çıktı. Çığlığı eşliğinde adeta üstüme saldırdı ve sırtıma atladı. Ağırlığıyla birlikte dengemi sağlamakta güçlük çeksem de başardım.
“Yakalayın!” diye bağırdı bir asker. “Prense saldırıyor!”
Ellerimi sırtıma doğru uzatıp onu sırtından yakaladım. Tek hamlede tutup öne doğru savurdum fakat yere çarpmasına engel olabileceğim kadar denedim. Bacaklarını yine de yere çarpmaktan kurtaramadım.
“Tanla!” diye bağırdı arkadaki adam, kadının acı dolu inlemesini duyduğum anda.
“Tanla Hıncal,” dedim keyifle ve nefes nefese. “Barshan Prensine saldırmaktan tutuklusun, sessiz kalma hakkına sahipsin fakat ben yerinde olsam asılacağım ana kadar bunu denemezdim!”
“Çekin ellerinizi kardeşimin üstünden!” diye haykırdı o adam.
“Sen kimsin ki?”
“Abisiyim!” diye haykırdı öfkeyle.
“Kız kardeşin bana saldırdığı için bizimle birlikte Sarayşık’a gelecek ve orada Doğru Söyletenler tarafından yargılanacak.”
***
SUVAR
1 Hafta Sonra
Ebren
Suvar'ın ücra ve insanların az olduğu sınırlarında ilerliyor, her türlü kalabalığa girmekten kaçınıyorduk. Genel de ormanda saklanıyorduk. Yiyecek gibi ihtiyaçları karşılamak için Pekin ve Iraz kılık değiştirerek kasabalara iniyordu. Gerekli olan, yaşamamızı sağlayan gereksinimlerimizi alarak yanımıza geri dönüyorlardı. Pekin ve Yazgan o geceden sonra birbirleriyle asla konuşmamışlardı zorunda olmadıkça. Yazgan, Pekin'in bana zarar verebileceğini öne sürerek yanıma bile yaklaşmasına müsaade etmiyordu resmen. O geceden sonra özellikle temkinli davranıyordu. Yaşattığı acıyı hissettiğimde en azından onun iletişime geçtiği güçlerin bana zarar verebileceği kanısına vardım.
Üstümüze düzgün bir şeyler giyinip soğuktan korunmak için yeni kıyafetler getirdi Pekinler. Minnettardım, Yazgan'ın yarası için yırttığım üstümden sonra pek ısınabildiğim söylenemezdi. Neyse ki Yazgan her daim yanımdaydı da onun sıcak teni üşümeme asla müsaade etmiyordu. Onun varlığına tutundum. Yapabileceğim başka bir şey yoktu, tüm olanlardan bihaberdik. Aileme ne olduğunu bilmiyordum, bunu bilhassa düşünmek istemiyordum. İlter’in oklarının üstlerinden hızlıca uzaklaşacağına inanmaktan başka çarem yoktu. Babam ve Erendiz bir Soylu Kandı, onların en korktukları şeydi. Fısıltı Kahiniydiler ve onlar güçlerinden bihaber olsalar bile bir şekilde kaçmaları gerekeceği anı anlayacaklarını umuyordum. Güçleri bastıran şey her ne ise, onların yine de bunu başaracaklarına inanmak zorundaydım. Yoksa kafayı yerdim!
Yazgan'ın yarası mucizevi bir biçimde iyileşiyordu. Her gün yarasının tedavisi için on beş dakikasını ayırması gerekiyordu ama çoktan kabuk bağlamıştı bile. Alaca da enfeksiyon kapmayacağını düşünüyordu. Yazgan'ın kendini tedavi etme yöntemi diğerlerinden çok daha kuvvetliydi. Kanı kontrol edebiliyordu, onu istediği biçimde şekillendiriyordu. Bu korkunç bir yetenekti ve bir o kadar müthiş...
Gözlerin üstümde dolaştığını hissettiğim anlarda bir sıkışmışlık hissi ile doluyordum. Bir haftadır o hapishanede yaptığım şeyi düşünmediğim tek anım olmuyordu. Bunun bu kadar büyük bir yük olmaması gerekirdi. Sonuçta yaşamamız için gerekeni yapmıştım. Yazgan'a bir şey olsa hiçbir şey beni kendime getiremezdi. İşte o zaman dünyanın ve evrenin ne durumda olduğunun bir önemi kalmazdı benim için. Yine de tüm bu gerçekler beni berbat hissetmekten alıkoymuyordu. Kafamın içinde bir ses vardı, Pekin'inkine benzemeyen. Pekin beni dizginlemeye çalışırken zihnime fısıldayan diğer ses alev almam için uğraşıyordu. Bu barizdi. Her kim ise bundan kimseye bahsetmedim. Gücümün ta kendisi bile olabilirdi!
Yazgan, ona gidip bu konuda içimi açmamı bekleyecek kadar anlayışlı ve sabırlıydı. Koskoca yedi gün geçmesine rağmen hâlâ benim anlatmamı bekliyordu. Minnettardım. Bana tanıdığı bu alan sayesinde bazı şeyleri kendi içimde halledebilmek için şansım oldu fakat artık bu vicdan azabıyla tek başıma çırpınamıyordum. İlk anda onunla konuşmam gerekiyordu.
Bu hafta boyunca Iraz ile birbirimizi boğazlayacağımız birden çok an oldu. Fikirlerimiz daima birbirinin zıttı ve bu bize çatışacak fazladan sebep veriyordu. İkimizin de birbirine tahammülü olmadığı açıktı fakat ateşi tutuşturan ben olmadım, başından beri davranışları ile buna o sebep oldu.
Yemek pişiremediğimiz için genel olarak pişirilmeden yenecek şeyleri tercih ediyorduk. Elimdeki somon ekmeği kemirirken ters ters Iraz'a bakıyordum bir yandan. Bakışları sürekli Yazgan'ın üstündeydi. Neden onun seçildiğini anlamıyordum. Neden Yazgan'a bir Fısıltı Kâhini önderlik etmiyordu? Ona bazı şeyleri öğretecek olan Iraz olmak zorunda mıydı? Ya da onca insan içinde o mu olmalıydı?
"Aklından bile geçirme!" Diye fısıldadı tam arkamdan Pekin.
Arkamdaki varlığı irkilmeme sebep oldu. Gözlerim anında tam karşımda duran Yazgan'a değdi. Bakışları elbette bir şahin gibi üstümüze döndü. Pekin'in etrafımda dolanmasından benim Iraz'dan olduğum kadar rahatsızdı.
"Aklımı okumaktan vazgeç o zaman!" Diye mırıldandım.
"Biz birbirimize zarar vermeyiz, Ebren." Dedi usulca. "Kimseye vermeyiz!"
“Bunu arkadaşına da söyledin mi?” dedim.
Sözleri ile irkildim çünkü bu birinin ilk kez bana ne yaptığımı hatırlattığı andı. Ellerimin titrediğini gördüm. Bunu beni incitmek için yapmasa bile canım acıdı. İştahım kaçtı. Benim yüzümden kaç kişi şu anda bundan mahrumdu?
"Dünyayı ve hatta evreni tehdit eden bir durum varken öfkemizle, nefretimizle değil adalet terazimizle hareket ederiz. Karşımızda dahi olsalar onları yok etmez, doğru olana davet ederiz.” Diye sözlerine devam etti Pekin. Bu onun yapması gerekendi. Beni uyarmak, doğru olana yönlendirmek için doğmuştu! Yine de canım yanmıştı…
"Kes sesini!"
Yazgan'ın öfke dolu sesini işittikten sonra kendi düşüncelerimden sıyrıldım. Bakışlarımı ona çevirdiğimde yanı başımda buldum. Öfke dolu gözleri Pekin'in üstünde sabitti. Onu öldürmesinin tek sebebi bendim. Benim içinde bulunduğum karmaşanın çözümünün onda olduğunu Yazgan da biliyordu. Bana yol göstermesine ihtiyacım vardı çünkü ben çoktan kaybolmuştum fakat yine de beni mahvettiğini gördüğü anlarda kendisine ket vuramıyordu.
"Bazı gerçekleri bilmesi..."
"Ne gerçeğinden bahsediyorsun sen?" Diye çıkıştı bir anda hiç düşünmeden. "Hiç bilmediği bir şeyin tam ortasında, daha ne yapması gerektiğini bile anlamamış olan birisinden şu anda ne bekleyebilirsin? Sen, ben, buradaki herkes gibi çocukluğundan beri bunun için eğitim mi aldı, Ebren? Tek bildiği karnını doyurabilmek için bizim gibilere hizmet etmekten ibaret! Bizler bile bazı anlarda duygularımıza yenik düşerken Ebren'den nasıl bir profesyonel gibi davranmasını bekleyebiliriz?"
Görmesem de Pekin'in sessizliğinden kendinden emin duruşunun dağıldığını anlayabildim. Sanırım Pekin'in de bazı konularda eğitim alması gerekiyordu. Mesela benim mükemmel olmadığımı anlaması için birkaç ders alabilirdi. Ne yapacağımı bilmediğim, kendi gücümle iyilik arasında sıkıştığımı görmesi gerekirdi. Bazı şeyleri anlayamazdım. Ben böyle bir dünyanın değil, bunun tam aksinin içine doğmuştum! Bazı şeyleri öğrenmeye ihtiyacım vardı.
"Harekete geçmeliyiz!" Diye araya girdi Iraz. "Kavganız ve yemek yemeniz bittiyse hazırlanın."
Kimse itiraz etmedi. Yerlerimizden kalkıp yeni bir yer bulmak için yola düştük. Yayan olmamız büyük bir sorundu. Airon ya da en azından bir cronumuz olsa çok daha rahat olabilirdik ama biz tamamen ilkeldik. Yakalanmamak için felaketten sonra kurtulan insanların yaşadığı şekilde ilerlemek zorundaydık.
Yeni durağımıza geldiğimizde iki güne kadar yola çıkmış olacağımızı söyledi Alaca. Bir hafta sonra Yedisu'da olacakmışız. Bunun için bildiğim her şeyi arkamda bırakmak zorunda bırakılmıştım. Tüm bunlara değmek zorundaydı!
Yeni bir kamp alanı kurarken etrafı kolaçan etmek için yanımızdan ayrılanları gördüğümde göğsüme bir bıçak saplandı. Iraz, Yazgan’ın dibine kadar gidip bir şeyler fısıldadıktan sonra her ikisi de ortalıktan kayboldu.
Onların ardından beni boğan bir his yapıştı boğazıma. Alaca ve sesi kontrol edebilen Belen ile yan yanaydım. Yanımızda hiç tanışmadığım Esin adında bir kız daha vardı. O da biz gibiydi ne Soylu ne de Eski Kan... Fakat yeteneğinin ne olduğunu henüz anlayamamıştım.
Bizi hapisten çıkartırken görünmez kılan Akbel ve Esin yiyecek bir şeyler toplamak adına yanımızdan ayrılırlarken Pekin’in nerede olduğunu göremedim. Bir ara ormana doğru giden bir siluet ve savrulan kızıl saçlar gördüm fakat o sırada Alaca’nın anlattığı bir şeyi dinliyordum.
“Beden yorgunluğun geçti mi?” diye sordu hiç beklemediğim bir anda Belen.
Ona bakarken elbette şaşkındım çünkü bir hafta önce yaşanan olaydan sonra üstüme çöken bir ağırlık olduğundan kimseye bahsetmedim. Bu benim zayıflığımdı, yanımdaki herkes benim için buradaydı ama yine de bunu söyleyemezdim.
“Anlayamadım?” diye sordum merak ile.
“Belen sesi ve titreşimlerini kontrol eder. Bedenen bir yorgunluğun olduğunu, bedenin ona fısıldar kısacası.” Derken bana göz kırptı Alaca. “Bir haftadır kötü olduğunu bildiğimiz için normalde dört gün sürecek olan yolculuğumuzu uzatmak durumunda kaldık. Pekin senin sağlığın için özellikle yavaşlamamızı istedi.”
Titrediğimi hissettim. Ben belli etmesem de fikirlerim, fiziki ağrılarım başkaları tarafından anlaşılırdı o halde.
“Anıların bile sesi vardır, Ebren...” derken bana anlayışla baktı Belen. Iraz dışındaki herkese alışmış ve sevmiştim.
Bir süre sonra artık gözüm ormana bakmaktan yorulduğu bir an gördüm, Iraz ve Yazgan’ın gelişini. Hemen yerimden kalkıp Yazgan’a doğru ilerlemeye başladım. Iraz’ın gözleri üstüme döndüğünde orada yanan alevi görebildim. Bu nefretini açıklayamıyordum fakat sağlam bir sebebi olduğuna artık inancım tamdı.
“Ebren?” dedi ben endişe ile ona doğru ilerlerken.
“Seni merak ettim.” diyerek yanına ilerledim.
O dururken Iraz ilerlemeye devam etti. Ben de tam önünde durup ona baktım dikkatle. Artık konuşmak istiyordum yoksa içimdeki bu zehri başka türlü nasıl sökebileceğimi bilemiyordum.
“İyi gözükmüyorsun, Siyayushchaya Zvezda...” (Parlayan Yıldız)
Gözlerime hücum eden yaşları durdurabilmek adına kesik bir nefes aldım. Bakışlarım anında göğe doğru yükselirken içinde bulunduğum çukurun ne kadar derin olduğunu gördüğünü biliyordum. Büyük elleri yüzümü avuçladığında bakışlarım gözlerine değdi. Gri ve siyaha bulanmış sol gözünde titreşen şefkati gördüm. Gözbebekleri anında büyümüş ve bana neden bu halde olduğumu anlamak ister gibi bakmıştı.
“İyi hissetmiyorum,” diye mırıldandım. “Hatta boğuluyorum sanki...”
Parmaklarından biri gözaltımı nazikçe sildiğinde ağladığımı fark ettim. Elimi tutup beni arkamızdaki herkesten uzaklaştırmak ve baş başa kalmak için ormanın derinliklerine doğru peşinden götürmeye başladı. Ben sessizce ağlamayı sürdürürken peşinden gitmeye devam ettim.
Adımlarım onun adımlarını takip ettiği her an güvende ve güçlü hissediyordum. Yanımda oluşuna olan minnettarlığımı kelimelerle anlatamazdım. Ben evreni kurtarmayı, o benim yanımda olmayı seçmişti. Onun yaptığı fedakârlık hiçbir zaman ödüllendirilemeyecek kadar büyüktü.
Nihayet etrafımızı ağaçların sardığı, kuş cıvıltılarının bize eşlik ettiği bir yerde durduğumuzda bir taşın üstüne oturdu ve beni de yanına çekti. Yine tereddüt etmeden oturdum. Ona doğru sokulurken kolunu kaldırıp kanatları altına alır gibi sardı derhal beni.
“Konuşmanın zamanı gelmiş, ha Siyayushchaya Zvezda...” (Parlayan Yıldız)
Sözleri biraz muzip bir biçimde söylediğinde ağlarken bile kıkırdamaktan alıkoyamadım kendimi. Ona daha fazla sokulup burnumu yünlü kazağına gömdüm. Kokusunu derince içime çekerken bir elim ile ona tutundum.
Ben bu hayatta en çok O’na tutundum...
“Boğuluyorum...” derken nefesim kesildi. “Bunca gerçeğin altında eziliyorum. Bana verilmiş sorumluluğu kaldıramıyorum.”
Saçımı okşamaya başladığı an yüreğimdeki yüklerin hafiflediğini hissettim. Bir insan nasıl susarken bile iyi gelebilirdi?
“Bu çok normal,” diye mırıldandı. “Sevdiklerini ve evreni kurtarırken feda etmem gerekenler olacak, Ebren. Sen ne kadar istemesen de bu olacak. Bazıları ölecek çünkü bu kaderlerinde var. Geleceği yazan Yaratıcıdır Ebren, bizler değil... Biz üstümüze düşen görevi doğru bildiğimiz şekilde yapmakla yükümlüyüz yalnızca.”
Sözleri beni hafifletiyordu. O içimi kemiren pişmanlık duygusunu baskılayamıyordum, görmezden gelemiyordum. Yazgan’ın sözleri bile iyileştirebiliyordu.
“O gün yaptığım...”
Devam edemedim. Saçımı okşayan eli saçlarımın arasında durdu. Ona bakamasam da bakışlarını üstüme çevirdiğini biliyordum.
“Korkunç mu?” diye sordu, sözlerimi devam ettirmemi ister gibi.
“Vahşet!” diye yükseldim ve ardından hıçkırıklara boğuldum.
Bir süre göğsüne tutunurken ağlamama müsaade etti. Beni zorlamıyor, yaşadığım ve hissettiğim şeyleri anlamamı bekliyordu.
“Onlarca insanı, Yazgan...” diye mırıldandım. Cümlelerim eksik, yamalı ve saçmaydı belki de ama yine de anlıyordu. “Sen ölüyorsun sandım!”
“Uspokoysya, Siyayushchaya Zvezda...” (Sakin ol, Parlayan Yıldız.) diye fısıldadı kulağıma. “Eto ne tvoya vina.” (Bu senin hatan değil.)
“Ama ben...” derken ağlamaktan konuşamıyordum resmen. “Bir an seni kaybettim sandım.”
Hafifçe doğruldu ve beni de göğsünden kaldırıp tam karşısına çekti. Ellerini başımın iki yanına koyup saçlarımı geri itti ve yüzümü kavrayıp beni çok yakınına kadar çekti.
Gözlerinin bu mesafeden çok daha güzel olduğunu düşünmeden edemedim. Çünkü sırası ya!
“Buradayım,” diye mırıldandı gözlerimin içine bakarken. “Ne olursa olsun seni asla yalnız bırakmayacağım, söz veriyorum!”
Verme!
“Tutamayacağın sözler vermemelisin...” diye mırıldandım sanki hissetmiş gibi.
“Tutacağım!” Keşke...
Bakışlarımız bu anda birbirlerine kitlenmişti. Nefes nefese kaldığımızı birkaç saniye sonra anca fark edebildik. Bakışlarım bir anda dudaklarına kaydığında tenimin ısındığını hissettim. Yeniden bakışlarımı gözlerine çıkarttığımda alev alev gözlerime baktı.
“Beni mahvediyorsun...” diye mırıldandı. “Adın ilk kez zihnime fısıldandığı andan beri senden başka bir şey düşünemez oldum!”
Ne diyeceğimi bilemedim. Tüm ormanda koşmuş gibi nefes nefeseydim. Göğsüm aldığım sık nefeslerden dolayı hızlı hızlı inip kalkıyordu. Yazgan’ın dudaklarıma dönen bakışlarını da gördüğüm an alev aldığımı biliyordum. Ne beklediğini çığlık atarak sormak geliyordu içimden.
“Yazgan...” diye mırıldandım aynı onun gibi.
Sözlerime devam edemedim. Dudaklarıma çarpan dudaklarını hissettiğim an içimde sanki atomlarım parçalandı. Kolları ile beni sarıp kendine doğru çektiği esnada tüm düşünceler zihnimde çarpışmaya başladı. Hırpalayıcı öpüşüne beceriksizce karşılık vermeye çalışırken kollarımla boynunu sarıp dizlerimin üstünde yükseldim. Bu hamlem ile beni tek seferde kucağına çekip sandalyeye ters bir şekilde oturur gibi tam kucağının üstüne oturttu.
Alt dudağımı ısırdığı sırada dudaklarımdan firar eden inlememe mâni olmadım. Ağzım aralandığı gibi işgalci dili, dilime çarptı. Onların ateş kırmızısı dansı başladığında uyluklarımda tatlı bir sızının baş gösterdiğini fark ettim.
Dudakları yüzümde dolaştıktan sonra boynuma dokunduğu an titrediğini hissettim. Başımı geriye doğru atarken ona yakması için fazladan yer açmaya çalışıyordum. Ateş kadar sıcak dudakları boynumda dolaşırken elleri de rahat durmadı, kazağımdan içeri girerek belimi kavradı. Titrerken tüm bedenimi onun merhametine sunduğumu fark ettim.
Beni kalçalarımdan tutup sanki mümkünmüş gibi daha fazla kendine çektiği an ikimiz de aynı anda inledik. Nefes nefese birbirimize bakarken bunun için bunca zaman beklemiş olduğumuz için birkaç küfür savurduğunu duydum. Tamamen ona katılıyordum!
“Bana ne yapıyorsun, Siyayushchaya Zvezda.” Diye mırıldandı.
Kucağında, ona biraz yukardan nefes nefese bakarken bunu düşünmeye fırsatım olmadı açıkçası. Buna daha sonra cevap vermeye karar vererek eğilerek dudaklarımı ateş gibi yanan dudaklarına bastırdım. Dudaklarının tadını zihnime kazımak istiyordum.
Bana büyük bir açlıkla karşılık verdi. Alt dudağımı emdiği kısımda tüm aklımı yitirdiğimi düşündüm. Öpüşmek böyle bir şey miydi? Dışardan baktığında o kadar basit görünen bir eylem nasıl olurda içten bir insanın tüm savunmalarını yıkabilirdi?
Dişlerimi dudağını geçirdiğim an bir hırıltı yükseldi dudaklarından. Alev saçan gözlerini gözlerime dikti ve dudaklarında şeytani bir gülümseme belirdi.
“Beni yoldan çıkartıyorsun!” diye fısıldadı.
“Pek yoldaymışsın gibi gelmedi bana...” derken kıkırdadım.
Dudaklarımız bir süre daha birbirlerini keşfederken biz dünyanın tüm gerçekliğinden soyutlandık ta ki kırılan bir dal sesi duyana kadar.
Yazgan hızla benden ayrılıp arkamda her kim varsa ona baktığında ben yüzümün yandığını hissettim. Yazgan’ın kucağındaydım ve kendimden geçmiş bir haldeydim!
Yazgan’ın havalanan tek kaşını gördükten bir saniye sonra boğazını temizleyen kişiyi duydum. Onun tutumunun farkındaydım, belli etmediğini sandığı duygularının da. Burada olmasa bile şu an ne yaptığımızı tahmin edebilirdi aslında, o bir Fısıltı Kâhiniydi!
“Çok uzun süredir yoksunuz,” dedi ama sesindeki acının boğazıma yapıştığını hissettim. “Bu tehlikeli.”
Yazgan, kucağında benim olmamı umursamadan beni sıkıca tutarak ayağa kalktığında kafamı kuma gömme arzusu ile dolup taştım.
Usulca onun kucağından indikten sonra Yazgan’ın yanına geçip öylece durdum. Başımı kaldırıp Pekin’in gözlerindeki kırgınlığı görmeye cesaretim yoktu.
“Geliyoruz.” Dedi tok bir sesle Yazgan.
Pekin, ağzının içinde bir şeyler homurdandıktan sonra arkasını dönüp önden yürüdü. Savrulan kızıl saçlarını gördüm bakışlarımı ona çevirdiğimde. Ardına dahi bakmadan oradan uzaklaşırken öyle olmaması gerekse de beni bir suçluluk duygusu ele geçirdi.
“Kendini suçlama,” diye mırıldandı Yazgan, bunu hissetmiş gibi. Beni yanına çekip dudaklarını şakaklarıma bastırdı ve derince soluğunu içine çekerken bir süre öyle durdu. “Her şeyi kontrol edemezsin hele ki duyguları, asla!”
***
SARAYŞIK
Tanla
Tüm çırpınışlarıma rağmen orada bulunan onlarca kolluk kuvveti tarafından zapt edildim ve abimin tüm çabalarına rağmen kendini bizlerden üstün sanan Soylu kıçlı bir prens yüzünden alıkonuldum.
Birkaç saat sonra hayatımda ilk kez başkente, Sarayşık’a geldim. Beni yaka paça crondan indirip sarayın dibindeki bir zindana getirdiler. Ufacık demir parmaklıklı bir cam haricinde tamamen demirden yapılma kapıyı üstüme kapattıklarında korkuyla titrediğimi ilk kez fark ettim. Yaptığım saçmalığın ve o Soylu piçin kışkırtmasının sonunda kendimi kaybedip burada olduğumu biliyordum.
Ablama olan tuhaflığı ilk fark ettiğimde bir gün yerimin burası olduğunu biliyordum. Ablam da ve bende bir tuhaflık vardı. Onun gücünün ne denli büyük olduğunu ve sebebini bilmiyordum fakat kendimin gücünü ilk keşfettiğimde oldukça küçüktüm. Daima bunun benim hayal gücüm olduğunu düşünmeme sebep olan da buydu sanırım. Sonrasında onu keşfetmeye korktum, ondan kaçtım ve görmezden geldim fakat ablama olanlardan sonra bizim normal bir Eski Kan olmadığımızı anladım.
Ellerimi etrafımda hareket ettirirken bir ışık huzmesi hissetmeye çalıştım. Sıcak bir kaynaktan geldiğini hissettiğim ışığı yakaladığım an onu kendime doğru çektim ve bir anda karanlık zindanımın aydınlanmasını sağladım. Işığın kırmızı ve turuncu tonlarda olmasından onun zindanların karanlık koridorlarını aydınlatan bir meşaleden geldiğini anladım. Yapay ışıkları kontrol ettiğim esnada daha farklı renkler olurdu etrafımda. Güneş ışığı ile uğraşırken onu kırmayı başarıp gökkuşağı oluşturmayı bile öğrenmiştim!
Orada yalnız başıma ne kadar bekledim bilmiyorum. Bir süre sonra uykum gelmiş ve ışığım gücünü kaybederken uyuyakalmıştım.
Demir kapının hışımla açılması ile olduğum yerde sıçradım. Bakışlarım titreyerek karşımdaki kolluk kuvveti mensuplarına baktım. Özel kuvvetin üyeleri olduğu açıktı. Benimle uğraşması için daha az önemli birini göndermeye korkmuş olmalıydı Soylu Piç!
Beni kollarımdan tuttuktan sonra çekiştirerek koridorlarda adeta sürüklemeye başladılar. Daha nazik olmalarını söylesem de beni umursamadılar. Ailemin ne halde olduğunu düşünmek bile istemiyordum. Ablamdan sonra benim yokluğumla ne yapacaklarını kestiremiyordum.
Onlara ablamın kim olduğunu söylediğim an yüzlerinin aldığı ifadeyi hatırlıyordum. Babam başına giren müthiş bir ağrı ile günlerce uğraşmak zorunda kalmıştı. Evin en mutlu insanı olan annem bile günlerce kendine gelememişti. Erendiz ise bunu en normal karşılayandı. Bunun olması gerektiğini söylediğinde hepimiz dehşete kapılmıştık.
Birbirine delicesine bağlı bir aile olsak da hepimizin bir sırrı olduğunu o gün anladım. Ablamın güçlerini keşfetmesi çok yeniydi, yirmi üç yaş bunun için fazlasıyla geçti ama bunun asıl sebebi onun Vadedilmiş olmasıydı. Bir de abim Erendiz’in de bir gücü olduğuna artık emindim. Soylu Piçin evimizi bastığı esnada orada olması için hiçbir sebep yoktu, pastaneden o saatte asla gelmezdi ama bir şekilde başıma gelecekleri biliyor gibi oradaydı işte!
Başta ne kadar dirense de bir an duraksayıp gözlerimin içine bakıp dudaklarını kıpırdatarak özür dilediği anlar zihnimi doldurdu bir kez daha. Sanki o an beni götürmelerine izin vermesi gerektiğini anlamıştı.
Burada olmam gerektiğini düşünüyordu!
Işığın bir anda yoğunlaşması ile yanımdaki kolluk kuvvetleri ellerine gözlerini siper ederken ben bu hissin güzelliği ile gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. Sanki ışık benim yaşama sebebim gibiydi.
“Tanlı Hıncal,” diye konuşanı duyduğumda kirpiklerimi kırpıştırarak sesin geldiği yere döndüm.
Soylu Piçimiz çok kıymetli kıçını kaldırıp buraya kadar gelerek basit bir vatandaşın yargılanmasını izlemek için zahmet etmiş gibi görünüyordu. O açık mavi gözleri üzerimde dolanırken dudaklarında sinsi bir kıvrılma oldu. Onun yeteneğine karşı bağışık olup olmadığımı merak ediyordu hem de deli gibi. Bağışık değildim ama onun yarattığı sahte görüntüleri dağıtabilecek bir Işık Hâkimiyim!
“Barshan Ülkesinin Varis Prensi İlter Pars’a saldırmaktan yargılanacaksın!”
Bakışlarım yine konuşana döndü. Üstünde beyaz bir cüppe vardı. Yüzünü göremiyordum. Onların kadim yargıçlar, Doğru Söyletenler olduklarını elbette biliyordum. Genel de Eski Kanları yargılarlardı, soylu olanlar hep masum ve haksızlığa uğrayanlardı...
“Kendini savunma hakkını kullanmak için kürsüye çık.” Dedi katî bir sesle.
Kolumu tutanların beni serbest bıraktığını hissettiğim an denileni yaptım. Usulca kürsüye doğru ilerledim ve içine girip karşımdaki konsey üyelerine baktım. Her biri dikkatlice benim konuşmamı bekliyorlardı.
“Ben Tanla Hıncal,” dedim usulca.
“Tanla,” diyerek söze başlayan bir kadın oldu. “Doğru söyleyeceğine tüm değerlerin üzerine yemin eder misin?”
“Ederim.” Dedim kendimden emin bir biçimde.
Ortada duran Doğru Söyleten dikleştiğinde bunun acı vermemesini umdum. Yerinden kalkıp yanıma kadar geldi ve tam önümde durdu. Parmağını kaldırdı ve bir anda alnıma bastırdı. O an içimde bir şeylerin dağıldığını hissettim. Tüm savunma duvarlarım yıkılırken dudaklarım aralandı oksijen açlığı ile.
“Prense saldırdın mı?” diye sordu adam.
“Evet!” dedim panikle. “Çünkü beni kışkırttı!”
Bunu dememi kimse beklemiyor olmalıydı ama umurumda değildi!
“Anlat...” dedi usulca adam.
“Beni kardeşimi öldürmekle tehdit etti. Evime hiçbir hakkı yokken onlarca kolluk kuvveti ile gelerek yaşam alanımı, canımı ve ailemi tehdit etti. Yetkili mercilerden bir izin belgesi görmek istediğimde yeteneklerini kötülük amacı ile kullanmaya çalıştı fakat bunu anladım ve çok sinirlendi. Bu yüzden beni kışkırtarak yargılanmamı sağladı.”
Alnıma baskı yapan parmağın varlığı yok olduğunda geriye doğru bir adım atarak derin derin soluklandım. Bakışlarım hışımla Soylu Piçe döndü. Bakışlarımdaki meydan okumayı görmesini istedim. Suratındaki o kendini beğenmiş sırıtışın silinmesini istedim. Ona her şeyi istediği gibi yönlendirmeyeceğini haykırmak istedim.
“Prensim,” diye konuştu bu sefer aynı adam. “Bunları onaylamak zorundayız.”
“Anlayamadım?” dedi mutlak bir şaşkınlıkla bakışları hızla adama dönerken. “Prensinizin sözüne karşılık onun sözü... Bunu kanıtlamama gerek var mı?”
Az önce benden yemin etmemi isteyen kadının sesi duyulduğunda keyfim yerine geldi.
“Her vatandaş adil yargılanma hakkına sahiptir. Kısıtlamalara tabi ve Eski Kan olsalar bile adil yargılama yapmakla yükümlüyüz. Sözünüz bu komisyon için tam olarak yeterli değildir. Bir Doğru Söyleten ile yargılanmayı reddederseniz tutuklu Tanla Hıncal’ın haklı bulunmasına karar vereceğiz!”
İlter’in öfkeden kızaran beyaz cildine bakarken zevk aldım. Yasalar hakkında bir halt bilmediği aşikârdı. Düzenin eski Barshan Ülkesinde olduğu gibi olmasını dilediğine emindim fakat son iki yüzyıldır böyle değildi! Eski Kanlar sayıca fazlalardı, özel yetenekleri olmasa bile. Azınlık olanın kendileri olduğunu anladıklarında ve bize ihtiyaçları olduğunu fark ettiklerinde haklarımız adına iyileştirilmeye gitti.
II. Korhan Pars, Hükümdarlığı dönemi insanlık için hâlâ bir şansın olduğunu kanıtlayan bir dönemdi. Islahatları ile tüm Soylu Kanlara öncü olmak için çabalamış bir hükümdardı.
“Bir Prensi yargılayamazsınız!” diye çıkıştı kendinden son derece emin bir sesle.
“O halde, karar!” diye kükredi kadın yargıç.
“Ne?” diye çıkıştı.
İşlerin onun istediği gibi gitmediğini görmek, yetkilerinin sınırlandırılması için bunca adımı atan II. Korhan’a sempatimi arttırdı.
“Tanla Hıncal, tahrik altında bırakılarak bu girişimde bulunduğunu Doğru Söyleten Kağan Yorgas’ın sorgusunda kanıtlamıştır.” Diye başladı sözlerine yargıç.
“Emrediyorum!” diye çıkıştı o anda Soylu Piç. “Bu duruşmayı durdurun.”
“Hiçbir Soylu Kan, Doğru Söyleten Meclisinden birisine emir veremez Prensim.” Diyerek araya girdi yargıç Kağan. “Biz saraya değil, Yaratıcı ve adalete bağlıyız.”
“Barshan Ülkesinin kanunları gereği haksız tahrikle yapmış olduğu davranış için ceza almamasına, bir yıl süreyle hareketleri takip edilerek aynı cezayı işlemesi durumunda tutuklanmasına ve yeniden bir karar vermek için yargılanmasına karar verilmiştir.”
İlter’in öfkeli bir şekilde elini duvara vurması ile çıkan sesten irkilsem de ona dik dik bakmaya devam ettim. Şimdi bir de Otrar’a geri dönmek için uğraşacaktım. Yanımda hiç Kert yoktu ve bu durum başımı fena ağrıtacaktı.
Duruşma salonunda iki adet kapı mevcuttu. Bilerek onun çıktığı kapıdan değil de diğerinden çıktım ve tam kapı önünde durup ona döndüm. Öfke dolu mavi bakışları üstüme döndü.
“Kazandığını sanma, Tanla Hıncal!” diye tısladı adeta.
“Sanmam,” diye mırıldandım. “Çünkü kazandım!”
O an öfke ile derin bir nefes aldı ve gözlerini yumdu. Ardından tam yanına duran adama döndü.
“Tanla Hıncal ne iş yapar?” diye sordu öfke dolu bir sesle.
Sanırım adalet konusunda ondan kurtulmayı başarmışsam da bu pek uzun sürmeyecek olmalıydı. Beni başka şekilde köşeye sıkıştırmayı çoktan kafasına koymuştu ve bunu yapabilirdi. Beni hapsettiremezdi, en azından bir hapishaneye. Fakat kendisine hapsedecekti!
“Bankacı, efendim.” Diye konuştu yanındaki adam.
“Git belgeleri hazırla,” dediği an kalbim sıkıştı. Aklında tam olarak en çok korktuğum şey vardı. “Bu saatten sonra kendisi kişisel menkul ve gayrimenkul varlık uzmanım!”
Dişlerimi gıcırdatarak ona baktım. Bir hapishaneye kapatılmayı tercih ederdim!
“Asla!” diye çıkıştım o an. “Sizin için çalışmayacağım!”
Gözleri üstüme sabitlendi. Bana doğru yürümeye başladığını gördüğümde yüreğim sıkıştı. Bu tehlikeli oyunda ona boyun eğseydim başıma bunlar gelmezdi fakat ben ailemden birine zarar vermek için harekete geçmiş hiç kimseye boyun eğmezdim hele de böylesine pisliğine!
“Tanla,” diye mırıldandı dibimde durduğunda. “Sen ablandan bile daha fazla aptalsın!”
Elim havalandı, o beyaz tenine çarptırmak için can atarken elimi havada yakaladı. Bakışlarında bir ateş parladı.
“Ona bir kere izin verdim, basit kan!” diye fısıldadı kulağıma doğru eğilerek. “Yalnızca ben istersem bana zarar verebilirsin!”
“Öyle mi dersin?” diye tısladım bu sefer ben.
Bileğimi onun elinden kurtardıktan sonra ellerimi iki yanıma açıp derin bir nefes aldım ve içime çekerken oksijenle birlikte ışığı da yuttum! Tenimi dolduran ışığı kullanarak parıltılar yarattım ve kırılan ışığın arkasında saklanarak kendimi görünmez kıldım.
Ortam yavaş yavaş aydınlanırken ben ışığın beni saklama gücüyle birlikte koridorun sonuna kadar koştum fakat hesaba katmadığım bir şey vardı o da benim onun kafesinde olduğum!
“Işığı kontrol edebildiğini anlamadığımı mı sandın?” diye sordu bedenim onunkine çarptığında.
İllüzyonunu yok etmek için çabalasam da olmadı. Beni bileklerimden tutup kendisine çekti ve nefes nefese gözlerinin içine bakarken bir avcı gibi üstüme eğildi.
“Bu sefer etrafındaki bileşenleri kullanmıyorum, Tanlacık.” Diye mırıldandı ödümü kopartan bir biçimde. “Zihninin içini kullanıyorum!”