-5-

1988 Words
Avluda Mahir ağa, balkonda Teslime hanım ile Battal, merdivenlerde de diğerleri öylece beklerken kapıda beklemekte olan kadın elindeki valiziyle içeri ilk adımını atmıştı. Elindeki valizini ayaklarının dibine bırakırken yüzüne düşen bir tutam saçını kulağının arkasına vererek kızarmış olan gözlerini aile üyelerine dikmiş, olduğu yerde duruyordu. İlk tepkiyi veren merdivenlerden aceleyle inerek ağlamaklı sesiyle söylenen Melike hanımdı. "Mahra! Yavrum, ne oldu sana, kim yaptı bunu kuzum?" Mahra bu evin tek ve manevi kızıydı. Henüz on bir yaşındayken Mahir ağanın şoförlüğünü yapan babasının ölüp, annesinin de başkasına varmasıyla bir başına kalmıştı. Mahir ağa ise Mahra'yı eve çalışan olarak almak yerine, kızı sayıp bağrına basmış, otağının en küçük hanımı eylemişti. Evinin tek gonca gülünü hiçbir zaman yabancılık hissetmeyecek şekilde büyütüp, gönlünü verdiği adamla yuvasını kurmasına destek olmuştu. Şimdi gördüğü manzara ise hiç hoş değildi. Üstüne üstlük bu durum, bu yıl dördüncüydü. "O yaptı değil mi?" diyerek kızının önüne geçti Mahir ağa. "O itin eniği, şerefsiz köpek yaptı." Mahir ağa öfkeden deliye dönmüş bir şekilde dört dönmeye başlamıştı, Mahra ise sesini çıkartmadan babasını dinliyordu. "Bunca iltimas fazla o namussuza, kolaysa bana erkeklensin bakalım." diyerek yenge ve abisinin yanından geçerek hiddetle basamakları indi Kadir. Kravatını gevşetip kapıya ilerleyerek açtığı sırada babası durdurmuştu. "Sen dur Kadir." Kadir olduğu yerde kalıp şiddetle kapattığı kapıyı bırakıp babasına doğru geldi. Mahra elbette onunda kıymetlisiydi. Üstelik sadece babası, anası ya da onun değil. Evdeki herkes geldiği günden beri sanki hep bu evin kızıymışçasına davranmışlardı. "Bunu onun yanına mı bırakacağız baba?" Kadir sinirini gösterirken ona katılacak bir kişi daha vardı; Mustafa. Tabii ağzını açtığı sırada koluna girmiş olan biricik karısı bir çimdik atmasaydı. Kocasına biraz daha sokulan Amine sesini iyice kısarak fısıldarmışçasına; "Sen karışma." deyiverdi. Onlar merdivenlerden inip bir köşeye geçtiklerinde Battal da babaannesiyle yavaş yavaş inmişti. "Bırakmayacağız tabii." "O zaman müsaade et de gidip anasından emdiği sütü ağzından burnundan getireyim o puştun." "Her şeye Kadir, her şeye Mustafa koşmaz. Bu evin bir eri daha vardır." Mahir ağanın sözlerini işiten herkes Battal'a dönerken, Teslime hanım basamakları inmesine yardım etmekte olan torununa eğilip konuştu. "Ağalığını gösterme vaktidir yiğidim, hayde." Torununun sırtına vurup gönderirken; "Gelin, gel bakalım gir şu koluma hele." diyerek görmeyen gözlerini yerde tutarken eliyle işaret etti. Amine Teslime hanımın yanına giderken Battal babasının yanına varmıştı. Önce kız kardeşi sayılan, kız kardeşi saydığı Mahra'nın kan revan olmuş yüzüne baktı. Hiç mi ar, edep yoktu bu herifte. Bir kadına el kaldıracak kadar düşmüş müydü? Doğru ya, çoğu erkek böyle gösteriyordu erkekliğini. Olmayan erkekliklerini böyle ispatlamaya çalışıyorlardı. "Bacını görürsün oğul, biz gayrı usandık. Şimdi, bunun hesabını sorma sırası sendedir." Bakalım, erkekliğini bana da gösterebilecek mi, diye düşündü Battal boğazını hafif sıkmakta olan kravını gevşetirken. Çıkararak annesine uzattığı sırada tam ardına dönüp gidecekken durup geri döndü. Mahra'ya doğru bir adım atarak çenesini parmaklarıyla kavrayarak eğmiş olduğu başını kaldırdı. Ardından seri adımlarla konaktan çıkıp kapıda beklemekte olan arabalardan birine yerleşerek damatlarının dükkanına sürdü. Mikail ile Mahra dört yıllık evlilerdi. Son iki yıldır Mikail efendi bambaşka birine dönüşmüş, canı sıkılıp işi rast gitmeyince sinirini Mahra'dan çıkaran biri olmuştu. Battal Urfa'da olmamasına rağmen, olanları duyuyor, geldiğinde bizzat Mikail'le de, Mahra'yla da görüşüp işi tatlıya bağlamaya çaba sarf ediyordu. Lakin anlaşılan o ki Mahra sevgisinin ardına sığınıp sesini çıkarmazken, Mikail bu tutumundan vazgeçmeyecekti. Kendisinden üç yaş küçük olan Mikail babadan kalma bir halıcı dükkanı işletiyordu. Gelmeden önce son duyduklarına göre, sağ da sol da babasının Mahra'yı alması için kendisine yalvardığına dair bir şeyler gevelemişti. Bu günkü gördüğü manzarada bardağı taşıran son damlaydı. Gaza biraz daha abanırken aklında ne İstanbul vardı, ne de Avşar kızı. Lakin o, Avşar kızının aklındaydı. Avludaki masanın sandalyelerinden birine oturmuş, düşünceli bakışlarını masada sabit tutuyordu. Bir aklı önce çarşıda, sonra tarla da, hemen ardından elbise seçiminde kendisine yardımcı olan kişideyken, diğer aklı hanımı olacağı müstakbel nişanlısındaydı. Sahi, nerede kalmışlardı? Hava kararmış, sofra hazırlanmıştı. Tüm bunların yanı sıra kendisi hazırlanmış, ev ahalisi de hazır ol da beklemekteydi. Tan yeri iyice kararırken Macit ağa yönünü dış kapıya dönmüş, eli ardında sessizce tesbihini çekmekle meşguldü. Sabahki heyecanının yerini endişe almış, mutluluktan gülen yaşlı yüzü asılmıştı. Söz vermişlerdi. Gelecek, ahbaplığı artıracak, hısım olacaklardı. Söz vermişlerdi. Bir ağaya, bir beye sözünde durmak yaraşırdı. Şimdi ise ne sözünü veren vardı ortada, ne de ağa? Zaman su misali akıp giderken ev halkı yavaş yavaş dağılmaya yüz tutmuş, Macit ağa ise sabrına yenik düşmemek için kapının önüne çivi gibi çakılmıştı. Ya gelmezlerse, diye düşündü. Hali nece olurdu? Kimin yüzüne bakar, kime karşı dururdu? Derince bir soluk aldığı sırada sabrı tükenen Devran zaten oturmakta zorlandığı yerden hiddetle fırladı. Amcası Zişan'ı bunlara mı layık görmüştü? Daha sözünde bile duramayan adam, ona nasıl kocalık edecekti? Sinirinden deliye dönerken açtığı ağzından laflar dökülemedi, zira ilk laf küçük ağa Ahmet'ten çıkmıştı. "Artık gelmezler baba." "Gelseler de girecekleri bir otağ yoktur." diye gürledi birden Devran. Tutamamıştı yine kendini, dur diyememişti öfkesine, yapamamıştı. Ama Macit ağa ağzını açıp tek bir kelam etmedi, edemedi. Ne deseydi? Yeğeni haklıyken, ne diyecekti? Bir tek Devran değil, diğerleri de aynı şeyi düşünürdü, bilirdi. Lakin içlerinden bir kişiden çekinirken, bir kişinin hüznüne kıyamazdı. İdal ne diyecekti? Kendisi kızlarını verirken, almaya gelmeyişlerine ne diyecekti? Ya Zişan? Sorgusuz sualsiz kabul etmişti. Şimdi kim bilir ne kadar üzülecekti? Mavi gözleri korkuyla Devran ağasını bulduğunda o da kendisine döndü. Dişlerini sıka sıka birkaç adım yaklaşıp parmağıyla işaret ederek bağırdı. "Sen de çık yukarı elinin yüzünün boyasını sil, saçını başını topla, yürü!" Öfkesinden elinden bir kaza çıkmasından korkan Devran başı yerde kıyısından geçen Zişan'a bakıyordu. Önünden geçtiği sırada derin bir nefes almasıyla tüm kokusu ciğerlerine doldu. Bir gün kendisi için de bu kadar güzel kokular sürünecek, bu kadar özenli hazırlanacak mıydı, merak ediyordu. Ah, onun kokusunda uykuya dalmak vardı. Yüzünü o beyaz tenine gömüp, kondurduğu öpücüklerin arasında yok olmak, belki o güzelliğine doymak için sabahlayacağı geceleri yok saymak... Lakin her şeyin bir sonunun olduğu gibi, Devran'ın Zişan'ın peşinden bakarken kurduğu bu hayallerde kapının açılmasıyla son bulmuştu. Tüm ev halkı gözlerini kapıdan giren kişiye dikmişti. Fakat gelen Mahir ağa yerine hep olduğu gibi Yakup'tu. Bir gün Yakup dışında bir Acem bu konağa girecek miydi, merak ediyordu Zişan. O da ailesiyle birlikte durup Yakup'un anlattıklarına kulak kesilmişti. "Hayırlı akşamlar Macit ağam." Macit ağa konuşmayıp başıyla selam vermekle yetinirken Devran yeni bir öfke patlaması yaşıyordu. "Hayrı mı kalmış Yakup?" "Hele bir sakin olasın Devran." "Yakup doğru der Devran, ağır olasın." Macit ağanın komutundan sonra devam etmeye niyeti olsa da edememişti Devran. Sırası mıydı susturmanın şimdi? Ne olurdu bıraksaydı da kussaydı içindekileri? Belki de kurtulacaktı bu beladan? "Buyurasın Yakup?" "Mahir ağamın çok selamı vardır, gelemedik, kusura bakmasın der." "Hayrola?" Macit ağanın yüreği boğazında atarken Yakup konuşuyordu. Herkes pür dikkat dinliyor, Zişan da merdivenler de durmuş aynı şekilde merakla bakınıyordu. Her ne kadar istekli olmasa da merak ediyordu, neden gelmemişlerdi? Yakup aradaki mesafeyi bir iki adımla kapatarak Macit ağanın kulağına doğru yaklaşıp anlattı. "Evde az biraz sorun vardır ağam. Amma merak etmeyesin, Mahir ağam kusurumuza bakmasın, yarın gelinimizi de alıp buyur etsin, Acem konağı şenlensin der." Yakup'un sözleri Macit ağanın yüreğine su serperken başta Devran olmak üzere diğerlerinin de merakını kabartmıştı. O anda merdivenlerin başında korkuluklardan tutunmuş öylece bekleyen Zişan'ı gören Devran, o da kendisini görene dek kızı izledi. Gözleri birbirlerini bulduğunda sinirini belli ederek başıyla yukarı işaret etti. Zişan merdivenleri çıkarken Macit ağa Yakup'u başıyla onaylıyordu. "Anladım, anladım." "Geleceğini söyleyeyim mi ağam?" "Söyleyesin, söyleyesin. Sağolsun, yarın akşama orada oluruz inşallah." "Tekrar kusura bakma Macit ağam." "Olur böyle şeyler, neyse gayrı." Az ve öz bir vaziyette diyeceklerini söyleyen Yakup çok uzatmayarak konaktan çıkmıştı. İdal hanım da Devran'ın yanına doğru geldiğinde hanımını rahatlatmak için gülümseyerek kendisine doğru yürüdü Macit ağa. "Hayırdır ağam, niye gelmemişler?" "Tasalanmayasın İdal hanım, bir şey yoktur. Gelememişler, kusurumuza bakmasınlar, yarına buyursun gelsinler, derler." "Biz mi gideceğiz?" "He ya, yarın akşama biz gideriz hayırlısıyla." Devran yamacında konuşan amca ve yengesini daha fazla dinleme gereği duymayarak sinirle odasının yolunu tuttu. Zaten onlar da daha fazla konuşma gereği duymayarak sofraya oturmuşlardı. Şaşkınlık, endişe ve hüzün gitmişti. Sofraya oturanlar hallerinden memnundu, lakin Devran için aynısı söylenemezdi. Tam kurtulmak adına bir yol bulacakken, nereden gelmişti bu haber şimdi? Peki ya o gidecek miydi? Gidince, Zişan'a yönelen bakışlara dayanabilecek miydi? Akşamın karanlığında herkes kendi köşesine çekilmiş, Zişan'la Şükran da paylaştıkları odada oturmuş, pencerenin önündeki boşluğa yerleştirilmiş olan yumuşak koltuğa yerleşmişlerdi. Zişan'ın gözleri kara geceyi süsleyen yıldızlarda, aklı ise sebebini anlamadığı bir şekilde ondaydı. "Burak ağam dört beş güne gelir. Ben de iki üç güne giderim artık." diyen Şükran'a baktı Zişan. Gidecek miydi yani? Hem de kendisine yeniden alıştığı sırada. Ne vardı Mardin'e gelin olacak, dursaydı ya şurada. Hasret olmasaydı ya kendisine. Zişan'ın birden kendisine diktiği gözlerindeki hüznü gören Şükran ortamı yumuşatmak adına yeniden konuştu. "Ama damat efendiyi görmeden gidecek olursam, yol üstünde kalpten giderim valla." "Nasıl konuşuyorsun öyle? Tövbe de." Zişan kızıyordu ama Şükran'ın pek umrunda olduğu söylenemezdi. Omzunu silkerek gözlerini devirip devam etti. "Ne var, sanki sen hiç merak etmiyorsun." Sahi ya, etmiyor muydu? Nasıl biriydi, ne der, denileni nasıl işitirdi? "Merak etmiyor musun?" diye sordu Şükran, kendi meraklı gözlerini amca kızına dikerek. Lakin Zişan ne ses soluk çıkarır, ne de en ufak bir tepki verirdi. "Adını, sanını, huyunu, suyunu, görünüşünü... Merak etmez misin?" Etmez olur muydu? Hem de ne meraktı. Şükran böyle konuşunca da merakı ikiye katlanmıştı işte. "Bıyığı var mı acaba, veya saçı?" İşte bu lafının ardından Zişan'ın kabaran merakı toz bulutu olmuş, yüzü birden gülmüştü. "Ne kıkırdıyorsun?" "Hiç, Burak eniştenin ipek saçları geldi de aklıma, ondan." "Kurban olun siz erimin dazlak kafasına." Şükran'ın bu sözü Zişan'ı daha çok güldürmüş, kahkahalarını odadan taşırıp ta konağın avlusuna, anasıyla babasının kulağına götürmüştü. "Hüzün kucağınıza uğramasın inşallah kuzularım." diye söylendi kızların sesini duyan İdal hanım. "Amin, amin." diyerek hanımını onayladı Macit ağa. Ağasının sözünü işiten İdal hanım gözlerini kızların odasının penceresinden alarak kocasına dikti. "Ağam, Mahir ağa hangi oğlunu güvey eyleyecektir?" "Yarın gidip görürüz hatun." "İstanbul'dan en küçüğü gelmiş derler." "Öyleymiş. Sessiz, sakin, aklı selim biri derler." "Öyle Mustafa'dan başka oğlu var mıymış?" "Varmış ya, varmış." Macit ağa da, ahali de böyle düşünüyordu ya, Battal onları yanıltacak mı, haklı mı çıkartacaktı, bilinmez. Lakin söylendiği kadar sakin olmadığı dükkanın öteki ucuna fırlattığı adamı yakasından kavrayıp ayağa kaldırırken anlaşılıyordu. Tüm çarşı esnafı olanları izlerken Mikail eli yüzü kandan tanınmaz bir şekilde hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. O da az biraz geriye çekilerek konuşmaya başladı. "Gerçekten, bak gerçekten iyi bir iş çıkarmışsın. Kadın dediğin böyle dövülür, değil mi?" Bir an durup alkış tutmaya başlayan Battal sözlerini sürdürdü. "Hani güçlü de hissetmişsindir. Fakat merak ettiğim bir şey var. Anneni dövse biri, veyahut kızkardeşine saldırsalar, ne hissederdin?" Birden susup karşısındaki üstü başı dayak yemekten parçalanmış adamın yakasını yeniden kavrayarak sarstı. "Bu şekilde erkek olunmaz. Ve unutma ki" Durdu. Ensesini kavrayarak devam etti. "Sapına kadar erkek de olsan, kadına el kalkmaz!" Son sözlerinden sonra ensesinden tuttuğu adamın hayalarına dizini geçirerek yere yığılmasını sağlamış, kendini yorgun düşmüş bir vaziyette arabasına ilerlemek üzere ardına dönmüştü ki, az ötesinde duran iki polis aracını görmesiyle yerine çakılması bir oldu. Ellerini usulca havaya kaldırdığı sırada ceketinin koltuk altındaki yırtığı fark etmesiyle durdu. O yırtığa bakınırken başkomiser kendisine doğru yaklaşmaya başlamıştı. "Dur tahmin edeyim." diye bağırdı başkomiser. "Acemlerdensin." Bakışlarını koltuk altındaki yırtıktan alan Battal karşısında kendisine ha bire yaklaşmakta olan polis memuruna dikti. "Nerden bildiniz?" "Manzarayı görünce," diyerek kaşları ve eliyle yerle bir olmuş dükkanı göstererek devam etti başkomiser. "Zor olmadı." Başıyla onaylayan Battal elleri havada öylece bekliyordu. Önünde dikilmekte olan polis ardındaki iki meslektaşına seslendi. "Alın bunu." Arabadan inmiş bekleyen iki memur bir çabuk Battal'ın yanına gelip ellerini kelepçeleyerek polis aracına doğru götürdüler. Polis aracına bindirileceği sırada durdu Battal. Diğer araca doğru ilerleyen başkomisere seslendi. "Amirim." Durup kendisine dönen adam da uyarırcasına seslendi. "Başkomiser." "Başkomiserim, sorması ayıp, ne zaman çıkarım?" "Madem sorması ayıp ne diye sorarsın oğlum?" "Akşama bir, kız görme meselesi vardı da. Ayıp olmasın şimdi." "Bir şey olmaz. Avşarlar sabırlı insanlardır." Ne demişti? Biliyor muydu? Şehrin sıradan bir olayını polis bile böyle çabuk duyuyorsa, bu olayı babası Mahir ağanın duyması an meselesiydi. Arabaya bindirildiği sırada öndeki polis memurunun hayırlı olsun sözüne yüzündeki endişeyi belli eder bir vaziyette cevap verdi. "Eyvallah komiserim." Ardından durup düşündü. Kesin babasına bu haber gitmişti. Kulakları çınlarken sanki babasının çocukluk zamanlarında sinirle bağırdığı gibi adını haykırdığını duyuyordu. "Babam beni kesecek."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD