Zafer karşısında öfkeden deliye dönen 35'ine merdiven dayamış adama baktı. Onunla tanıştığında kendisi askerden yeni gelmiş, yirmisini doldurmak üzereydi. O ise yaşı yirmi beşi geçmiş, yaptığı işlerin profesyonelliği üzerine yansımış biriydi.
Tıpkı o zamanlar karşısına çıktığı gibi duruyordu. Ne duruşunda, ne de görünüşünde hiçbir şey değişmemişti.
"Şimdi ne olacak abi?" diye sordu öfkeden dişleriyle bıyıklarını çekiştiren Sancar'a.
"Bilmiyorum." diye mırıldandı Sancar. Gerçekten, bu sefer ne yapacağını bilmiyordu. Bunca zaman her zorluğun her çıkmazın üstesinden gelmişti ama hayır, ne kadar düşünüp dursa da bu işe bir çıkar yol bulamıyordu.
Bir süreliğine ortadan kaybolmak adına gelmişken nereden çıkmıştı bu evlilik? Tamam, kız güzeldi, hoşuna gitmişti ama...
Güzel olması evlenmesini gerektirmezdi ki?
Görür görmez tanımıştı onu. Eteğini çekiştirip takıldığı kızdı.
Lalindi...
O zaman ki gibi öfkeyle bakmıştı. Bir anda kendisine dönmüş, ıslak saçları yüzüne çarpıp dudaklarına takılmıştı.
"Bilmiyorum." diye kendini tekrarlarken gözündeki güneş gözlüklerini çıkarıp bulunduğu kafenin teras katından şehre baktı.
On yedisini çoktan doldurmuş...
...
Ağlayarak merdivenlerden aşağı inip babasını aramaya başladı Lalin. Konak kendi etrafında dönerken o da dönüp duruyor, Kılıç ağayı bir türlü bulamıyordu.
Başını ellerinin arasına alıp gözyaşlarıyla buğulanan gözleriyle bakınmaya devam etti. Alt katta bulunan koca salona girdiğinde babası eniştesi, teyzesi ve halası ile oturmaktaydı. Bir an durup babasına bakan Acem kızı koşup babasının ayaklarının dibine çöktü.
"Duyduklarım doğru mu?" diye sorarken gözleri hala yaşlıydı.
"Acem kızı konaktan gider mi?"
Sorusuyla Dilber hatuna bakan Kılıç ağa içi içini yerken bakışlarını kaçırıp başıyla onayladı.
"Acısını çekmeden gönderir misin?" diye yeni bir soru sordu Acem kızı. Çıkmakta zorlanan sesi ağlamaklıydı.
"Daha fazla acı çekmesin diye." diyerek cevap veren ağa hala başka bir yere bakmakta, gözlerindeki yaşları belli etmeden umursamazca cevaplamaktaydı.
"Ya gidişi, daha çok acıtırsa?"
"Acıtmaz."
"Ya acıtırsa?"
"Nasipte ne varsa o olur."
"Delalet eden sensin baba." diye söylendi Lalin. Koşarak içeri giren Dicle Lalin'i babasının dizlerinin dibinde görüp ağlamasının artmasıyla yanına vardı.
"Lalin, hadi gel." diye çekiştirirken Acem kızı gitmemek için direniyordu. Sanki şimdi götürüyorlardı onu, şimdi gidiyordu. Sanki Kılıç ağanın dizlerinin dibinden kalktığı, kaldırıldığı vakit kendini kapı dışında bulacaktı.
Dicle en sonunda genç kadını kaldırıp gelen kızlarında yardımıyla odadan çıkartırken Acem kızı ha bire direniyor, babasına bağırıyordu.
"Bırak! Baba yapma, bırakma beni."
Kapıdan çıkmadan evvel eliyle uzanıp babasına son bir bakış attı. Biliyordu. Acemin erkeğini biliyordu.
Özellikle de Sancar'ı...
Ona asla söz geçiremez, asla gönlünü edemezdi. Acemin eri ehlileşmez, evcilleşmezdi. Yalnızca koynuna aldığı kadını sürünün bir parçası haline getirirdi. Ve o adını sık sık duymaya devam ettiği, çocukluğunun güzel olduğu kadar da korkulu rüyası olan Sancar'ın sürüsünden olmak istemiyordu. O sürü ki, aç kalınca kendi yanından yerdi.
Ve odasına götürülürken koca Acem konağını bir çığlıktır bastı.
"Babaaaa!"
...
Acemin konağından duyduklarıyla hızla içeri giren oğlu, Halis'di. Salona doğru yürürken boş olan avluya şöyle bir göz atıp önüne döndü. Girdiği salonda babası, halası, teyze ve eniştesi oturmaktaydı.
"Baba" diyerek ilerledi.
"Duyduklarım doğru mu?"
"Ne duyduğun oğul." diyen Kılıç ağa kıpırdamadan yerinde oturmaktaydı. Karşısına hesap sorarcasına dikilen oğluna istifini bozmadan baktı. Oğlu yanındaki Dilber hatuna bir bakış atıp sakince sordu.
"Acem kızı, Acem gelini olurmuş, öyle mi?"
"Doğrudur." diyen ağa gözlerini yine aynı yere, üç evladının da anası olan Şilan hatunun fotoğrafının üzerine dikmiş bekliyordu. Birbirlerine arkada kalanın Lalin'e gözü gibi bakacağına dair söz vermişlerdi. Sözünü tutuyordu. Kimseye imrenmesin diye bunca yıl bir dediği iki edilmemişti. Şimdi de boynu kimsenin lafı altında kalmasın diye yine kendi evinde gelin misali tutmaya hazırlanıyordu.
"Acısı tazeyken, olur mu dersin ağam?" diye soran oğluna kayan yaşlı gözleriyle düşüncelerinden sıyrılmıştı.
"Dert de bizim, toy da evlat. Elin torba olup büzülmeyen ağzından çıkan laf, bizi ilgilendirmez."
Halis'in anladığı kadarıyla bu son söz oluyordu. Demek Acemler yıllar sonra yeniden biraraya geliyorlardı. Kendisini avluya atarken bu birleşmenin olacağı kişiyi düşündü. Nasıl oldu da sormayı unutmuştu. Bildikleri kadarıyla Lalin'in yaşıtı sayılan Ferman evlenmişti. Cüneyt miydi? Sanmıyordu. Cüneyt'in evlilikten uzak bir yapısı vardı. Zeynel de olamayacağına göre, geriye tek bir kişi kalıyordu.
Sancar!
O olamazdı. Dönmüş müydü ki?
"Nasılsa çıkar ortaya." diyerek üst kata, odasına çıktı. O kadar işin içinde bir de Lalin'le mi uğraşacaktı?
...
Acemin ayrı konağındakilerin yıllar sonra hep birlikte oturdukları yemek masasından çıt çıkmıyordu. Ne diye çıkacaktı ki? Gazi ağa ile Dilber hatunun belli ki mutluluktan dilleri tutulmuştu. Sancar ağanın öfkesi ise tuttuğu çatal kaşıkta bile kendini belli ediyordu. Peki ne diye karşı çıkmıyor, bu durumu kabulleniyordu? İşte bunu anlamayan Zeynel elindeki su bardağını yerine bırakırken boğazını temizleyip söze girdi.
"Büyük bir düğün olmaz herhalde, malum kızcağızın acısı taze."
Gözler kendisine çevrilirken Sancar'ın ateş püsküren gözleri de kendisini bulmuştu. Ama Zeynel ondan korkmadığını gösterircesine dayısına soran gözlerle baktı.
"Doğru, yakışık almaz. Amma ve lakin, o da Allahın emri, bu da, kendi aramızda küçük bir şeyler yaparız."
"Kılıç dayım ne diyor bu duruma?" diye yeni bir soru yönelten Zeynel bu sefer annesine bakıyordu. Dilber hanım bu işlerin ne diye oğlunun ilgisini çektiğini bilmiyordu ama derince bir nefes alıp söze girdi.
"Yarın konuşulacak, ne olacağı belli olur."
Sessizlik yemek masasında yeniden hakimiyet oluştururken Sancar ani bir kalkışla merdivenlere yöneldi. Gazi ağanın arkasından bağırmalarını önemsemeden odasına çıktığında öfkeden deliye dönmüştü. Nereden çıkmıştı bu evlilik? Bir bu eksikti. Zaten birkaç ay durup kendi çöplüğüne geri dönecekti. Şimdi nasıl olacak, ne diyecekti? Onca derdin içinde, işi gücü yoktu, bir de elalemin kızına kocalık mı edecekti?
"Abi?" diyerek odaya giren Cüneyt'e dönüp bağırdı.
"Bu evde kapı çalma adeti yok mu?"
Sözleriyle bir an yerinde duran Cüneyt yeniden abisinden yana ilerlemeye başladı.
"İstemiyorsun biliyorum, ama onu tanımıyorsun, belki de..."
"Belkisi aması yok Cüneyt."
"Babamın kararı kesin."
"Kararını s*keyim!"
Sessiz kalan Cüneyt Sancar'ın sinirinin dinmesini bekledi ama hayır, dinecek gibi değildi. Peki neyden korkuyordu bu adam? Hani gözümle gördüğüm hiçbir şeyden korkmam ben diye bağıra bağıra gezen Sancar'a ne olmuştu?
Gerçekten mecbur duruma düştüğü için mi öfkeleniyordu, yoksa bu öfkesinin altında başka bir şey mi vardı?
Evet, kesin olmamakla birlikte, Sancar ağanın çekindiği bir durum vardı. Bu zamana kadar her şeyi, elinden gelebilecek, aklı ve gücü yetecek her şeyi öğrenmişti. Tek bir şey hariç...
Bir kadına nasıl davranılır?
...
"Ağam" diye telaşlı telaşlı Acem konağına giren genç adam Halis'in yanına koşturdu. Hala kahvaltı masasında keyfince atıştıran Halis kendisine gelen adamına bakarak kaşlarını çattı.
"Hayrola Vedat?"
"Ağam Kenan."
"Ne? Ne Kenan? Ne yapmış söylesene Vedat?" diye bağırarak ayağa kalktı Halis. Neyse ki babası ortalarda görünmüyordu, yoksa bir dünya sorgu sual ederdi. Kim bu Kenan? Aralarındaki husumet ne?
"Söylesene Vedat." diye bir kez daha bağıran Halis'in ardından sağ kolu sayılan Vedat konuşmaya başlamıştı.
"Ağam Kenan iti paraya faiz geçmiş, tahsil etmek için de memlekete gelirmiş."
"Allah kahretsin!" diyerek elinin altındaki bardakları yere deviren Halis öfke ve telaş içinde kalakalmıştı. Şimdi ne olacaktı? Hangi ara gecikmişti bu borçları? Durduk yere nereden bulacaktı o kadar parayı? Aslında düşündüğü bir şeyler vardı. Rahmetli eniştesinden başlık şu bu deyip bir şekilde bir kısmını da olsa tahsil edecekti.
"Geberecek günü buldun anasını satayım." diye söylendi. Sonra birden durdu. Bir enişte gitmişti ama, bir diğeri gelmişti. Üstelik bu istese de bir yerlere gidemezdi. Birilerine kendini yedirecek göz de yoktu ki ölüp gitsin. Vedat'a dönerek hızlı hızlı anlatmaya başladı.
"Hesapları Kenan'dan önce boşaltın, şirketten çekebileceğinizin yarısını çekin ki babamın kulağına gitmesin."
"Gerisini nasıl halledeceğiz ağam?"
"Başlık!"
"Buyur ağam?" diyerek anlamamış bir vaziyette sormuştu Vedat. Gerçekten de anlamamıştı, ne demek istiyordu?
"Dillere destan Acem kızını veriyoruz Vedat, almak o kadar kolay değil."
...
"Haydi, toparlan biraz." diyerek baktı Dicle.
"Neredeyse gelirler." diyerek Lalin'in ahım şahım uzunlukta olmayan saçlarını örmeye çabalıyordu. Lakin Acemin göz bebeğinden çıt çıkmamaktaydı. Evlilik zamanı gelmişti evet, ama ne heves vardı, ne istek. Ne diye heveslenecekti ki? Sonuçta kendi isteği dışında olan bir şeydi.
Çok önceden olacaktı.
Karşısına oturduğu aynadan aksine baktı. Gözlerindeki şişler yavaş yavaş yok oluyordu. Kendisi farkında değildi ama, güzelliği her zamanki gibi yine gözler önündeydi.
"Hıh, tamam." diyerek Lalin'i oturduğu yerden kaldırdı Dicle.
"Haydi, inelim."
"Sen in, geliyorum." diyerek teyze kızına bakan Lalin karışındaki genç kadının endişeli bakışlarını görebiliyordu.
"Lalin..."
"Dicle, beş dakika sürmez, söz veriyorum."
"Hıhı." diyerek başını sallayan Dicle odadan çıkarken Halis'in adamı Vedat da konaktan çıkmaktaydı. Kızlar telaşla etrafı toparlarken eniştesi Kılıç ağa Halis'in yanına gelip niye bağırdığını sormuş, o da Vedat ile ilgili bir şeyler gevelemişti. Ama Dicle Vedat yüzünden olduğunu zannetmiyordu. Başka bir şey vardı bu Halis'te.
Oda da yalnız kalan Lalin ise bir süre daha aynadaki aksine baktıktan sonra gözleri yüzük parmağını bulmuştu. Parmağındaki yüzüğe elleri titrerken uzanıp ağır hareketlerle çıkardı. Boş kalan eli hala titremekteydi. Yüzüğü diğer eşyaların yanına kaldırırken derin derin nefes alıp dolan ela gözlerini kırpıştırıp odadan çıktı. Merdiven başında kendisini bekleyen Dicle'yi gördüğü an kapı sesi duyulmuştu. İşte, gelmişlerdi.
Aşağı inip herkesle birlikte salona geçtiğinde oldukça sessiz olan ortam kendi gelişiyle daha da sessizleşmişti.
"Eniştemiz yok mu?" diye söze giren Halis, amcası ile Cüneyt'ten yana baktı. Babasına küçük bir bakış atan Cüneyt Halis'e cevap vermek üzere bedenini dikleştirmişti ki elindeki kahve dolu tepsiyle içeri giren Dicle'ye baktı. Dikkatini nasıl da güzel dağıtmıştı. Kahveler dağıtılana kadar sessiz kalan Cüneyt genç kızın yerine oturmasıyla konuşmaya başladı.
"Malum, abim memlekete yeni döndü. Birkaç işi var, selam söyleyip akşam burada olacağını haber etti."
"Aleyküm selam." diyerek elindeki fincanı önündeki sehpaya bırakan Kılıç ağa bileğine taktığı tesbihini çıkarıp çekmeye başladı.
"Ben derim ki, hayırlı iş uzatmaya gelmez. Zaten akşam yüzükler takılacak, yarına bir güne de nikah oluvere, tabii, sen müsaade edersen ağam." diyerek lafı uzatmadan dillendirdi Gazi ağa. Kardeşine bakan Kılıç ağa başını bir kez daha aşağı yukarı sallayarak onay verdi. Başı daima dik olsa da gözleri yerde olan Lalin'e bakmamak için kendisini zorlayan ağa konuşma vaktinin gelip çattığını anlayarak derince bir soluk alıp söze girmişti.
"O vakit, Acem kızının çeyizini almak üzere yarın gelesiniz. Ertesi gün de, Allahın izniyle almaya geldiğiniz, Acem kızı olur." deyip yutkunarak bekledi. Kızının kendisine yönelen bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu. Kendisini ne kadar sıkarsa sıksın daha fazla dayanamayarak kara gözlerini güzelinin ela gözleriyle buluşturdu. Öyle bir bakıyordu ki Acemin güzeli, öyle yakıyordu ki yüreğini...
Sonra bir an gözlerini ayırdı. Başını belli belirsiz bir kez aşağı yukarı salladığında yaşlı babasının yanmaktan kül olan yüreğine su serpmişti. Usulca yerinden kalkıp;
"Müsadenizle." diye söylendiğinde amcasına kırık bir gülümsemeyle bakınmıştı. Ardı sıra gelen Dicle ile salondan çıktığında peşlerinden bakınan Cüneyt Acem kızının da tıpkı abisi gibi bu evliliğe mecbur olduğunu gördü. Keşke birbirlerine mecbur olacaklarına, birbirlerine gerçek bir şansı veren iki yabancı olsalardı diye düşünmeden edemedi. Belki her şey çok daha farklı olabilirdi.
Keşke...
...
Güneşin batışıyla sokak lambaları yanmış, arabayı sürmekte olan Sancar ağaya yol gösterir olmuşlardı. Geri dönüşler her açıdan imkansız olan Sancar ağa araçtan inip konağa doğru adımlarken öfkeli abisi yerine çiçeği çikolatayı tutan Cüneyt olmuştu. Boynunu bir urgan misali sıkan kravatını genişleten Sancar kapıya vurulmasıyla yüreğinin nedenini anlamadığı bir şekilde telaşla attığını hissetti. Niyeydi bu heyecan? Mecbur tutulduğu bu duruma karşı ne diye heyecanlanıyordu? Oysa gerçek bir evlilik olmayacağını adı gibi biliyordu. Günü geldiğinde aldığı emaneti, gerisin geri yerine bırakacaktı.
On yedisinde olacaktı. On yedi...
Ve kapı açıldı. Açılan kapıyla Cüneyt'in çiçek ile çikolatayı eline tutuşturması bir olmuştu. Lakin karşısında gördüğü genç kadın o değildi. Babasının ardından içeri girdiğinde konağa şöyle bir bakınırken gözleri istemeden onu aramıştı. Kendince trip mi atıyordu yoksa? Sanki kendisi bayılıyordu onunla evlenmeye...
Zamanında kendine verdiği sözü tutuyor olsaydı, her şey çok daha farklı olabilirdi.
"Hoş geldiniz." diyen genç kadın eliyle içeriyi işaret ettiğinde öfkeyle salona doğru adımladı Sancar. Ardından gelen Zeynel'in gereksiz konuşmalarıyla bir an arkaya dönüp bakmış, yeniden önüne döndüğünde salonun kapısından gördüğü kişiyle durmuştu. Genç kadının kendisini bulan endişeli bakışları yeniden yere indiğinde kendisi de ellerindekine bakındı. Vermesi gerekiyordu, öyle değil mi?
Herkesten sonra güzel kadının yanından geçerken bakışlarını başka yerlere çevirip elindekileri uzattı. Aynı şekilde genç adamdan başka bir yana bakan Lalin hızla uzatılanları alırken ellerinin birbirine değdiğini fark etmedi. Çiçeği çikolatayı almış oradan uzaklaşırken Sancar da çoktan yerine oturmuştu. Mutfakta başlayan hazırlıklar ise hiçte daha önceki istemeye benzemiyordu. Ne bir sevinç kahkahası vardı, ne de gülüşerek yapılan tuzlu kahve...
Diğerleri gibi orta şekerli kahvesini Acem kızının ellerinden içen Sancar boş fincanı genç kadına uzatırken hep yaptığı gibi ondan başka her yere bakıyordu. Oysaki onu aldığı için sevinmesi gerekmiyor muydu?
Kendine verdiği sözü yerine getirmişti. Yıllar nasıl da unutturmuştu kendi kendine verdiği sözü. Nasıl da geçmişini yok sayıyordu.
Tıpkı onun gibi başka yerlere bakmaya devam eden Lalin hızla salondan ayrıldı. Elindeki tepsiyi kızlardan birine verirken içerideki konuşmalara şahit olmak adına bir köşede beklemeye başladı.
"Sebebi ziyaretimiz belli." diyerek söze giren amcası lafı uzatmadan diyeceklerini demiş, Kılıç ağa da buna karşılık;
"Allahın izniyle, Acem kızını, Acem ağasına verdik gitti." diyerek olayı sonlandırmıştı. Oturduğu yerde boynunu boğazını çıtlatıp öfkeyle yumruklarını sıkarak bıyıklarını dudaklarıyla çekiştiren Sancar sessizce bekliyordu. Kapı dışında bir an soluğu kesilmiş gibi hisseden Lalin ise eli yüreğinde gözünden akan bir damla yaş ile olduğu yerde beklemekteydi. Herkes ayaklanırken Lalin'in peşinden salona giren Dicle elindeki küçük tepsi de hazır bekleyen kırmızı bir kurdele ile birbirlerine tutturulmuş yüzükleri Kılıç ağaya doğru uzatmıştı. Yan yana gelen ikili Kılıç ağanın yüzüklerini takması ve küçük bir makas ile kurdeleyi kesmesiyle beklemeye devam ediyorlardı.
Salonda fazla gürültü olmaksızın yeniden birleşen aile üyeleri birbirlerini kucaklıyor, alkışlar duyuluyordu. Ağalarının ellerini öpen ikili herkesin gözü kendilerindeyken birbirlerine bakakaldılar. O ana kadar ilk kez göz göze gelmiş, kendilerine göre oldukça uzun bir zaman göz göze kalmışlardı. Yüreği boğazında çarpan Lalin derin bir soluk alıp gözlerini müstakbel kocasından ayırarak eline uzandı. Dudaklarını dokundurduğu elin sahibi de yutkunarak aynı sessizlikte beklerken, öptüğü eli usulca alnına koydu. Vücudu yeniden dikleşirken yan yana gelmiş, karşılarındaki fotoğraf makinesine ani bir poz vermişlerdi.
Eller bir, yürekler korkulu...