-5-

2245 Words
Düğün vakti usul usul yaklaştığında Lalin her şeyin nasıl birden bire bu kadar hızlı olup bittiğine şaşıyordu. Oysa güle oynaya nişan yaptıkları gün daha dün gibiydi. Şimdi ise başka bir adamla yaşamak için saatleri sayıyordu. Hoş, dünkü gördüklerinden sonra nasıl olacakta onunla bu fani ömrünü geçirecekti bilmiyordu ama... Hızla ilerleyen hazırlıklara yardım eden Dicle ise erkek evinden gelen Cüneyt ağa ile kapıda karşılaşmayı beklemiyordu. Koşa koşa çıktığı avluda dış kapıdan giren uzun boylu adamı görmesiyle durdu. Gözleri açılabildiği kadar açılırken nefesi düzensiz bir hal almıştı. Karşısındaki adam bir anda kendisine doğru bir adım attığında ise bir adım geriledi. Ondan korkuyor muydu? Aslında hayır, tabii ki de ondan korkmuyordu. Ama dünkü gördüklerinden sonra... "Merhaba." diye gülümsedi Cüneyt. Bu da Dicle'nin beklediği bir hareket değildi ve genç kadın kaçarcasına arkasını dönüp koşarak uzaklaştı. Cüneyt ise o an yanında beliren yengesi Afife'ye dönerek sordu. "Yanlış bir şey mi söyledim?" Afife omuz silkerken merdivenlerden inen Dilber hanım aceleyle ikisine de birer iş tutturdu. Arka avluya doğru koşan Dicle ise nefesini yeni dizginleyebilmişti. Eli göğsünde durmuş dinlenirken konağın arka avlusuna çıkan bir kişi daha vardı. Halis ağa telefonda öfkeyle birine bir şeyler anlatıyordu. Kulak misafiri olmanın pek de hoş karşılanmayacağını düşünen Dicle ardına dönmüş giderken duyduklarıyla yerinde kaldı. Sancar mı demişti? Arkası dönük ağaya doğru usulca yaklaşan Dicle dinlemeye başladı. Korkmuyor da değildi. Halis dinlediğimi bir anlarsa... "Ne demek hangi Kenan, tefeci Kenan işte. Sarkıtmış herifi aşağı... Almıştır tabii, beş yüz bin, az mı? Geçen yıldan kalma... Üç yüz bin bir şeydi de, Kenan faize bayılır, bilmiyor musun? Basmış basabildiği kadar..." Teyze oğlunun neden bahsettiğini anlamakta zorlanan Dicle usulca biraz daha yaklaştı. O an ayağının altında ezilerek küçük bir çıtırtı çıkaran minik bir değnek parçası Halis'in ardına dönmesini sağlamıştı. Ulaştığı ilk duvarın kenarına sinen Dicle sessizce beklemeye başladı. Eliyle ağzını kapatırken Halis boş olan avluya şöyle bir göz atıp yeniden önüne dönmüştü. "Hiç sanmıyorum..." diyerek sözlerine devam etti. "Sancar bu, işini yarım bırakmaz. O an bir şey yapmamış olsa bile yapacaktır. Kenan'ı artık kolay kolay bırakmaz. Orası öyle tabii... Ne yalan söyleyeyim Kenan'ın ayağımın altından alınmasına sevinmiyor değilim." Ağa yeniden diğer tarafa dönmüş ön avlu yolunu tutarken bir kez daha ortalarda kimsenin olmadığına kanaat etti. Ondan gizli gizli bir köşeye sinen Dicle ise çoktan Acem kızının odasının yolunu tutmuştu. Nefes nefese girdiği oda da gördüğü kalabalıkla bir an durdu. Kapı çarparak kapanırken içerideki kalabalık kendisine bakınmaktaydı. "B... Ben, hızlı geldim. Elbisemi, bulamadım..." diye kelimeleri zar zor arka arkaya dizerken gözler kaftanın yanında asılı duran elbiseye kaydı. "A..Ah... Hıh, görüyor musun? Buradaymış. Nasıl da geldiyse, artık..." Yüzündeki sahte gülüşle kadınlara bakınırken kızlardan birinin sesi duyuldu. "Kaftanla birlikte kendin astın ya Dicle." "Ö...Öyle mi, yapmışım. Ne güzel, yapmışım." derken sesi iyice kısılan Dicle odaya bakındı. Lalin neredeydi? "Lalin nerede?" "Büyük banyoda." "Seni bekliyor ya kızım." diyen Dilber hanım odanın diğer köşesinden ayaklandı. Kalabalıkta onu fark etmeyen Dicle sesin geldiği yöne baktığında Dilber hanım çoktan yanına gelmişti. "Adetlerimizi bilirsin." diye söze girerek genç kadının sırtını sıvazladığında Dicle gülümseyerek başıyla onayladı. "Bilirim." "E malum, iki erkek kardeşi vardır. Rahmetli de olmadığından, kız kardeşlik görevi de sana düşer." Dicle hanım ağanın sözlerinden sonra başıyla bir kez daha onaylayarak müsaade isteyip Lalin'in yanına yol aldı. Onu bu evden çıkmadan evvel kendisi yıkayacaktı. Acemler de olan bu adeti anne, yoksa kız kardeş, o da yoksa en yakın yapardı. Acem kızının banyosunu yaptırmakta Dicle'ye düşmüştü. Öncekinde de plan buydu. Lakin artık gideceği ev, koynuna gireceği er değişmişti. Bu adet bir nevi gelin kızın baba evinden çıkmadan evvel günahlarını burada dökmesi, kocasının koynuna temiz bir şekilde gitmesi demekti. Tabii bu adet yalnızca hatun kısmısı için geçerli değildi. Aynı şekilde damat da en yakını tarafından yıkanır, hatununun yanındaki yerini öyle alırdı. Öyle ki eski Acemlerin gelin kızlarını ılık suyla yıkarken, erlerini çok çok daha sıcak sulara batırıp çıkardıklarını bilmeyen yoktu. Şimdi Dicle vücuduna doladığı peştamal ile aynı şekilde büyük banyonun ortasında bir oturakta oturan Lalin'in başından sıcak suyu boca ederken, diğer Acem konağına geri dönen Cüneyt abisi Sancar'ı bu şekilde yıkamaktaydı. Başından aşağı dökülen her bir tas suda göz yaşlarını eksik etmeyen Lalin'in bu halini gören Dicle durup bir an bekledi. "Sancar ağa." diye söylendiğinde Lalin başını kaldırıp elinde tasla tepesinde bekleyen teyze kızına anlamamış gözlerle baktı. "Halis'e borç takan tefeciyi yakalamış. Baş aşağı sallandırdığı adam oymuş." Kaşları çatılan Lalin'in merakı kabarırken Dicle yeniden su dökmeye başlamıştı. Vücudunun her bir noktası sıcak suyla ıslanan Acem kızı düşüncelerine mani olamıyor, kendisini ağayı yanlış tanıyıp tanımadığı konusunda düşünmekten alıkoyamıyordu. Islanan kirpiklerinden damlayan sularla heybetlice oturan Sancar ağa ise onca işin gücün arasında kalsa da babasına itiraz etmediğine pişmandı. Öylesine bir şey olacak olsa bile, bir kadını yanında barındıramazdı. Biliyordu. Acem kızının hem kalbi kırılacak, hem de böylesi bir adamla evli olduğu için kendini bir ateşin içinde bulacaktı. ... Hazırlıklar tüm hızıyla durmaksızın devam ederken artık elinden bir şey gelmeyen Sancar da hazırlanmaya başlamıştı. Yapacak bir şey yoktu. İstemese de bu evlilik gerçekleşecekti. Hem ne vardı? Dünyanın sonu değildi ya. Birkaç ay sonra geldiği yere gider, gittikten sonra da bir boşanma celbi gönderirdi. Böylece konu kapanmış olurdu. Hem kıza da dokunmayacaktı. Bu şekilde o da kendisi kadar mutlu bir şekilde hayatına devam ederdi. O da yeniden kendi hayatına döner, ne yapmak istiyorsa onu yapar, kimle evlenmek istiyorsa onunla evlenirdi. Bu düşüncelerle keyfi yerine gelen Sancar giydiği siyah gömleğin üstüne her zamanki gibi yeleğini giyerken kapı birden açıldı. Gelen kişi Zafer'di. Kapı çalma adeti vardı aslında, neden unutmuştu? Bakışları sağ kolu sayılan adamın üstüne kayarken ondan yana dönerek konuşmak üzere bir iki adım attı. Lakin ağzını açtığıyla kalmıştı. "Abi Halife..." deyip sustu Zafer. Bu herifin bu huyundan nefret ediyordu. Ne vardı yani adam akıllı ne söyleyecekse söylese... Ama yok, illa bir heyecan yaratacaktı. "Konuş!" diye tek bir kelam etti Sancar. "Burada, Urfa da. Adamlarıyla adım adım racon kesiyor, her yerde karış karış seni arıyormuş." Durup dinledikten sonra derin bir nefes aldı Sancar. Birkaç ay... Yalnızca birkaç ay dinlenmek, kafasını dinleyip toparlanmak istemişti. Yalnızca birkaç ay... Ama gel gör ki, hiç kimse buna müsaade etmiyordu. "Ulan hepimiz aynı sofraya oturduk, kalkan düşman oldu anasını satayım." diyerek silahını beline yerleştirdikten sonra peşinde Zafer ile çıktı. Ev ahalisi gelini almak üzere yola koyulurken o da arabasına yerleşiyor, bir yandan da adamlarına emir veriyordu. "Konağa gelmeyecek, bu konağı geçtim, diğerinin yakınında bile dolanmayacak. Bir de ağalarla uğraşamam." dedikten sonra gaza yüklenerek öndeki arabaların peşine takıldı. Gerilerinde kalan Cüneyt ise merakla abisinin ne yapacağını bekliyordu. ... Dicle'nin ısrarlarına dayanamayarak zar zor bir şeyler atıştıran Lalin bir yandan da kaftanı giymeye çalışıyordu. "Ay yeter Dicle, boncuk yutamayacak duruma geldim." "Ya bir daha sana kim yemek getirecek, unutulur aç kalırsın valla, ye!" Uzattığı bir lokma pideyi de ağzına alırken sonunda kaftanın içine girmişti. Dicle arkasına geçmiş fermuarını çekerken o aynadan yana dönmüş kendi aksine bakıyordu. Yarım kol, her yanı parıl parıl parlayan kaftanı üzerinde görmek oldukça garip hissettirmişti. Oysa daha birkaç hafta önce, hayır hayır, birkaç gün önce başka biri için hayaller kuruyordu. Şimdi ise apar topar bir evliliğe reva görülmüş, neyd'ü belirsiz bir adama hayat arkadaşlığı yapmak adına söz verilmişti. Gözyaşları elinde olmaksızın yanaklarından süzülürken Dicle endişeyle yüzüne baktı. "Lalin, ne oldu?" "Yok bir şey." deyip hızla yüzündeki ıslaklığı silmeye çalışan Lalin ela gözlerini kaçırıyordu. "Yapma böyle." "Yok yok, bir şey yok, iyiyim." "Belki öyle sandığın gibi olmaz. Hem dedim ya, kulaklarımla duyduklarımı anlattım ya, sandığımız gibi işler etmemiş. Belli ki yüreğinde iyiliği olan bir er, amma azıcık öfkeli. Hem hangisi sinirli değil ki, bak Bekir'e, nasıl da erkekleşir." Dicle gülerek söylediği son sözleriyle hafif bir tebessümle bakınan Lalin derin derin nefes aldı. Doğru söylüyordu. Sonuçta dün bir bu gün ikiyken Halis'e yardım etmiş, imdadına yetişmişti. Belki de gerçekten de o kadar çekinilecek, uzak durulacak biri değildi. Belki de yüreğindeki acıyı dindirecekti. Belki yeniden sevmesine zemin hazırlayacak, dermansız kalan kalbine derman olacaktı. Onlar böyle dertleşip bir yandan da hazırlanırken diğer Acem ahalisi çok ses edip dikkat çekmeden konağa varmışlardı. Abisinin hemen ardına arabasını park eden Cüneyt gözlerini ondan ayırmıyor, yanında tuttuğu has adamı Zafer ile olan konuşmalarına dikkat ediyordu. Bir şeylere sinirleniyor, kafasında bir şeyler kuruyor gibiydi ama, ne? "Zafer!" diye seslendi Sancar. Zafer yanına gelirken Cüneyt de o yana doğru ilerlemişti. "Bulduk abi, ama onlarda bizi bulmuş, bu tarafa doğru geliyorlarmış." Sancar düşünceli bir şekilde başını aşağı yukarı doğru sallarken Cüneyt hemen diplerinde durmuş merakla bakınıyordu. "Kim geliyor?" diye sormasıyla Zafer sessizce Sancar'dan yana baktı. Onun emri olmadan tek kelime dahi edemezdi. Üstelik Sancar bazen içinde oldukları durumları önemsemese bile Zafer kendince tartıp öyle hareket ediyordu. İşte Sancar'da Zafer'in bu huyunu çok seviyordu. O ağa için yalnızca sağ kolu, has adamı ya da emri uygulayan biri değildi artık, can dostu, sırdaşı, yoldaşı olmuştu. "Eski bir dost, küçük asker." Elini kardeşinin omzuna atarak konuşan Sancar'ın 'küçük asker' deyişi Cüneyt'in isminden dolayıydı. Adının anlamı buydu, Sancar'da ona bu şekilde seslenirken aynı zamanda onu sevdiğini gösteriyordu. "Karşılayalım o zaman." dedi Cüneyt. Bu lafı elbette beklenen bir şeydi. Lakin Sancar önünü kesti. "O iş bende, merak etme sen, bir koşu hal hatır edip geleceğim. Siz de ben yokken etrafa göz kulak olun, gelin kaçmasın." Son sözlerini hafif çarpık bir gülüşle tamamlayan Sancar güneş gözlüklerini gözüne iliştirip peşinde birkaç adamıyla aşağı sokağa doğru yürümeye başladı. Gerisinde kalan Cüneyt ise Zafer'in yönlendirmesiyle konağa girmeden önce gözden kaybolan abisine baktı. Zaten durduk yere çıkıp gelecek adam değildi. Ne işler çeviriyordu? ... Nikah kız evinde yapılacak, aile arasında olan eğlence ise çok ses getirmeyecekti. Yakın akrabalar konağı doldururken Ferman ile taze gelin sayılan Afife de son gelenler arasındaydı. Gerçi bu 'taze gelin' adını bu günden itibaren devrediyor sayılırdı. Ama yine de Acem konağına gelin geleli üç ay gibi kısa bir süre olduğu için o psikolojiden çabuk çıkacağı söylenemezdi. Üstelik ne kadar zaman geçerse geçsin, ne kadar taze gelinlikten çıkarsa çıksın, sırtındaki yük nedeniyle sesini çıkarabileceğini, varlığını belli etmek isteyeceğini sanmıyordu. Ferman ne düğün vakti, ne de bu güne değin en ufak bir imada bulunmamış, hiçbir şekilde kalbini kıracak bir şey yapmamıştı. Yapmaz, biliyordu. Yine de kendince çekiniyor, ailesi adına utanıyordu. Arabadan inip elbisesinin eteğini bir yere takılmaması için düzeltirken Ferman'ın elini tutmaya çalıştığını fark etti. Ellerini göğsü altında birleştirirken neden bu kadar çekindiğini bilmiyordu. O kocasıydı, yatağını dahi paylaştığı adam... Ama gel gör ki elini tutmaya cesaret edememişti. Kendisinin bu hareketiyle bir an öfkelenen Ferman ise bozuntuya vermedi. Sakin kalıp yürümeyi tercih ederken ne diye böyle saçma sapan davrandığını anlayamıyordu. Aralarında bir sorun yoktu, hem karı kocaydılar, neydi bu hareketler böyle? İşte, Afife de aynı şeyi düşünerek yürümeye başlarken bir yandan da kendisine kızıyordu. Aptal! Eğik başını hafifçe kaldırıp önünde yürüyen kocasına bakınırken, gelen misafirler içinde bulunan genç kızların ondan yana attıkları bakışları görebiliyordu. Tabii bakarlardı. Ağa boylu poslu, bakanı bir daha baktıracak kadar yakışıklıydı. Hem de fazlasıyla... Peki kendisini ne yapıyordu? Sevdiği adamı salakça çekingenliği yüzünden başkalarına sunuyordu. Derin bir nefes alıp adımlarını hızlandırarak Ferman konağın dış kapısından girmeden evvel yakalayıp elini tuttu. Tutulan eline bakıp ardından karısına bakan Ferman yüzündeki öfkeyi silerken karısının ince, uzun parmaklı elini daha sıkı tutar olmuştu. Birlikte el ele içeri girdikleri vakit artık ikisinin de yüzü gülüyordu. Lakin bu sefer asık suratla dolaşan Cüneyt'di. Aklı abisindeydi. Nerede kalmıştı? Hani bir hal hatır edip gelecekti!? Yok, bu iş böyle olmayacaktı. Zafer'e görünmemek için arabayı boşverip abisi gibi yürüyerek sokaktan ayrıldı. Zafer onu görürse durduracak, sanki bir muhabbetleri varmışçasına konuşmaya çalışacaktı, biliyordu. Sokakları hızlı hızlı geçerken birden Sancar'ın belki de kendileri görmeden arabaya bindiğini düşündü. Olabilirdi. Ne yapıyordu böyle? Aklınca yaya olarak peşine düşüp bulabilecek miydi? Geri dönüp dönmeme arasında kararsız kalırken hafiften bir ses duydu. Bir tıkırtıya benziyordu. Çok alçak bir şekilde gelen sesin yerini zar zor bulduğunda abisinin plastik beyaz bir sandalyede, sokağın ortasında oturmakta olduğunu gördü. Yollar dar olmasına rağmen dünya kadar araba geçiyordu. Ne yapıyordu yolun ortasında? Sağ bileğine taktığı saatine baktığında nikah memurunun gelmesine az bir zamanın kaldığını gördü. Gelin konakta, damat ise ayağını diğer bacağının üzerine atmış bir vaziyette yolun ortasındaydı. Üstelik kendisi de durmuş onu izliyordu. Küçükken de böyle olurdu. Abisi her şey yolundaymış gibi gösterir, yaptığı işleri söyleme gereği duymadığı gibi görünenleri de anlaşılmaz kılardı. Dakikalar hızla birbirini kovalarken daha ne kadar beklemesi gerekiyordu, bilmiyordu. Neredeyse on beş dakika olacaktı, ama Sancar ağa hala aynı pozisyonda oturuyordu. Ağzındaki kürdanı sağa sola çevirerek beklemeye devam ederken karşıdan bir araba yaklaşmaya başladı. Hayır, bir değil, tam üç tane... Üç araba da ha bire yaklaşıyor, Sancar ise oturmayı sürdürüyordu. Oturduğu yerde tam önünde duran siyah jeepin kapıları açıldı. Araçtan inen adamlardan biri arka kapıyı açarken şoför oturduğu yerde beklemeye devam ediyor, arkadaki araçların da içi boşalıyordu. Nihayet yerinden kalkan Sancar ağzındaki kürdanı yere tükürerek kollarını iki yana açarak arka koltuktan inen şişko adama doğru yaklaşmaya başladı. "Ooo, Halife teğmen, hoş geldin, sefa getirdin." "Hiç hoş gelmedim Sancar. Gelme sebebimi de eminim ki çok iyi biliyorsundur." diyen adam gür bir sesle bağırdı. Bu bağırışla birden duran Sancar gülerek indirdiği kollarını yeniden açıp yürümeye başladı. "Mekanımı ziyarete geliyorsun, eski günler adına bir hoş geldin edemeyecek miyim?" Sancar'ın bu yaklaşımına şaşıran öfkeli adam kendisine sarılmasıyla şok olmuşa benziyordu. Ortamda büyük bir sessizlik hakimdi. Uzaktan olanları izleyen Cüneyt ise yine abisinin işlerine akıl sır erdiremiyordu. Kimdi bu Halife? Aralarındaki husumet neydi? Bir husumet olmasına rağmen abisi neden böyle davranıyordu? Anlamamış bir halde yerleri süzen Cüneyt'in gözleri yeniden karşıdaki manzarayı bulduğundan tamamen şaşkınlıkla açılmıştı. Halife denilen adamın yüzü kızarmış mora dönerken yere kanlar damlıyor, abisi ise acı çekmekte olan adama sarılmaya devam ediyordu. O sırada hızla ortaya çıkan Sancar'ın bir düzine adamı diğerlerini etkisiz hale getirirken aralarında bir konuşma geçti: "Yanlış yapıyorsun, Sancar! Alpay seni asla affetmeyecek!" "Yanlışım varsa, yanlışınız vardır. Ben doğru insanlara yanlış yapmam!" Ne yazık ki konuşmaları duyamayan Cüneyt öylece izlemeye devam ediyordu. Sahi, Sancar bıçağı hangi ara çekmişti?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD