13 Mahzen..

1593 Words
Ölmedi geberesice, ölemedi. Ameliyatından sonra günlerce yoğun bakımda kaldı ama, inadına yaşadı işte alçak herif!.. bana inat yaşama tutundu. Asıl cezamı o kesecekti besbelli. Kessin bakalım. Yaşadığım her gün azap oldu yapıştı zaten canıma. Bundan sonra ne gelirse başıma, daha fazla canımı acıtamaz ya.. yakamaz elbette. Kol kırılır yen içinde kalır düsturuyla, ört pas ettiler onun canına kast etmemi, olanı biteni ama.. cezam büyük, çok büyük işte. Sanki ayaklanıp yürüyüp gidebilirmişim gibi, odamın içinde ve kapısının ardında ellerinde kocaman tüfekleriyle, iri kıyım at hırsızı gibi herifler nöbet tutmaya başladılar. Yere diktikleri gözlerinde en ufak bir his belirtisi yoktu. Onları izlerken aklımda türlü senaryolar yazıyordum bende. Bu insan azmanı haydutlar, haramiler tek bir emirle kim bilir kaç kişinin, kimlerin canını almışlardı? İş bana gelince emire de gerek yoktu. Adım gibi emindim ki, beni öldürmek için sıraya girerlerdi. Nihayetinde içlerinden biri tutamadı kendisini. “Dua et ağam yaşasın. Yoksa bu dünya sana haram bundan sonra!” Sanki şimdi helâl miydi? Yaşıyor muydum ki ben, bunun adı yaşamak mıydı? Haber gelince eve, “amaliyat iyi geçti, ağa yaşıyor!..” diye, tam bir cümbüş koptu ahalinin içinde. Şükürler, dualar, ağıtlar birbirine karıştı. Sevinç doldu yürekleri, benim kanaya kanaya ağlayan kalbime inat. Yastayım ben şimdi. Artık tamamen elimden alınacak olan hayatımın yasını tutmaya başladım. Sustum.. öyle bir susuşla sustum ki, belki bir gün konuştuğumda bana bile yabancı gelecekti sesim. Öyle sustum ve yasımı tutmaya başladım işte. Ellerimden sökülüp alınan hayatımın, boynu bükük, yetim kalan sevdamın, yeniden yaşamaya başladığımı hissettiren o deli heyecanımın, sevdiğime hasret kalmışlığımın yasını tutuyordum artık. Karanlık geceler gündüze kavuşsa ne çıkar bundan sonra? Bir yalanı sevmişim de bilememişim, kandırılmışım, aslında yok sayılmışım.. namussuzluğun en dibinde yaşayanlar, benim namusuma göz diker namusumu tartar ölçer olmuşlar ben bihaberken her şeyden. Ve işte o namussuzun kardeşi, getirdi bıraktı beni buraya, mahzen dedikleri bu yere. Gözlerimi simsiyah bir bez parçasıyla, ellerimide birinin daha canına kast ederim diye kalın halatlarla sımsıkı bağladı o emir kullarının yanında. Zulmü yetmemiş, hırsını yenememiş olacak ki, beni yatağımdan kaldırdıktan sonra bıraktı bir anda. Anladım aslında.. acaba ayakta duracak kadar iyileşmiş miydim, onu test ediyordu zalim. Duramadım tabii. Kapaklandım yere. Ağlamamak için var gücümle dudaklarımı ısırıyordum. Yarı belime kadar kalkabildim ve dönüp ona baktım nefretten de öte hissettiğim, adını koyamadığım yüreğime çok yabancı o hisle. Geldi, ilk geldiğim gün ağasının yanı başımda tek dizinin üstünde durduğu gibi çöktü yanıma ve salık duran saçlarımı eline doladı ve asıldıkça, asıldı. “Sana yapacaklarımla ilgili abime rahmet okutmazsam siksinler beni! Anam avradım olsun, bundan sonra aldığın her nefes ceza sana!” Saçlarımdaki, kafa derimdeki acı neydi ki, yüreğimin ızdırabının yanında? Onurumu, gurumu ayaklar altına alan gerçekten benim sevdiğim miydi? Canımı her türlü yakmasına rağmen yinede kimse el süremedi bana. İzin vermedi bana dokunmalarına. Değersiz bir eşya misali vurdu beni omuzuna, baş aşağıya taşıdı yine bir zamanlar yaptığı gibi. Jeepinin arka kapısını açtığı gibi adeta fırlatıp attı beni içeri. Ellerimle zor dengeledim kendimi. Şöförünün yanındaki boş koltuğa da kendisi yerleşti ve ilk sözü, “gazla!” oldu. Sonunda mahzen dedikleri asıl çilehanem ile tanışacaktım. Bir zamanlar etrafımı sara o sonsuz karanlığımda, aniden yanmaya başlayan bir kandil gibi umut olmuştu bana. Karanlığıma umut olmuştu. Oysa şimdi karanlık diye düşündüğümde sadece o geliyordu aklıma. Karanlığın adıydı deli gibi sevdiğim Umut. Yola çıkışımızdan kısa bir süre sonra, durdu araç birdenbire. Anladım, boşuna değildi yapılan onca hız. Asıl cezamın başlayacağı yere getirmek içindi kalbime korku salan o deli hız. Daha evden çıkmadan gözlerimi kör ettiler, bileklerimi bağladılar ve yine onun omuzunda başım aşağıda, midem her an kusacakmışım gibi alt üst olmuşken sanki bir kapı, gacırtılar çıkararak açılan der bir kapıdan girdik içeri. Küf kokusu çarptı hemem burnuma ve sonra sanki, buzhanenin içine girmişiz gibi soğuk, çok soğuk bir yerden geçiyorduk. Görmesemde anlayabiliyordum. Kaç kez sağa, soşa döndük bilmiyorum.. birbir sayarken karıştırdım, uçtu gitti korkunun hükmüne girmiş aklımdan. Bitmeyen bu giz dolu yolculuk, tek tek inilen basamaklarla son buldu. “Aç kapıyı!” diye emretti zalimin kardeşi. “Hemen ağam!” dedi çok yabancı bir ses ve yine menteşelerinden yükselen gıcırtılı sesler çıkaran bir kapının açıldığını duydum. Omuzundan indirdi beni bir şeyin üstüne ve bu kez bana emretti. “Aç gözlerini!” Ellerim başımın arkasında düğüm atılmış olan göz bandıma gitti ve titreyen parmaklarımla açtım o kördüğümü. İndirdim o bez parçasını. Gördüğüm şey karşısında nefesim kesildi sanki. Bir metreye iki metre kadar bir yerdi burası. Üstüne bırakıldığım tahta divandan başka genişçe bir leğen vardı duvarın karşı köşesinde. Zemin toprak ve nemli, duvarlar ise taşların gelişi güzel diziliminden oluşuyordu. Sanki eski bir kalenin zindanıydı burası. Cam yoktu. Üstüme örtebileceğim bir battaniye, başımı koyabileceğim bir yastık, üstünde yatabileceğim bir döşek bile yoktu. Soğuk, nem ve karanlık vardı sadece burda. Zindanımın kapısını açan adamın elinde bir meşale vardı ve her şeyi görmemi sağlayan ışık, alev alev yanan o meşaleden geliyordu. Zalimin kardeşi gözlerimin içine baka baka emrindeki adama, “günde iki kere sadece kuru ekmek ve iki saat arayla bir bardak su verilecek! Kimse onunla tek kelime konuşmayacak. Bağırsa, çağırsa, ağlamaktan geberecek olsa onunla ilgilenilmeyecek!” dedi tüm acımasızlığıyla. “Altını temizlemeye günde iki kez kız gelecek ama, asla ikisi yalnız bırakılmayacak. Kız işini görürken, sende az ilerde bekleyeceksin!” Yüzüme tükürür gibi toprak zemine tükürdü. “Şansın varsa abim yaşar, yoksa vay senin haline!” dediğinde, bende tıpkı onun gibi yere tükürdüm. “Ne senin, ne de o cellat abinin keseceği ceza zerre kadar umrumda değil! Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın şeytanın vücut bulmuş hali!” Sözlerime güldü geçti. Meşaleden yansıyan alevler içindeki gözleri, dalga geçer gibi yüzümü, kötürüm bedenimi uzun uzun süzdü ve tek kelam etmeden döndü arkasını çekip gitti. Parmaklıklı demir kapı kapandı ve kilitlendi. Sessizliğin içinde duyduğum tek ses hıçkırıklarımdı. Soruyordum kendime, bunca zulumü hak etmek için kime ne yapmıştım ki ben böyle? * * * Bir ay sonra.. Tahta divanım ile duvarın arasında sıkışmış küçücük bir taş bulmuştum ve onunla duvara çizikler atıyordum. İşte az önce otuzuncu çiziği attım. Nefesimdeki hırıltı her geçen gün biraz daha çoğalıyor. Çok soğuk burası, oysa bahar gelmişti güzel ülkeme ben buraya hapsedildiğimde. Çok zayıfladım. Getirip verdikleri ekmek taş gibi ve içirdikleri su, sudan başka her şey sanki. Ölmek isteyen bir yarımla, yaşama tutunan öteki yarım her daim savaşta. Gözlerim karanlığa öyle alıştı ki, günde iki kez gördüğüm meşalenin ışığı bile çok rahatsız eder oldu beni. Yüreğimde karanlıklarda, ve üşüyor tıpkı bedenim gibi. Nedenini bilemediğim bir sıkıntı var içimde. Onu bir daha hiç görmedim. Gelmedi beni görmeye ve fark ettim ki, ne kadar nefret etsemde ondan hâlâ inanmak istemiyorum onun bana oynadığı şu oyuna. Olanlara inanamasamda, gerçeği biliyorum aslında. Hepsi yalandan, dolandan ibaret bir aşkmış bizimkisi. Benden yana her şeyi ile gerçek, ama onun tarafında tamamen yalanmış hepsi işte. Kemiklerimin ağrımasına neden olan şu tahta divana uzanmıştım ki, sert sert basan adım seslerini duydum ve yüreğimi dehşet bir korku kapladı. Alışmışım meğer burda, bu dört duvarın arasında kendimi güvende hissetmeye. Ne güven duygusu kaldı, ne de başka bir şey. O hızlı hızlı yaklaşan adım seslerini daha net duymaya başlayınca, nefesimi tuttum. Yatttığım yerden güç bela doğruldum ve sırtımı duvara dayadım. Gelenin kim olduğunu içten içe biliyordum. Onu görünce demir çubuklu kapının ardında, tahminimde yanılmadığımı anladım. Bana bakıyordu tüm hissizliği ile. Elleri koyu renk pantalonun ceplerindeydi. “Kapıyı aç!” Tarih tekerrür ediyordu sanki. Zindanımın kapısı açıldı ve elinde meşale tutan adamı ile birlikte bana doğru adımlamaya başladılar. Meşalenin ışığı gözlerimi kamaştırıyordu ve hep yaptığım gibi ellerimi siper ettim gözlerime. “Nasıl beğendin mi beş yıldızlı otelimizi, hizmetten memnun kaldın mı?” Yüzündeki o pis sırıtışından, gözlerindeki alaycı bakışından, bir zamanlar beni sevdiğini söyleyen ama şimdi benimle dalga geçen o dudaklarından nefret ettim yine. “Hadi bakalım tatil bitti, artık eve dönme vakti!” Yanıma geldi ve beni kollarımdan tuttuğu gibi kendisine çekti. Yüzümüz birbirine o kadar yakındı ki benim soğuk ve hırıltılı nefesim onun yüzüne, onun sıcak nefesi benim yüzüme çarpıyordu. Bir an göz göze gelsekte, kaçırdım bakışlarımı. Beni omuzundan aşağıya sarkıtmak yerine bu defa kucağına aldı. Bedenimde dokunduğu her nokta kırılmış gibi ağrıyordu. Çok halsizdim. Açtım, susuzdum ama bunların hiçbiri umrumda değildi. Düşünebildiğim ve umursadığım tek şey bundan sonra yaşayacaklarımdı. Neredeyse bir yıla yakın bir süredir bu yaban ellerde esirdim. Başıma gelmeyen kalmamıştı. Katil olmanın eşiğinden dönmüştüm. Sevdalanmamı düşünmek bile istemiyordum ve benim yalancı sevdiğim, şimdi kucağında taşıyordu beni. İkimizde sessizdik. Sadece bir kez, “boynuma tutun,” dedi. “Asla!” dediğimde sinirli bir sesle güldü. Gün ışığına çıktığımızda ellerimle hemen gözlerimi kapadım. Işık sanki irislerimi yakmak için saldıraya geçmişti gözlerime. Nem kokusundan sonra mis gibi havayı soluyunca, ciğerlerim tepki vermiş olsa gerek ki, deli gibi öksürmeye başladım. Güneşin sıcacık ışınlarını yüzümde hissetmek ödül gibi bir şeydi. Buz kesmiş bedenim yavaş yavaş çözülüyordu sanki. Aracının yanına geldiğimizde şöförü arka kapıyı açtı ve ne hikmetse bu kez beni yavaşça koltuğa oturttu, yetmedi daha önce yaptığı gibi emniyet kemerimi takmak istedi. Bu yaptığına deli oldum. Tüm nefretimle ittim ellerini. Gözlerini gözlerimin içine dikip öylece hissiz baktı ve sonra pis pis sırıttı. “Hayırdır, önceden yaptığımda böyle kızmamıştın!” dediğinde, tüm öfkemle bastım tokatı yüzüne. “O senin yalancı bir pislik olduğunu öğrenmeden önceydi!” Sesimdeki nefret karşısında şaşırmıştı. Onun bu haline ne anlam vereceğimi bilemedim. Bu çok aptalcaydı ve onun ne kadar zeki olduğunu çok iyi biliyordum. Attığım tokata şaşırmamış ve beklediğimin tam tersine hiç kızmamıştı. Dengesizin biri olduğunu da anlamış oldum böylece. “Dua et yakında düğünün var, yoksa sana o tokatın bedelini en ağırından ödetirdim,” dedi bir anda. “Ya siz ne laftan anlamaz bir sülalesiniz!.. ağan olacak o şerefsizi tahtalı köye gönderiyordum ve hala benimle evlenmek mi istiyor? Siz ne çeşit manyak insanlarsınız böyle?” “Ağamla değil, benimle evleneceksin!” Biri bana az önce duyduğumun gerçek olmadığını söylesin! * * * * *
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD