Bilmediğim Bir Dünya.

2083 Words
Yıl 1973.. Yolculuk var.. Kapıdan çıkarken dönüp yıllarca sevgi içinde yaşadığım ve yuvam diye bildiğim evime son kez baktım. Acı dolu bir hıçkırık koptu dudaklarımdan. Meğer o sevginin yarısı bir yalandan ibaretmiş. Babam diye sevip saydığım adam gizli gizli yüreğinde bana karşı hep kin biriktirirmiş. İnsanın hayatının bir yalan üstüne kurulu olduğunu bilmesi çok onur kırıcıymış, fazlasıyla acı vericiymiş. Öğrendim. Düşündükçe ağladım, ağladıkça kırıldım, kırılda da kızdım. Annemede kızdım, küstüm ama sonra ona kızmaktan vazgeçtim. Küskünlüğüm ise artık baki. Sürekli ağlamaktan gözlerim şişmişti ve hâlâ ağlıyordum. Beni evimden koparan o adamla vedalaşmadım. Yüzüne bile bakmadan çıktım evim diye bildiğim, yalanın ve yılanın yuvasından. Simsiyah bir Mersedes aracın arka koltuğuna oturdum. Hayatım bir valiz dolusu eşyadan ibaretti. Son anda çok sevdiğim kitaplarımı almamı engelledi babam diye sevdiğim ama artık nefretimin bir numaralı hedefi olan o adam. “Kitapla ne işin olur senin köylük yerde?” dediğini duyduğumda gideceğim yerin neresi olduğuna dair ilk ip ucunu da öğrenmiş oldum. Ses çıkarmadım ve o güzelim kitaplarımı bıraktım ardımda. Tıpkı eski hayatımı bıraktığım gibi bıraktım romanlarımı, bilgi edinmekten çok hoşlandığım haftalık alıpta sonradan ciltleştirdiğim dergilerimi, vazgeçtim işte.. yol uzun, kimi yerleri benim kara yazım gibi simsiyah asvaltta olsa yollar, gideceği yer belli ama benim ne yaşayacağım hiç belli değil, orası tam bir muamma işte. Zaman zaman gözlerim kapanıp, başım önüme düştüğünde, kapıldığım korkuyla hemen başımı kaldırıp etrafıma bakmaya başlıyordum. Zifiri karanlığın hüküm sürdüğü yollarda artık neyi göreceksem, durup durup bastıran uykuyla her an kapanacak gibi ağırlaşan şişmiş göz kapaklarımın arasından gökyüzüne bakmaya başladım. Gözlerimi açtığımda güneş doğuyor sandım ama fena halde yanılmışım. Meğer güneş batıyormuş. Onca saat nasılda uyumuşum, hiç anlamadım. Nerdeyse yirmi dört saattir yollardayız ve ben hâlâ nereye gittiğimizi bilmiyorum. Tek bildiğim varacağımız yerin bir köy olduğu idi. Önde, şöförün yanında oturan kırklı yaşlarındaki adam hiç bana bakmadan, “hanım yenge, bir ihtiyaç var mıdır?” diye sorunca, ilk anda ne diyeceğimi bilemedim ama sonrasında kaçmak için bir fırsat yakalayabilir miyim diye düşündüm. Düşündümde ondanda vazgeçtim. Cebimde bir kuruş para bile yoktu. Nereye, nasıl gidebilirdim ki bu yaban ellerden? “Yok!” dedim sadece. “Peki hanım yenge.” Oturduğum yerde hiç kıpırdamadığım için bedenim uyuşmuştu. Ayaklarımı yerden kesip kendime çekmek istedim ama sonra ayağımdaki eskimiş botlarıma gözlerim takılınca ondanda vazgeçtim. Soğuk kış gününe inat aracın içi sıcacıktı ve o sıcaklığında etkisiyle yine sızıp kalmışım. Aracın sarsılarak gittiği yolda gözlerimi araladım. Gelmiştik sonunda. Bu iri yarı adamlardan yaşça çok küçük halde bana çok saygı gösteriyorlardı. Bunun ayırdını anlayabilecek yaştaydım. Tüm bu saygı, yüzüme hiç bakmama, sürekli başlarının önlerinde olması elbette ağanın karısı olacağım içindi. On sekizime girmeme çok az kaldı ve onlarda bunu biliyorlardı, bugüne kadar bekleyebilmişlerdi. Şimdi düşünüyorumda belki de sürekli beni izlemişlerdir. Yoksa yaşadığımı nasıl bileceklerdi? Şimdi kaçamayacağımı çok iyi biliyor olmalı şu ağa dedikleri bela ve ben on sekizime girdiğimde cezadan yırtacak aklınca. Sürekli düşünüyordum. Ben bu işi nasıl lehime çevirebilirdim? Ah Allahım!.. yardım et bana n’olur, yardım et.. Oldukça görkemli ve çok büyük olan konağın önünde park eden aracın kapısını açan adam, “buyur hanım yenge,” diyince hiç istemesemde araçtan inmek için harekete geçtim. Toprak zemine ayağım bastığında, titredim. Araçtan çıktığımda sanki biri bana kaldır başını ve gökyüzüne bak dedi. Dinledim o sessiz sesi. Adımı onlardan aldığım yıldızaların parlaklığı karşısında şok oldum. Simsiyah geceye sanki bir el tarafından fırlatılıp atılmışcasına çoktular ve sanki gökyüzü sevdalısı olduğu yer yüzüne yakınlaşmak için aşağıya inmişti. Uzansam birini yakalasam, o yıldızda beni çekip alır mıydı ki acaba bu yaban ellerden? İstanbul düştü aklıma.. orada böyle yıldızlı geceler görmek ne mümkündü? Gökyüzüne bakarken bir yıldız kaydı.. tıpkı benim hayatım gibi yokluğa, bilinmeze karıştı. Dilek diledim yinede. Güçlü bir kadın olabilmeyi diledim o anda. Duyduğum sesle başımı indirip, tam karşıya baktım. İki yana doğru açılan hantal demir kapıdan gelen sesti duyduğum ve bir kadın belirdi o kapının ağzında. Sadece gözleri görünüyordu. Başındaki boncuk oyalı örtüyü her nasıl yapmışsa gözlerini açık bırakacak şekilde dolamıştı hem yüzüne, hem de başına. Gözlerimiz buluştuğunda onun gözlerinde derin bir acı, benimkilerde ise gizlemeyi başaramadığım korku vardı. “Hoşgelmişsin, buyur geç içeri,” dedi ancak ikimizin duyabileceği kıstığı o sesiyle. Diyemedim bir şey. Hoşgelmemiştim ki ben.. zorla getirilmiştim.. kimse bana burda olmayı isteyip istemediğimi sormadı ki. Bedenim satılığa çıkmıştı. Baba bildiğim o adam ve varlığından hiç haberim olmayan o malum kişi tarafından acımasızca annem karşılığında takas edilmiştim ve şimdi asıl sahibimin evine getirildim. Aklıma kalıcı kuşlar gibi hücum eden bu düşüncelerden kurtulmaya çalışırken, kenara çekilip bundan sonra kalacağım hapisaneden içeri ilk adımımı atmamı bekleyen kadın, ellerini tam önünde birleştirmişti. Gören onun üşüdüğünü düşünebilirdi ama ben garip bir hisle onun üşümediğini biliyordum. Buranın insanı olduğuna göre serin havayada alışık olmalıydı. Bu garip duruşu mecburiyettendi. Saygıdanda değildi. Tam ilk adımı atıp hapisanemin bahçesine girecekken, aniden önüme eğdiğim başımı kaldırdım. Kimseye başımı eğmeyecektim, hele kocam olacak o şerefsize baş eğmeye hiç niyetim yoktu. Henüz yüzünü görmediğim o pislikten nefret ediyordum. Daha çocukluğumda belki de bebekliğimde hayatım üzerine anlaşma yapan o herif bir sapıktan başka bir şey değildi benim için. Kapıldığım ani öfkemi yanağımın içini deli gibi ısırarak bastırmaya çabalıyordum. Farkında olmadan o kadar sert ısırmışım ki, ağzımın içi kanımın sıcaklığı ile buluştu. Dilimede bulaşan o sıcaklığın tadı nefret edilesiydi. Dikkatimi benden birkaç adım önde ilerleyen kadına vermeye çalışarak adımlarken, her yeri taş kaplı olan o koca konağın üst katına yükselen merdiven basamaklarını çıkmaya başladık. Üst kata çıktığımızda nerdeyse aşağıdaki kadar, hatta daha büyük ve ışıl ışıl başka nir sofa ile karşılaştım. Sofanın tam ortasında yine tüm evi oluşturan taştan yapılmış süs havuzu gördüm. Havuzun ortasından yükselen oylumlu kayıttan etrafına su akmaktaydı. Suyun sesi belki başka zaman olsa beni çok rahatlatırdı. Kadının telaşlı adımlarına inat, benim adımlarım artık çok yavaştı. Tam bir el işçiliği eseri olan kocaman ahşap kapının önüne gelen kadın, dönüp bana baktı ve elini çabuk ol dercesine salladı. İnadına yavaş yürümeye devam ettim. Celladımla tanışmak için hiç acelem yoktu. Kim böylesi biriyle karşı karşıya gelmek için acele ederdi ki? Kadın, kapıya hızlıca iki kere vurdu ve beklemeye başladı. Tamda kadının yanına geldiğim sırada, içeriden oldukça sert bir ses tonuyla, “Gel!..” emrinin verildiğini duydum. Kadın bir anlığına bana baktıktan sonra, tuttuğu süslü kapı kolunu aşağıya indirdi ve kilidinden kurtulan kapıyı ardına kadar geriye itti. Açılan kapı ile gördüğüm ilk şey fazlasıyla büyük bir salondu. Kadın, “Misafir gelmiştir ağam,” dediğinde, ben hâlâ dışarda dikiliyordum. “Gelsin içeri!..” Artık daha net duyduğum o ses, gerçekten çok ürkütücüydü ve yine emir kipinde konuşmuştu. Titrediğimi hissederken, kadın bana baktı ve konuşmak yerine başıyla içeri girmemi işaret etti. Korkudan olsa gerek, boğazımın aniden kupkuru olmasıyla gıcıklı bir öksürük tuttu beni. Yanağımın iç duvarındaki kanama için için devam ediyordu. Elimle ağzımı kapamaya çalışsamda tükürük zerrelerinin dışarı sıçramasını engelleyemedim. Üstümdeki hırkamın cebinde sürekli bulundurduğum dört köşesinde çiçek desenleri olan kumaş mendilimi çıkardım ve ağzımı sildim. Dudaklarımın kenarına bulaşmış kanlı zerreler anında mendilime geçti ve kadına bir anlığına baktığımda, onun kocaman açılmış gözleriyle mendile baktığını gördüm. O gözlerdeki korkuyu fark etmemek mümkün değildi. “Ağama fazla yaklaşma!” diye fısıldayarak konuşan kadının gösterdiği tepkiye ilk anda şaşırmış olsamda, hemen bunun nedenini anladım. Verem olduğumu düşünmüş olmalıydı ve ben, bu durumu kendi lehime kullanabilirdim. İçten içe bu ilginç gelişmeye sevinmeye başladım. Eğer gerçekten hasta olduğuma inanırlarsa belki de beni geri gönderirlerdi. Bu umuda sarılmışken, daha fazla orada öylece dikilemeyeciğimi biliyordum. Derin bir nefes alırken, ilk adımımı atıp kapıdan içeri girdim. Kadınla birlikte artık salonun hemen girişinde duruyorduk. Yanımdaki yine fısıltıyla, “Başını önüne eğ!” diye beni uyardığında, tüm öfkemle gözlerinin içine dik dik baktım. “Kimsenin önünde başımı eğmem ben, işine bak sen!” diye ona çıkıştım. Önce bir hayli şaşıran kadın, sonrasında tiksinerek baktı bana. “Senin götün şimdiden kalkmış kuma!.. ama ağam indirmeyi bilir, sen hiç merak etme!” KUMA!.. Takıldığım tek kelime bu olmuştu. Gerisinin bir önemi yoktu o anda. Kuma mı olacaktım birde? Buda mı gelecekti başıma? Midemin bulanmaya başladığını hissediyordum. “Ne fısıldaşıp durursunuz Asiye? Çık git sen artık!.. kızda gelsin yanıma!” Bana ters ters bakan kadın sonrasında ağasına bakarak, “Peki ağam,” dedi ve kapıldığı kıskançlıkla beni bileğimden yakaladığı gibi resmen kocasının önüne doğru sürükledi. “Nazlanır, gelmek istemez ağam,” derken, bileğimi sirkeler gibi sertçe bıraktı ve geri geri adımlarken, bildiğim el pençe halindeydi. Onun odadan çıkıp gitmesiyle artık ağa dedikleri o herifle getirildiğim salonda yalnızdım. Çok korkuyordum ama yinede sakin kalmaya çabalıyordum. Bana hiç baktığını görmediğim elli, belkide daha fazlası olan ağa, ağır ağır başını kaldırıp, ilk kez yüzüme baktı. Kısık bakan siyah gözlerinde açıkça gördüğüm zalimlik, çiçek bozuğu izleri taşıyan geniş yüzünede yansıdı. Kocaman bir kafası vardı. Yüzündeki her şeyde aynı oranda büyüktü. Kemikli karga burnunun gölgesinin düştüğü dudakları çok kalındı. Elmacık kemikleri çıkık, yanakları içeri çöküktü. Sağ bacağını kendisine çekmiş, bizim şark köşesi diye bildiğimiz uzun sedirde kahrolası özgüveniyle oturuyordu. Sağ bileğini kıvırdığı dizine dayamış, saçma sapan büyüklükte turuncu renkte tesbihini çekiyordu. Görende küçük dağları o yaratmış sanırdı. Gözleri önce yüzümde, sonra bedenimde gezinmeye başladığında hissettiğim tiksinti ile öğürmemek için kendimi zor tuttum. En son gözleri bedenimin iki yanında duran narin ellerime takıldı. Yüzünden hoşnutsuz bir ifade geçtiğinde, diğer insanlar gibi onun karşısında el pençe divan durmama sinir olduğunu fark ettim ve bundan inanılmaz bir haz aldım. Ellerime dikkatle bakmaya devam eden gözleri, gözlerimle buluştuğunda inanıda bakışlarımı çekmedim. Bunada tutulduğunun farkındayım. “Sen Yıldız!.. Benim, yani Kayıhanlar Aşireti’nin ağasının beşinci avradı olacaksın. Yarın imam nikâhı kıyılacak ve tez elden bana bir oğul vereceksin! Senden öncekiler çıkara çıkara hep kız doğurdular. Bu aşiretin başına bir erkek evlat bırakmam gerek ve onu da bana sen vereceksin! Görevin budur bundan sonra. Eğer bir kız doğurursan, anam avradım olsun gözünün yaşına bakmam öldürürüm seni. Köpeklerime akşam yemeği diye veririm seni. Şimdi git dinlen. Az önceki kadın benim dördüncü avradım. Seni bana o hazırlayacak. İnşallah bakiresindir. Senin gibi büyük şehir kızları şimdilerde bekârete önem vermez oldular ama benim için önemli. Kız çıkmazsan vay haline,” dedi Allah’ın ayısı. Neredeyse dedem yaşında olacak bu şerefsizden iyice tiksindim. Tüm nefretimle baktığım insan bozuntusuna hiç beklemediği bir çıkış yaptım. “Benim bakireliğim beni bağlar ve ben, senin dilinle avradın, benim dilimle eşin olmam ağa efendi. Yaşından başından utan ahlaksız herif!” Ağzımdan çıkan o sözlerin elbette farkındaydım. Amacım kendimi öldürtmekti. Aksi halde benim bu mahluklara gücüm yetmezdi. Gençliğimin, hayatımın zaten elimden alındığı şu ortamda yaşamak bana ölümden beterdi. Önüne eğdiği başını hızla kaldırıp beni öldürmek istiyormuş gibi baktı. Derinden gelen o hırıltılı sesiyle, “Seni becerince avradım olup olmayacağını göreceksin. Siktir git şimdi gözümün önünden a..na koduğumun zillisi!” dediğinde, beni öldüreceğine dair umudumu yitirmeye başladım. Bir anlık sessizliğinin ardından, “Diloo!.. kız Dilooo!..” diye bağırınca korkuyla yerimde sıçradım. Kapı aniden açıldı ve az önceki kadın içeri girer girmez, “Buyur ağam,” dedi ve sanki biraz korkmuştu. “Al götür bu kızı! Hemen hazırlamaya başlayın. Hocayada haber salın, derhal gelsin. Nikâh hemen kıyılacak! Hadi defolun gidin şimdi!” Vahşi bir hayvan gibi kükremesi karşısında bende bas bas bağırmaya başladım. “Evlenmem, karın olmam dedim sana az önce, duymadın mı beni?” Herif oturduğu yerden fırladı ve yanımda bitti bir anda. Nefesini kızgın bir boğa gibi burnundan soluyordu. Yüzüme ard arda tokatları basınca tüm delirmişliğimle ona saldırdım. Önceki gün törpülediğim tırnaklarım pençelere dönüştü adeta. Alnına geçirdiğim tırnaklarımı, tüm gücümle yüzünden aşağıya doğru kaydırdım. Resmen artık çıldırdım. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. “Allah belanı versin sapık herif!.. hiç bekleme!.. hemen şimdi öldür beni, öldüür!.. benden sana bi bok olmaz şerefsiz herif!.. öldür beni!” Vahşi bir kedi gibi tırnaklarımı geçirdiğim ince ince kan sızan derin çiziklerle doluydu. Çıldırmışlığım karşısında neye uğradığına sadece o havyan herif değil, bilmem kaçıncı karısı olan o kadında şaşırmıştı. Aramıza girmeye çalışsada onu son anda geriye iterek engel olmayı başarmıştım. Bana bir deliye bakar gibi bkam herifin kısacsğre şaşkınlığı geçince, bir anda başımın arkasından saçlarıma yapıştı. Tüm hırsıyla saçlarımdan çektiği başımı kendisine doğru hızla yaklaştırdığında canım çok acıdı. Yüzü yüzüme öyle yakındı ki öfkesinden alev almış nefesi yüzümü yakıyordu. Gözlerimi esir alan o gözlerdeki öfkeyi daha önce hiçbir gözde görmedim. “Seni öyle bir becereceğim ki, günlerce yattığın yerden kalkamayacaksın!.. yürüyemeyeceksin! Yüzüme bıraktığın her bir çizik içinde on kırbaç yiyeceksin. Ağana baş kaldırmak neymiş göstereceğim sana kevaşe seni!.. siktir git şimdi!.” dediği gibi, bir anda geriye doğru itti beni. Dengemi korumakta çok zorlandım ama yere düşmedim. “Allah’ın gazabı senin üzerine olsun. Dilerim Allah’tan, bana el süremeden geberip gidersin orospu çocuğu!” Öyle bağırarak söyledim ki son sözlerimi, boğazımın kanadığını hissettim. Arkamı dönüp bir adım atmıştım ki, kolumdan yakalandım ve hızla geriye doğru çekildim. Şakağımda varlığını hissettiğim şey, çok soğuktu. “Son duanı et a.. na koduğumun kızı! Yaşamak bundan sonra haram sana!” Aynı anda bir ses duydum.. vuruldum mu ben? * * * * *
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD