Buz gibi gecede yıldızlar olmasaydı eğer, ortalık nerdeyse zifiri karanlığa gömülecek gibiydi.
Umut denen bu herif, beni dirseğimin biraz üstünden tuttu ve ardınca yürütmeye başladı. Bacağımdaki acıyı artık daha çok hisseder olmuştum ve ona eşlik eden omuzumdaki ağrı gittikçe çoğalıyordu.
“Nerde sizin şu mahzen?”
“Mahzene değil, otacıya getirdim seni. Şu bacağına baksın. Kanamanın şimdiye kadar kesilmiş olması gerekiyordu. Hemofili falan mısın sen?”
Sorduğu soruya ne cevap vereceğimi bilemedim. Sandığım kadar cahil olmadığını anlamıştım ama yinede buna şaşırmaktan alamadım kendimi.
“Bilmiyorum,” demekte buldum çareyi.
“Anlarız birazdan,” dediğinde beni kendisine doğru çekti ve bir anlığına durdu. İster istemez bende durdum ve hiç beklemediğim bir şeyi yaparak, beni kucağına aldı.
Bir çırpıda bunu nasıl yaptı anlamadım ama, acımın bir nebze olsun azaldığını hissedebiliyordum.
“Boynumdan tut beni. Gelin olmadan iyice sakata çıktın!”
Sesi buz gibiydi. Hiç istemesemde boynuna asıldım. Ah keşke bu güçlü boynu kırma şansım olsaydı. Hepsinden kelimenin tek anlamıyla nefret ediyordum.
Birkaç adım sonra engebeli yol bitti ve içersinden loş sarı ışığın sızdığı bir köy evinin kapısında durduk.
“Kapıyı çal!” dediğinde itiraz etmedim ve uzanıp iki kez ahşap kapıyı tıkladım. İçerden gelen ayaklarını sürüyerek atılan adım seslerini duyabiliyordum.
Kapı açıldığında karşımızda yaşlı bir kadının durduğu gördüm. Gözleri sabitti ve karanlığa bakıyor gibiydi. Onu izlerken, havayı kokluyor gibi geldi bana ve sanki hafifçe gülümsedi.
“Hoşgeldin oğul,” dedi ve yavaşça geri çekildi.
“Hoşbulduk Firuze ana.”
Birbirlerini tanıdıkları belliydi ve soluk ışığın gölgesinde, adı Umut olan şu herifin gözlerinin birine ilk kez sevgi ile baktığını gördüm.
“Misafirinde hoşgelmiş. Kızın kanaması var, geçin hemen içeri,” dediğinde şaşırdım. O sabitliğinden hiçbir şey kaybetmeden gözleriyle bir kez olsun bacağıma ya da bedenimde herhangi bir noktaya baktığını görmemiştim.
Biz içeri girince başımı çevirip kadına baktım. Bildiğim el yordamıyla kapıyı buldu ve yavaşça kapadı. Kör müydü yoksa kataraktı falan mı vardı acaba?
Aklım bu düşüncelerle meşgulken, bir odadan içeri girdik. Büyükçe olmayan bu odada iki divan, küçük bir masa, yanan bir soba ve kenarda üst üste dizilmiş birkaç yorgan ve yastık vardı. Ahşap zeminde eskimiş, yer yer dokuması açılmış bir halı vardı.
Nedenini bilmediğim garip bir huzurla yorgun ruhumun sarmalandığımı hissetmeye başladım. Bu oda, her haliyle ilk okul kitaplarımızda gördüğüm o resimlerdeki odaya öyle çok benziyordu ki, hiçbir şeyi yabancı karşılamadım.
Beni kucağından divana bırakan Umut ile göz göze geldiğimizde, benden bakışlarını hemen kaçırdı.
“Teşekkür ederim,” dediğimde yine bana baktı. Rengini çözemediğim gözlerinden bana acıdığını anlamam zor olmadı ve ben bundan nefret ettim. Evet, kesinlikle acınacak haldeydim ama bunu bir başkasının gözlerinde fark etmek, üstelikte esir alınmışken görmek, oldukça çok onur kırıcıydı.
“Etme.. bunu hak edecek bir şey yapmıyorum, görevim bu!.” dedi ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Yeniden onunla bu kadar yakın olmak garip hissettirirken, ürkmek yoktu.. sadece garipti işte.
“Abimin pisliklerinin üstünü kapatmak benim görevim, hepsi bu!”
Bunu fısıldayarak, ama aynı zamanda yapmak zorunda kaldığı bu şeydende, nefret ediyormuş gibi söyledi. Başka bir bakış açısıylada düşündüğümde, “senin bir kıymetin yok, kim olsa yapmak zorundayım,” mesajını vermeye çalışıyor gibi geldi. Gereksiz bir şekilde ona kırılmıştım.
“İyi! Sana görevlerinde başarılar dilerim. O halde geri alıyorum teşekkürümü” dedim ters ters ve benden uzaklaşmasını izledim.
Odaya hakim olan ölü sessizliği, yaşlı kadının çatallı sesi bozdu.
“Sobanın üstündeki güğümden, sıcak su döküver evlat şu tasa,” derken, titreyen ellerinin arasında tuttuğu alüminyum bir kabı gösteriyordu.
“Tamam anam. Gel sen şöyle.”
Yaşlı kadının elinden tası alan Umut, onu kolundan tutup bana doğru yürütmeye başladı. Kadının temkinli yürüyüşü ve hâlâ sabit bakan gözlerinden, artık onun kör olduğuna ikna olmuştum. Hiç şüphem kalmamıştı, kesinlikle görmüyordu. Yanıma ilişen kadın, yine burnu ile havayı kokladı. Eli yavaşça sağ bacağıma uzandı ve sanki görüyormuş gibi, tamda yarama dokundu. Can acısıyla bacağımı hemen kendime çektim. Dizimin biraz altından ve bacağımın yan tarafından vurulmuştum. Kanamanın devam ediyor oluşu, yavaş yavaş gücümüde tüketmeye başlamıştı.
Parmaklarına bulaşan kanımı burnuna götüren kadının, “vurulmuş bu kız, barut.. Kanında barut kokusu var,” dediğini duydum ya, artık niçin kanımı kokladığını anlamıştım. Kanıma bulanmış parmaklarımı birbirine sürtmeye başladığında içim çekilir gibi oldu.
“Bu kızın kanında bir şey eksik.. donması yok!" dediğinde ise şok oldum.
Bunu nasıl anlamıştı, sadece kanıma dokunarak bunu bilmesi çok ilginçti. Gözlerimin yerinden çıkacak gibi açılmasına engel olamadım. Aynı anda az ilerdeki sobanın üstünden indirdiği güğümden, yere bıraktığı tasa sıcak su dolduran Umut’a gözlerim takılıp kaldı, çünkü o da dönüp bana bakmıştı. Gözlerim yeniden kadını bulduğunda, kadının gülümsediğini gördüm. Durup dururken ne diye gülümsüyordu ki şimdi bu kadın?
“Sakin ol kızım,” dedi ya, ancak o zaman beni saran heyecanımın farkına varabildim.
“Kör olabilirim ama, diğer her şey tam tekmil çalışmaktadır. Karanlığın hüküm sürdüğü yerde; kulaklar, burun ve her şey daha mükemmel çalışır. Mevla bir şeyi hiç vermemişse ya da sonradan geri almışsa, zuhur eden o eksikliği işte böyle başka şeylerle kapatır.”
Bilge bir kadın olduğu çok belliydi ve ben ona hayran olmak üzereydim.
Söyleyecek tek kelime bulamadım. Nutkum tutulmuştu. Elinde su dolu tasla yanımıza gelen Umut ile bir an bakışsakta, dikkatimi yine kadına verdim.
“Oğuul!.. Şu iskemleyi getir de, tası üstüne koyalım. Ayakta dikilme! Geç otur şöyle.”
Son sözlerinden sonra sessizliğe gömülen Umut, yaşlı kadının isteğini yerine getirdikten sonra, söz dinleyen uslu bir çocuk gibi az öncesinde kendisine işaret edilen diğer divana oturdu ve artık gözleri yine benim üzerimdeydi.
Kadın, yanında getirdiği bez torba gibi birşeyin içinden bembeyaz havlu parçaları çıkardı ve yine el yordamıyla bulduğu tasın içindeki suya, diğer elinde tuttuğu havlunun uç kısmını daldırdı. Isınmış ıslak havluyu, yaramın üstüne götüreceği sırada elini tuttum. Sanırım onu engelleyeceğimi düşünmüştü. Oysa amacım ona yardım etmekti.
Elini yaramın üstüne getirdim ve tam orda bıraktım. Ne yaptığımı anlayınca gülümsedi. Yer yer derin çizgilerin ev sahipliği yaptığı yüzünü dikkatle incelediğimde, kadının vaktiyle çok güzel olduğunu fark ettim. Şimdilerde canı her an çekilecekmiş gibi bakan o yorgun gözleri, tatlı bir kahverengiydi ve belli ki zamanında ceylan gözlü dedikleri türden gözlere sahip, güzel bir kadınmış.
Onun yüzünü incelemeye kendimi o kadar kaptırmışım ki, yaramı temizlemeye başladığını anlamadım bile. İkinci defa yarama dokunduğunda, ancak fark edebildim yaptığı işi.
“Kanıyor hâlâ değil mi?”
Sorduğu soru üzerine yarama baktım ve şaşırarak verdiğim cevap, evet oldu.
“Umuut, bana şu masanın üstünde duran küçük dolaptan küçü yeşil kavanozu getir evladım,” der demez, bizim sessiz veled hemen harekete geçti.
Kadının istediği o yeşil kavanozu getirip, elini tuttuğu kadının, açtığı avucuna bıraktığını görünce, dile geldim bir anda.
“Kapağını açıpta versen ya teyzeye şunu!”
“Bilip bilmeden her şeye sazan gibi atlama. O dediğini yapmamışsam vardır elbet bir hikmeti!”
Herifin hazırcevap olması sinirimi bozuyordu. Ancak kendim duyabileceğim bir sesle, “gerizekalı n’olcak!” diyince, “sensin o!” diye yapıştırdı lafı.
Birbirimize düşman gibi bakıyorduk. Gibisi ne ya! Zaten düşmanımdı bu manyaklar! Onların varlığını duyduğumdan beri başıma gelmeyen kalmadı nerdeyse.
Kendimi lanetlenmiş gibi hissediyordum artık. Cevap vermek yerine, dişlerimi sıktım tüm öfkemle. Kavanozunu kendi elleriyle açan yaşlı kadın ise tatlı tatlı gülümserken, çok sessizdi.
İşaret parmağı ile kavanozun içinden aldığı gri renginde bir bulamacı, parmak uçlarıyla yarama hafif hafif yedirmeye başladı. Gariptir ki sızlama geçmeye başlamıştı bile.
Büyülenmiş gibi kadına bakıyordum. Elindeki kavanozu yanında dikilen sinir herife uzattığını görünce, gerçekten kadının görmeyen gözleriyle aslında her şeyi bizden çok daha iyi gördüğünü, algıladığını düşünürken, şu kırgın ve kızgın yüreğimde ona karşı sonsuz bir hayranlık beslemeye başladım. Kavanozun kapağını yine kendisi kapamıştı ve bu gizem, sanki dünyadaki çözülmeyi bekleyen en büyük problemiş gibi aklıma takılıp kalmıştı ama çekindiğim için soramıyordum.
“Kızım, kavanozlarımın kapaklarına kimsenin dokunmasını istemem çünkü, birkaç kez başkasına açtırıp kapattırdığım kavanozlar, kapakları tam kapanmadığı içindir ki, muhafaza ettiği ilaçlarım bozuldu. Eskisi gibi doğaya çıkıp bitki toplayamıyorum. Kimsede dağ, tepe, kır dolaşıp ilaç haline getirdiğim bitkileri toplamak istemiyor.. çoğu da, çok sapa yerde biten bitkiler.”
Ne yani bütün mesele bu muymuş? Oysa ben aklımda binbir türlü senaryo üretmeye başlamıştım bile. Kadının mistik bir yanı olduğunu, düşünmüştüm. Hatta, iyilik için büyü yapan biri olduğu düşüncesi, bunların en başında geliyordu.
“Anladım teyze, eğer buralarda kalacak olsaydım sana yardım ederdim. Kırda dolaşmayı çok severim,” dedim tüm samimiyetimle.
Umut öküzü, benim sözlerimin üzerine dalga geçer gibi gülümserken, başını sağa sola sallamaya başlayınca tutamadım yine dilimi.
“Ne var, ne diye pişmiş kelle gibi sırıtıyorsun? Buralarda kalacağımı düşünüyorsan çok yanılıyorsun. Yarın ilk işim gidip sizi polise şikâyet etmek olacak! Allah’ın belası o ağan ve senin tarafından zorla tutulduğumu söyleyip, sizi ihbar etmessem arap olayım,” dedim tüm kızgınlığımla.
“Ya kızıım!.. çok konuşuyorsun ama, boş konuşuyorsun. Bende seni akıllı bir bok sanmıştım. Sen kim, polise gitmek kim? Hadi tut ki polise gittin, ne diyeceksin? Kayıhanlar Aşireti’nin ağası beni kaçırdı, onun karısı olmamı istiyor, beni ondan kurtarın mı diyeceksin?”
Delice bir kahkaha attı ve sinirlerimi daha çok bozdu.
“Kızım sen daha nerede olduğunu bilmiyorsun, bununla ilgili en ufak bir fikrinde yok, hoş olsa ne yazar?” dedi ya, uzanıp benim kanımla rengi pembeleşmiş su dolu tası yakaladım ve ona doğru suyu tüm kızgınlığımla fırlattım. Kaçmaya fırsat bulamadığı için üstündeki o bembeyaz gömleği, siyah ceketi ıslandı.
“Yandın mı oğul?” diye soran kadının sesinde hafif bir tedirginlik vardı.
Üstünden çıkardığı ceketini yere fırlatıp atan kaçık herif, “yok anam.. hoş yanmış olsamda senin üstesinden geleceğini biliyorum. Ben yanmadım ama, bu manyak kızı çıra gibi yakacağım kesin!” derken, hızlı hızlı gömleğinin düğmelerini açıyordu.
Gömleğini de tüm öfkesiyle yere fırlattı. Üstündeki beyaz atletinin ortası artık pembemsiydi ve ıslaktı.
“Yananı görür Allah,” dediğimde, “yakan ben olunca Allah bile beni haklı bulur,” diye yapıştırdı yine lafı.
“Niye? ne özellliğin var senin be? İyi ki o boktan herifin kardeşisin.. buna mı güveniyorsun?”
Duyduğu cevapla en az benim ona sinir olduğum kadar, onun da bana sinir olduğunu görebiliyordum ve garip bir şekilde onu bu hale getirmiş olmaktan zevk alıyordum.
“Bak kızım! Uslu dur ve akıllı ol. Polise gitmen, bizi şikâyet etmen hiçbir şeyi değiştirmez. Üstüne polis seni kolundan tuttuğu gibi alır, ağamın önüne atar! Buralarda bizim sözümüz geçer biziiim! Senin kafana takacağın tek şey, erkek çocuk doğurmak.. hoş ondanda umudum yok ya! Onca kızdan sonra hala anlamamış..”
Bir anda sustuğunda gözleri gözlerimdeydi. Öfke dolu bakışlarını, atışmamızı sessizce dinleyen kadına kaydırdığında sanki kadın sağırmış gibi de bağırarak konuşmaya başladı.
“Anaa! Bu gece burda kalacağız. Sen bu deliyle bu odada yatarsın, ben de diğer odada yatarım.”
Yine bana baktığında elini kadırıp, işaret parmağını uzatarak, “ve sen kaçacak olursan, yılanın deliğine girsen bulurum seni. Bu evlilik sen istesende istemesende olacak ve bende defolup yurt dışına gideceğim. Daha fazla ne seninle, ne de abim olacak o herifle kaybedecek zamanım yok benim,” dye döndü bu kez bana bağırdı. “Çattık belaya çattık anasını satayım! Offf ya offff!”
Söylene söylene odadan çıkıp gidişini izlerken tek kelime edemedim.
Söylediği her şey beynimin içinde tekrar ve tekrar ediyordu. Anlamsız hissediyordum. Şu koskoca evrende bir kum tanesi kadar bile yer kaplamıyordum. Kimdim ki ben ve beni kim insan yerine koyuyordu ki?
Bir gecede hayatı alt üst edilmiş, yıllar öncesinden kaderi üzerinde başkaları tarafından pazarlıklar yapılmış, saçma sapan kararlar alınmış ve sıra şimdi benim bedel ödememe gelmişti. Elimden hayatım alınırken, kendi bedenim üzerimde bile hiçbir tasarruf hakkım olmayacak bir karanlığa mahkûm edilmiştim.
Düşüncelerim gözyaşına dönüştü, yanaklarımı yakarak, kavurarak süzülmeye devam etti. Boş, bomboş hissederken, gözlerimin takıldığı kuzine sobanın camından görünen ateş köze dönmeye başlamıştı.
“Allah büyüktür kızım. Sabırlı ol bakalım. Gün doğmadan neler doğar?”
Bu sözler öyle tanıdık geldi ki!.. Önüme eğdiğim başımı kaldırarak Firuze teyzeye baktım. Ne zaman canım sıkılsa annem söylerdi o sözleri. Titreyen dudaklarımdan acı dolu bir hıçkırık koptu. Yaşlı kadın bana elini uzatınca, can simidine tutunur gibi yakaladım o eli.
“İstemiyorum teyzem, istemiyorum ki ben o ağanın malı olmayı!”
* * *
Düğün hazırlıkları başlamıştı bile. Utanmamış, birde düğün emri verilmişti. Gelin odası diye tıktıkları odanın içinde, öylece sandalye tepesinde oturmuş, birbirine kenetlediğim ellerime bakıyordum.
Dışardan silah sesleri gelince ödüm koptu. Sevinç naraları o silah seslerine karışırken, gözümden süzülen yaş elime düştü. Odnın Kapısının açıdığını duduğum an bir çığlık koptu. Acı dolu bir kadın çığlığıydu bu.. korku dağları değil, titreyen bedenimi sarmıştı.
İstemediğim o hazin sonum yaklaşırken, tanıdık o sesi duydum.
“Hazır mısı artık?”
Hazır mıyım sahi?
* * * * *