Gökmen ve Öykü ellerinde irice bir kâğıt poşet ile yanına geldi. Gökmen, Yamaç’ın yanına otururken sorgulayan bakışlarını üzerine dikti.
“Nerede?”
“Gitti”
“Neden?”
“Sonra”
“Peki…”
Öykü tek kelimelik konuşmayı dinledikten sonra “Anlaşıldı, tamam” dedi. İki adam aynı anda ona şaşkınlıkla baktılar.
“Polislerde sizin gibi şifreli konuştuktan sonra anlaşıldı, tamam diyorlar. Siz askerlerde onlar gibisiniz”
İki adam gülümseyip başlarını iki yana salladıktan sonra hamburgerlerini yemeye başladılar. Ortamın ne olduğu fark etmeksizin gelişine konuşan bir kızdı ve bazen komik bazen de şaşırtıcı olabiliyordu.
Rauf Bey, çocukların yokluğunda harekete geçerek bazı önemli dostları ile görüşmeler yaptı. Her türlü gizli bilgiye ulaşabilecek kişilerle yaptığı görüşmeler biraz olsun nefes aldırmıştı yaşlı yüreğine. Öncelikle kızın resmi, şu an kullandığı ismi ve kaçtığı hastane bilgilerine ulaşmaları gerekiyordu. Yine Öykü’yü biraz sıkıştırması gerekecekti. Öykü her ne kadar kaçmak istese de bu konuşmalar artık sıklıkla yapılacaktı. Bir yandan da kızını korkutup kaçırmaktan endişe duyuyordu. Ondan daha çok endişeli olan ise Misbah hanımdı. Öykü’nün varlığını ispat etmek önemliydi tabii ama ortaya çıkacak gerçekler onların ayrılması ile de sonuçlanabilirdi. O zaman ne yapacak, nasıl dayanacaktı? Kısa sürede içlerine girip hayatlarına renk katan kızdan ayrılabilecekler miydi?
Misbah mutfakta kendini oyalamak için akşam yemeği için kolları sıvamıştı. Öykü diğerlerine oranla kuş gibi yiyordu fakat Gökmen ve Yamaç yemek konusunda tam bir yamyamdı. Daha ergenlik zamanlarından beri onların karınlarını doyurmak için bir sürü yemek yapıyordu. Annelerinden daha çok emeği vardı üzerlerinde. Karşılığını da en güzel şekilde alıyordu. Çakı gibi askerdi iki evladı, gurur kaynağı olmuşlardı. Gerek duruşları, gerekse toplumdaki yerleri ile göz dolduruyorlardı. Yakışıklılardı da keratalar. Yamaç bir şekilde nişanlanarak yola girmişti de Gökmen’i hala bekâr geziyor ve budan şikâyeti var gibi durmuyordu.
Düşüncelere o kadar dalmıştı ki arkasında beliren iki adamı fark etmedi. Aynı anda iki yanağı öpülünce sıçradı “Ay!” diye minik bir çığlık attı. Gökmen sıkıca sarılıp “Korkma güzel kadın, biz geldik” dedi.
“Nerede kaldınız oğlum? Bu sıcakta, güneşin altında bu kadar kalınır mı?”
“Sırtımıza havlu da koyacak mısın?” diyen Yamaç’a her biri güldü. Yaptıkları iş, aldıkları zorlu görevler önemli değildi Misbah için. Gerekirse koyardı o havluyu.
“Öykü nerede?”
“Duş almaya gitti”
“Denize girdi mi?”
“Girdi. Seninki yüzmeyi biliyormuş. Çok iyi değil ama kendini kurtarır”
“Hanginiz onunla denize girdi?”
İşte cevaba göre davranış şekillendirici soru gelmişti. Gökmen öne atılarak “Yamaç” dedi. Yamaç sırıtmasını gizlemeye çalıştı. Öykü, ona ağabey dediği için sorun çıkmayacağını düşünen Gökmen böylelikle kendini de gizlemiş oldu. Kendini kurtarma çabaları içinde Öykü’nün düşünmeden konuşmalarını hesaba katmadı.
Yemek masasında rahatsız edici bir sessizlik vardı. Rauf, iştahları kaçmaması için Öykü ile konuşmayı sonraya sakladı. Biliyordu ki Öykü yine kendi hayatı masaya yatırılınca huzursuz olacaktı. Yemekler bitti, sofra toplandı fakat kimse yerlerinden kalkmadı. Öykü ve Misbah’ın işi bitince onlarda yerlerine geçtiler.
“Yavrum…” diyen adama üç kişinin bakışı kalktı. Tebessüm ederek “Küçük yavrum” diyerek durumu netleştirdi. Öykü önceliği aldığı için diğerlerine sırıttı.
“Bugün bazı eski dostlarımla görüştüm. Sana yardımı dokunacak önemli insanlar. Arkanda hatırlamadığı fakat seni şekillendiren uzun yıllar var. Bir ailen, bir kimliğin var. Onları bulmamız gerekiyor. Bize yardımcı olmalısın. Öncelikle resmin ve uyandığında bulunduğun hastaneyi bilmemiz gerekiyor. Hastanenin adını hatırlıyor musun?”
Öykü’nün neşesinden eser kalmadı. Şimdi nereden çıkmıştı bu aile ve geçmiş meselesi. On yıldır ailesiz, kimliksiz yaşayabiliyordu. Bundan sonrada yaşardı. O an içine ait olmadığı bir yerde bulunma hissi belirdi. Başta kolay gelmişti, onu sevmişlerdi fakat zaman geçtikçe zor gelmeye başlamıştı anlaşılan. Ailesini bulup göndereceklerdi onu buradan. Karşısında soran gözlerden çıkardığı anlam buydu Öykü’nün. Bilmiyordu onların içinden geçenleri. Çenesi titremeye başladı. Olağanca gücüyle ağlamamak için direniyordu.
“Gitmemi istiyorsanız bu kadar zahmete girmenize gerek yok. Git demeniz yeterli benim için. Sabah kalktığınızda gitmiş olurum, merak etmeyin”
Sandalyesini geri itip odasına doğru gitmeye başladığında arkasından seslenmelerine tepki dahi vermedi. Misbah gözyaşı döküp “Bizi yanlış anladı” derken Rauf derin bir of çekti. Biliyordu böyle olacağını. Gökmen ve Yamaç aynı anda kalkıp içeri girdiler.
Öykü yatağın ucuna oturmuş elleri yanda çarşafı sıkarken başı öndeydi. İki yanına oturdular. Gökmen yumuşacık bir tonla “Öykü” dedi ama tepki almadı.
“Abim bizi bir dinler misin?”
Yutkunup başıyla onayladı fakat hala yüzünü saklıyordu. Siyah saçlarını yine perde görevi görüp soyutlamıştı kendini. Biliyordu ki eğer onlara bakarsa ağlayacaktı. Gözyaşlarını içine akıtmak çok zordu. Hepsini almaz, taşardı.
“O güzel aklın o kadar karışık ki bizi yanlış anlamana sebep oldu. Biz seni bırakmak ya da göndermek fikrinde değiliz fakat ortada bilinmeyende olsa bir gerçek var ve amacımız bu bilinmeyenleri çözmek. Aileni bulduğunda gitmek ya da kalmak senin isteğin olacak. Seni sevmesek neden yanımızda tutalım? İzin ver yardım edelim. Kafandaki boşlukları dolduralım. Sonra hayatını nasıl yönlendirmek istersen yine yanında oluruz”
“Ben böyle mutluyum. Hanım teyzemi, bey babamı seviyorum. Onlar bana ‘sen bizim torunumuzsun’ dediler”
“Evet… Benim güzel kardeşimsin, Gökmen’in… Arkadaşısın. Bu değişmeyecek, söz veriyorum”
Öykü’nün boğazından hıçkırık sesi yükseldi. İşte içine akıttığı yaşlar taşmış, şelale gibi akmak istiyordu artık. Yamaç’ın boynuna sarılıp dakikalarca ağladı. Bildiği hayatının en güzel dönemiydi burası ve kaybetmekten korkuyordu.
Gökmen daha fazla dayanamayıp odadan dışarı çıktı. Öykü ağladıkça onun içi parçalandı. Sakinleşmek için Yamaç’ı tercih etmişti. O da çekilmeyi tercih etti. Yamaç ona ağabey olmuştu ve Öykü bunu kabul etmişti fakat kendisi neydi? Yamaç bile bir anlık duraksama yaşayarak arkadaş sıfatını uydurmuştu. Ağabey olmayacağı kesindi de arkadaş olabilir miydi? Ona karşı hisleri kendi tanımları ile nezle gibiydi, gribe dönüşmesi an meselesi gibi duruyordu. Gökmen bunun farkındaydı ve bu farkındalık zorluyordu. Adım atamazdı. Cevaplanması gereken onlarca soru varken bir de kızı duygularıyla mı oynayacaktı?
Üç kişi sessizce terasta otururken bir süre sonra Yamaç yanlarına geldi. Sandalyeyi çekip oturdu, yüzünü ovuşturdu. Onunda bu durumdan etkilendiği açıkça belliydi.
“Öykü nerede?”
“Çok ağladı, yorgun düştü, uyudu”
“Gitmeyecek dimi oğlum?”
“Yok, gitmeyecek babaanne. Sizi çok seviyor, bırakmak istemiyor zaten. Bu arada Yeşildere Devlet hastanesiymiş”
Rauf Bey ismi bir kenara not aldı. Öykü’nün resmi içinde fotoğrafçıdan vesikalık çektirmelerini istedi. İki kuzen başıyla onayladı. Gökmen, Yamaç’a bakıp “Biraz yürüyelim mi?” dediğinde Yamaç hemen kabul etti. Onunda nefes almaya ihtiyacı vardı. İzin isteyerek kalktılar.
Biraz yürüdükten sonra Gökmen’in gösterdiği bahçe duvarının üzerine oturdular. Önce sessizliğin sesini dinlediler. İkisi de taşın içinden çıkan arsız otlardan bir tutam kopartıp oynamaya başladı.
“Başta ağlamamak için ne kadar çok direndi”
“Öyle… İstenmediğini düşünmesi aslında çok da garipsenecek bir durum değil. Yaşadıklarını düşününce…”
“Bence aile sevgisinin ne olduğunu çok iyi biliyor”
“Bu nedenle kopmak istemiyor. Belki de bağları kuvvetli bir ailede büyüdü ve tekrar aynı hisleri duyunca bırakmak istemedi”
“Evet… Seni abisi gibi görmesi de bundandır belki”
Yamaç hafifçe sırıttı. “Bana sarılınca çok bozuldun dimi?”
“Bozulmadım, dışarıda bırakılmak istemiyorum sadece”
“Gökmen…”
“Söyleme, biliyorum. Ben zatürreeye doğru gidiyorum”
Yamaç gülerek “Oğlum aşk tanımın bile bir acayip, sen nasıl adamsın ya?”
“Hadi kalk eve gidelim. Senin dalga geçmelerini dinlemek istemiyorum. Önce kendine bak, bay mantık evliliği”
Yamaç kolunu kuzenini omzuna atıp eve doğru yürümeye başladılar. Tutturduğu türkü ile yavaş adımlarla evlerine ulaştılar.
**
Rauf, kızın fotoğrafını ve hastanenin ismini arkadaşına ilettikten sonra gelişmeler için beklemeye başladı. Bu işin çözümü ne kadar sürer kimse bilmiyordu ama bilinen bir gerçek vardı ki kolay olmayacaktı. Öykü’yü mümkün olduğu kadar sürecin dışında tutmaya çalışacaktı. Akşam yaşananların bir tekrarının daha görmek istemiyordu. Kendisi ile birlikte evin diğer fertleri de çok üzülmüştü. Neyse ki Yamaç kurtarabilmişti onu yanlış düşüncelerinden.
Gökmen ertesi gün mesaiye gidecekti fakat aklı da burada kalacaktı. Dedesinin yanına oturdu.
“Dede… İstersen ben akşamları gelip Öykü ile ilgilenirim. Yani dışarı falan çıkartırım”
“Oğlum, eğitimlerin var, nöbetlerin oluyor, nasıl yetişeceksin?”
“Elimden geleni yaparım”
“Tamam, oğlum ama helak etme kendini. Biz kızımla idare ediyoruz”
Gökmen tebessüm etti. Dedesi ne güzel kızım diyordu. Yine kendi sıfatsızlığına sövdü.
“Arada sizde gelin, şehirde gezeriz”
“Hayırdır Gökmen… Pek bir gezme meraklısı çıktın”
“Tamam dede gezmeyiz. Kukumav kuşu gibi evde otururuz. Olur mu?”
Gökmen gürleyip kalktı yerinden. Rauf arkasından şaşkınlıkla baktı. Neyi vardı bu çocuğun? Gökmen sinirle odaya girip yatağına oturduğunda Yamaç ayaklarını uzatmış kitap okuyordu. Yan gözle bakıp tekrar kaldığı satırlara döndü fakat ilgisi dağılmıştı bir defa. Gökmen sakin gibi görünse de aslında fırtınadan farksız olduğunu anlayabiliyordu.
“Gök?”
“Ya ben kötü biri miyim? Ya da güven duyulmayan biri mi?”
“Kim ne dedi yine?”
“Bu defa dedem… Öykü’yü gezdireyim dedim, gezme meraklısı oldun dedi”
“Bence sen fazla alıngan oldun. Öykü’ye olan duygularının anlaşılacağından korkuyorsun ve aşırı tepki veriyorsun”
“Ben sadece onu beğeniyorum ve yardımcı olmaya çalışıyorum”
İnandırıcı olmak için kelimeler tane tane ağzından çıktı fakat karşısındaki kişi buna inanacak son insandı. Yamaç başını yana eğip kaldırdı. Konuyu uzatsa sonuca ulaşamayacaktı. Gökmen’in beğeni dediği aslında daha fazlasıydı. Kendi de biliyordu, itiraf edip çıkmaza girmek istemiyordu.
Oda dar gelince tekrar dışarı çıktı. Ev karanlık ve sessizdi. Kimseyi rahatsız etmemek için terasa çıktı. Salıncağa oturup küçük salınımlarla gökyüzünü seyretti. Milyonlarca yıldız göz kırpıyordu.
Öykü gözlerini açtı. Hala gözlerinin içi yanıyordu. Sanki bir sürü iğne batıyordu. Banyoya gidip yüzünü yıkadı. Biraz rahatlamıştı. Salona geldiğinde saat kaç bilmiyordu ama sessizlikten ve derin karanlıktan geç olduğunu anladı. Kendi evleri gibi diğer evlerinde ışıkları sönmüş, sokak köpeklerinin arada havlamaları dışında çıt çıkmıyordu. Terasın cam kapısına yaklaşınca salıncakta oturan Gökmen’i gördü. Kollarını göğsünün altında bağlamış, uzattığı uzun bacakları ile sallanıyordu. Kapıyı yana kaydırınca dikkatli adam hemen ona doğru bedenini çevirdi.
“Rahatsız olma”
“Ne oldu? Uykun mu kaçtı?”
“Evet. Sanırım seninde”
“Sallanarak uyumayı denedim ama olmadı”
Öykü gülümseyip yanına oturdu. Ayaklarını toplayıp dizlerine sarıldı. Gökmen bu defa ikisini sallamaya başladı.
“Yamaç bana sizi yanlış anladığımı söyledi ama yanış anlamakta haksız mıyım?”
“Kendi açından haklı olabilirsin fakat önce ne yapmak istediğimizi anlamaya çalışsaydın bu kadar yıpranmazdık”
“Sonuç olarak yine ben haksızım”
“Bu konuda haklı ya da haksız taraf yok Öykü. Hatta taraf bile yok. Hepimiz aynı gemideyiz ve bir amaca doğru yol alıyoruz”
Öykü biraz yanaşıp başını omzuna yasladı.
“Bana bu yolu anlatsana”
Gökmen yanağını kızın başına yaslayıp anlatmaya başladı.
“Uzun bir yol… Durgun sularda ilerlerken çalkantı başlıyor. Bulut kümeleri birleşip kısa bir fırtına çıkartıyor. Tıpkı bugün senin yaşadığın gibi… Güneş yüzünü gösterince dinginleşiyor her şey. Sonra geminin yanında yüzen yunuslar var. Yola eşlik ediyorlar. Çıkardıkları kahkaha benzeri seslerle yol gösterip koruyucu görevi üstleniyorlar. Bazen büyük fırtına kopuyor, dev dalgalar güverteyi döver gibi geçiyor. Geminin çatırdadığını bile duyabiliyorsun o zamanlar. Kaptanın doğru yönetimi ile çıkıyoruz o fırtınadan. Dört elle sarılıp aldığımız hasarları tamir ediyoruz. Her fırtına sonrası olduğu gibi güneşin ısıtan ışıkları ile gevşiyoruz. Dedim ya yol uzun, arada çıkan fırtınalara sarılarak karşı gelmeyi öğreniyoruz. Eskisi gibi zor gelmiyor, yıpratmıyor, güverteyi döven dalgalar minik sıyırıklar gibi geçiyor. Limana vardığımızda arkamıza dönüp bakıyoruz. Bu yolculukta yaşadıklarımız bize ne öğretti diye. Dayanışmayı, birlik olmayı ve en önemlisi sevginin gücünü öğreniyoruz. Tanımadığımız limana el ele, sevginin verdiği güç ile çıkıyoruz”
Öykü başını kaldırıp hayranlıkla yüzüne baktı. Gökmen pembe masal anlatmamıştı. Olabilecekleri anlatıp hazırlamaya çalışmıştı ve Öykü bu çıktıkları uzun yolun ne getireceğini şimdi az çok biliyordu.
“Bana doğruları anlattığın için teşekkür ederim”
Kızın başını sıkıca göğsüne bastırıp saçlarını öptü. Büyük eli, bebek yumuşaklığındaki yanağında gezerken “Dışarısı soğuk, hadi yatalım” dedi.
Gökmen’in ardından odasına giren Öykü kapıyı kapatıp sırtını yasladı. Ön sokaktaki ablalarından biri zamanında ona ‘Seni sıkıca sarıp saçlarını öpen bir adam bulursan bırakma’ demişti. Öykü merakla ‘Neden?’ diye sormuştu.
‘Öyle adamlar sağlam olur. Başını göğsüne yaslar, yerin burası der. Saçlarını öper, tek bir teline zarar vermelerine izin vermem der’
Öykü, kendini sıkıca saran bu kolların hapsinde özgürlüğü bulacağına inanıyordu. Uykusu olmamasına rağmen yattı. Önce Yamaç ona yardım etmişti sonra da Gökmen içine huzur doldurmuştu. Gökmen’in yüzü gözünün önüne gelince gülümsemeye başladı. Kuzeni ile atışırken ki yaramaz halleri çok sevimliydi. Kızgın olduğunda o kahverengi gözler adeta ateş ediyordu. Gerilen yüz hatları erkeksi ve çekiciydi. Öykü elini ağzına götürüp kıkırdamaya başladı. Ne oluyordu böyle? Bu adam etrafını sarmalamıştı.