Mustafa Kemal Karalı – İlahi Bakış Açısı
Mustafa Kemal Karalı, karla kaplı sokağın ortasında tek başına duruyordu. Gece karanlığına karışan nefesi, içindeki derin soğukluğu yansıtıyordu. Onun için bu sokak, geçmişin hayaletleri ve geleceğin karanlık korkuları arasında bir sınır çizgisi gibiydi. Kabul etmek istemese de mecburen artık mafya varisi olmuştu. Kaçınılmaz son, yakalamıştı ensesinden onu.
İnsanoğlunun canının onun için hiçbir kıymeti yoktu. Hata yapan, affedilmez. Başkasının canını yakanın, canı yanardı.
Bir zamanlar merhamet kelimesinin anlamını bilen bu adam, şimdi acımasız bir hükümranlık sürüyordu. Hayatın ona sunduğu hiçbir şeye değer vermiyor, hata yapanları affetmiyordu. İhanetin bedeli sadece bir kurşunla ödenirdi ve bu gece de bu kuralın uygulanacağı bir geceydi.
O, aslında çocukluğundan beri sert bir adamdı, ama sevdiği kadının kayboluşu ve oğlunun yalnızlığı, kalbini daha da katılaştırmıştı. Onu en çok yaralayan şey, sevdiği kadının iz bırakmadan kayboluşuydu. Yıllar önce, ondan bir çocuk beklediğini öğrendiğinde sevinmişti.
Sevdiği kadının hamile olduğunu öğrenmişti yaklaşık 6 ya da 7 yıl önce. Artık tarihleri pek önemsediği söylenemezdi. O zamanlar buna sevinmişti. Sonuçta sevdiği kadından çocuğu olacaktı ve en doğal hakkı olan şeyi istedi, onunla evlenmeyi.
Fakat ona, doğumdan sonra evlenebileceğini söyleyince bozuldu biraz Mustafa Kemal. Ancak itiraz da etmedim. Tarihlerin bir önemi yoktu, onun olmasının önemi vardı ama doğumdan hemen sonra kadının ortadan kaybolması, Mustafa Kemal’in içinde bir şüphe tohumunu yeşertmişti. O kadının bir ajan olup olmadığını bile sorguladı, çünkü sıradan bir insan mutlaka bir iz bırakırdı. Ancak, tüm araştırmalara rağmen ondan geriye hiçbir iz kalmamıştı. Şimdi ise o lanet olası kadının tekrar karşısına çıkmasını beklemiyor, ama çıkarsa da ona acımadan öldüreceğinden emindi.
İnsanlar ne kadar gaddar ve nankördü değil mi? Oysa ona gaddar derlerdi ama durum tam aksiydi ona göre.
Oğlu Doruk ise...
Doruk, Mustafa Kemal’in her şeyiydi. Oğlunu korumak için her şeyi yapabilecek bir babaydı. Ama Doruk, babasının aksine şiddeti dışa vuruyordu. Asla kendisinden ayrılmak istemiyor, babasını ne yazık ki haklı olarak hep yanında istiyordu.
Ona bakıcı bulmak neredeyse imkânsız hale gelmişti; bakıcılar birkaç saatten fazla dayanamayarak çekip gidiyorlardı. Bu durum, Mustafa Kemal’in sinirlerini giderek daha da bozuyordu.
Buna acilen bir çözüm yolu bulması gerekiyordu ama pek olanağı da olduğu söylenemezdi. Önce, başladığı işi bitirmeliydi
Mustafa Kemal Karalı, karla kaplı sokakta, soğuk gecenin ortasında tek başına duruyordu. Gözlerini kısarak etrafı taradı; bu sokak, onun hâkimiyetindeydi. Ayaklarının altındaki karlar her adımında çıtırdayarak sessizliği bozuyor, nefesi havada beyaz dumanlar gibi beliriyordu. Bu yalnız gecede, soğuk kadar keskin bir gerçek daha vardı: ihanetin bedeli.
Geçmişi hatırladığında, içindeki soğuk daha da derinleşti. “Ruhumu üşüten bir geçmiş, ruhumu tamamen donduracak bir gelecekle yer değiştirdi,” diye düşündü. Eskiden de merhametli olduğu söylenemezdi ama şimdi, insan hayatı gözünde hiç bu kadar değersiz olmamıştı. Hata yapan bedelini öderdi ve bu gece, biri bu kuralı öğrenecekti.
Sokağın başında bir gölge belirdi. İhanet eden adam, korkuyla titreyerek Mustafa Kemal’e doğru yaklaşıyordu. Kar taneleri sessizce üzerlerine düşerken, Mustafa Kemal’in içindeki öfke giderek soğuyor, sertleşiyordu. Gözlerini adama dikti; bu gece onun son gecesi olacaktı.
Adam yanına geldiğinde, yüzünde çaresizlik okunuyordu. Adının Emre olduğunu hatırladığı bu adam, aslında kaderini biliyordu ama bilmemezlikten geliyordu. “Abi, niye yalnızsın burada ve beni niye buraya çağırdın? Bir sorun mu var?” diye sordu, sesi titrek ve korkuyla doluydu. Dudakları kurumuş, nefesi soğukta beyaz dumanlar gibi çıkıyordu.
Mustafa Kemal, Emre’nin çaresizce yüzünü tarayan gözlerine bakarak sessizce, “Bu gece burada olmamızın tek bir sebebi var,” diye başladı. Sesi beklenmedik bir sakinlikle, kararlı ve acımasızdı. “Sana güvenmiştim. Ailemi, dostlarımı emanet etmiştim. Ama sen…” Sözleri buz gibi keskin ve ağırdı. “Bizi sattın.”
Emre’nin gözleri büyüdü, dudakları titredi. “Abi, yanlış anladın... Ben... Ben asla-” diyerek bir şeyler söylemeye çalıştı. Ancak Mustafa Kemal, elini kaldırarak onu susturdu. Parmakları karanlıkta bir siluet gibi görünüyordu. “Sana affedilecek bir şans tanımadım, Emre. Bunu kendi ellerinle seçtin.”
Mustafa Kemal, ceketinin içine yavaşça uzandı ve soğuk metal tabancasını hissetti. Silahı çıkardığında, Emre geri adım attı. Gözlerinde dehşet ve pişmanlık belirdi, ama artık çok geçti. “Abi, ne olur yapma. Ben... hata yaptım ama telafi edebilirim. Ne istersen yaparım,” diye yalvardı Emre.
Mustafa Kemal, silahı Emre’ye doğrulttu, soğukkanlılıkla nişan aldı. Kar taneleri sessizce üzerlerine düşerken, son kez Emre’ye baktı. “Keşke bir şansın olsaydı, Emre. Ama bu dünya böyle değil,” dedi.
Silahın tetiği çekildiğinde, gecenin sessizliği bozuldu. Emre’nin cansız bedeni karların üzerine düştü, kan karla karıştı. Mustafa Kemal, içindeki öfkenin soğuk ve derin bir boşluğa dönüştüğünü hissetti. Bu dünyada, onun kuralları geçerliydi ve o, bu kuralları uygulamaktan asla geri durmayacaktı.
Tam o sırada, sokağın başında yeni bir hareketlilik fark etti. Karların içinde zar zor fark edilen bir siluet vardı. Elinde hâlâ silahını tutarken dikkatini o tarafa çevirdi. Orada, titreyen, üşümüş bir kız duruyordu. Siyah saçları dağılmış, çıplak ayakları karların içinde donmuş gibiydi. Gözler… o kehribar rengi gözler, korkuyla ona bakıyordu. Gözlerindeki dehşet, Mustafa Kemal’in içini bir anlığına sarsıyor, ama elindeki silahın ağırlığı ona gerçekleri hatırlatıyordu. Bu dünyada merhamet gösterecek yer yoktu.
Mustafa Kemal, kızın bakışlarındaki çaresizliği gördü ve refleks olarak silahını ona doğrulttu. Tetiği çekmeye hazırdı ama kızın gözlerindeki korku, onu durdurdu. Birdenbire kızın bacakları onu taşıyamaz oldu ve yere yığıldı.
Mustafa Kemal, dikkatlice çevresine baktı; başka bir tehdit olup olmadığını kontrol etti. Ama yalnızdılar. Silahı cebine geri koydu ve kızın yanına eğildi. Yüzü ürkek ve masumdu. Üzerindeki ince giysiler, soğuktan neredeyse donmak üzereydi. Bu haliyle, düşman gibi görünmüyordu… Daha çok, yardıma muhtaç biri gibiydi.
Mustafa Kemal, kızın bedenini kollarına aldı. Hafifti, neredeyse hiç ağırlık taşımıyordu. Onu taşırken, içindeki bir yerlerde bu kızın hayatında bir şeyleri değiştireceğini hissetti. Belki de bu gece sadece bir kurban daha değil, bir karar vermesi gereken bir geceydi. Ama ne yapacaktı?
"Hay sikeyim, bir bu eksikti!" diye homurdandı ve içten içe kıza bilendi. Fakat onu burada bırakamazdı, polislere öterse sıkıntı çıkabilirdi ve bir de böyle bir sorunla uğraşacak ne vakti ne de sakinliği kalmıştı. Şu an hiçbir şeye tahammülü yoktu.
En iyisi uyanmasını beklemekti.
Karların üzerindeki ayak izleri, bu gecenin sonunu işaret ederken, bedenine başka bir iz daha ekleniyordu… bu ürkek, titreyen kızın kokusu. Onu kendine getirmeli ve sorguya çekmeliydi.
Soğuk karın ve gecenin sessizliği içinde, Mustafa Kemal Karalı, kendi kurallarını bir kez daha uygulamak üzere harekete geçti.