Siyaha çalan kan. Ruhu yavaşça çekilen beden. Feri sönen iki göz. Ellerimde kendi kanımdan birinin ölüsü. Öz dayımın cansız bedeni. Kulağımda yüzlerce inanan insanın inançlı sesi.
Biri içime boşluğun ta kendisini attı.
Hayır. Hayır. Biri değil ben attım. Kendi bedenimin değil, ama ruhumun intiharı idi bu. Şimdi bu koca şehir ve ben, yapayalnızdım.
Artık nasıl yapacağım bilmiyorum. Kendi başıma yürümeye alışık değildim ki bunu daha fanustan çıkarken belli ettim. Dayımın cansız bedenini arkamda bırakıp giderken düştüm. Nasıl toparlanacaktım? Ateş pisliğinden nasıl kurtulacaktım? Bu iş bittiğinde kendimden nasıl intikam alacaktım?
Geldiğim yolu geri dönüyordum. Lanet ayin umurumda bile değildi. Kurallar umurumda değildi. Oysa ki tarikata girmek için dayımı öldürmemiş miydim? Dayımın hayatının yanında kendi ruhuma da bunun için kıymamış mıydım?
Peki neden kaybetmiş hissediyordum? Neden artık önemi yokmuş gibi?
Akan her damla kanı, intikam için izlemişken, annemin ölü bedeninden umutla bunun için çıkarılmış iken neden soyutlaştı her şey?
Geldiğim kapının duvarına yaslandım. Kimseyi görmek, kimseye görünmek istemedim. Yok olmak bile yetersiz geldi. Acı çekmem gerekti. Bu düzene bir kez daha yenilmiştim. Bana her işkence yakışırdı.
Kayarak yere çöktüm. Bedenim benim değil gibiydi. Ya da ben bu bedene ait değildim. Peki akıl ruha mı aitti yoksa bedene mi aitti? Aklımı neden kaybettim?
Kavin sessizce yanıma yaklaşmış hatta benimle beraber yere çökmüştü.
"Baş başa yemek hala daha mı acımasızca?"
Anlamsızca sesin geldiği yere baktım. Kavin ise yere bakıyordu. Gerçekten bunun için mi oturmuştu buraya. Cevap vermemi zaten beklemiyormuş gibi sigarasını çıkardı.
"Sırada ne var?" konuştum. Fakat hissetmeden. Zaten biraz sonra sanki hiç konuşmamış, hatta sesim paslanacak kadar susmuşum gibiydim.
"Kutlama."
Bakışlarımı üzerinden çektim.
Tabi bir kutlama olacaktı. Tarikata girenler için. Tarikata girebilmek için kendine hayat veren birini öldürmüş olduğunu bile unutmak için. Sanki bu tarikat cennetmiş gibi. Sanki buraya girdiğin zaman her şey tamam, her şey mükemmel oluyormuş gibi.
Tıslamaya benzer gülme sesimi tutamadım. " O kadar yaşamazsam?"
Kavin birden yüzüme, gözlerime baktı.
"O kadar mı sevdin?"
Sevmek ne demekti ki? O adam bana hayat verdi. Beni büyüttü. Bana ailemin trafik kazasında öldüğü masalını değil, intikamı öğretti.
Annemle babamın büyük aşkını değil, karnında bebek varken vahşice öldürülen annemin karnını yarıp beni içinden çıkardığını anlattı.
İntikam senin kaderin değil. Sen intikamın kaderisin demişti. Ve şimdi o adamı ben öldürmüştüm. Beni yaşatan adamı öl... dür... müş... tüm.
Hala yüzüme bakan yeşil gözlerin altında bakışlarım ellerime kaydı. Ellerimde ki kana. Kanım. Dayımın kanı. Yani benim kanım. Annemin kanı.
"Asıl cezan şimdi başlıyor. Gülüp eğlenmek, en kötüsü yaşamak zorundasın. Ölmeye izin yok." Dedi Kavin.
İşte asıl cezam buydu. Ölmeye nefes kadar ihtiyacı olan bir insana verilecek en cani ceza. Benim elimden ölen dayım. Benim yüzümden babasız kalan kuzenim. Ve hayat bana tutunmaya çalışıyor. Omuzlarıma bir intikam yükü daha bindiğinde, hala yanında çocuk olduğum adam gittiğinde, eskiden de sağlam olmayan ruhum artık yoktu. Baba gibi sahiplenen, anne gibi bakan adama kıyan bu beden neden yok olmuyordu?
Hayatımda var olmak dışında yaptığım ikinci hatamı da katmıştım sepetime.
Kavin içtiği sigarayı bana uzattığında buna bile şaşıramayacak kadar kendimde değildim. Hiç tereddüt etmeden elime aldığım dalı uzun bir nefesle dudaklarımda tuttum. Ağzıma yayılan acı tat, ciğerime giren yangın, hiç bir şey umurumda değildi.
İçtiğim şeyin sadece basit bir sigara olmadığı belliydi. Kendimden geçtim, olduğum yerde iyice dağıldım. Dal, çok profesyonel sarılmış olmalıydı ki sigaradan farkı yoktu. Ya da ben farkı anlamayacak kadar kendimde değildim. İçimin parçalanmasına aldırmadan tüm sigarayı içtim. Bitmesini istemeden üstelik. Biten izmariti yere atıp başımı arkamdaki duvara yaslayarak bakışlarımı tavana diktim. Şimdi ne yapacaktım?
Boş boş bakınmam ne kadar sürdü bilmiyorum. Fakat içtiğim şeyin etkisi iyice kendini göstermeye başladı. Vücudum boşlukta yok olmaya, geri doğru çekilmeye devam ederken bir kol tarafından kaldırıldığım hatırladıklarım arasındaki son şeydi.
* * * * * *
Bu odayı biliyordum.
Evet, tekrar uyanmıştım. Arsızca yaşama tutunmaya devam ediyordum. Tekrar ve tekrar uyanabiliyordum. Bu da benim özel lanet gücüm olsa gerekti.
Gözlerimi açtıktan iki dakika sonra yatakta doğrulup parmaklarımı önüme düşen saçlarımdan geçirdim.
Sonra ise tenimde hissettiğim uyuşmayla yerini biliyormuş gibi bakışlarımı direk karşıya çevirdim.
Bu kez uyandığımda odada yalnız değildim. Yatağın karşısındaki deri koltukta oldukça sert bakışlarla beni süzen, büyük ihtimalle odanın sahibi olan Kavin vardı.
Daha fazla gözlerinin hipnozuna kapılmamak için bakışlarımı kaçırdım. Soft gri renk çarşafı üzerimden atıp ayaklarımı yataktan sarkıttım. Omuzlarımdaki yükler yüzünden yıllarca uyusam da dinç olamazdım. Uyuşukluk halim bundan dolayıydı.
Ayaklarımın yere değmesiyle parmaklarımda hissettiğim soğuk, kulaklarıma değen sesle bir oldu.
"Eşyalarını bu odaya aldım. Artık burada kalacaksın."
Bakışlarım yine Kavin'e döndü. "Çünkü?" Dedim benim olduğuna inanamadığım ses tonumla.
"Çünkü çok önemli bir bilgiye sahipsin."
Dayımın ölümüne sebep olan bilgiden bahsediyordu sanırım. Evet. Dayımın benim elimden olan ölümü...
Saplanan acıyla yüzümü buruşturup başımı yana doğru çevirdim. Başımı tekrar çevirip kendimden beklemediğim ve çok pişman olacağım bir hamle yaptım.
"Baksana kuzen. Neden ölmeme izin vermiyorsun? Kesin ve temiz çözüm. Ne kadar süre peşimde dolana bilirsin ki?"
Alev saçan gözlerim Kavin'in değişen yüz ifadesiyle birleşince yaptığım saçmalığın farkına vardım. O an elimi dudaklarıma götürdüm. Fakat artık gerçek anlamda çok geçti. Yaptığım aptallığı toplamam bile mümkün değildi. Delirdiğimi düşünür müydü?
"Kimsin sen?"
Sert hareketlerle yanıma kadar gelip tek hamlede beni yatağından kaldırdı. Evet, tek eliyle boğazıma yapışıp sırtımı duvara çarpacak kadar güçlüydü.
"Tekrar sormam. Kimsin?" Sesi artık bundan sonra ses değildi. Hani şeytan seninle konuşuyor deseler 'eyvallah' derdim.
"Öldürmek zorunda olduğun biri. Şuanda bunu yapıyorsun. Durma, devam et. Öldür beni."
Gerçekten isteyerek söylediğim sözler onda aynı etkiyi bırakmadı. Gittikçe sıkılaşması gereken parmakları yavaşça çözülmeye başladı. Belli bir sıkılıkta kalınca yüzümün geriye doğru kalkmış haliyle anca baş hizasına gelen yüzüne yakınlaştırdı.
"Ölmek senin için hep istediğin, ağzının suyunu aktığın ama asla ulaşamayacağın son yemeğin son lokması olacak. O yüzden bayılmadan önce hemen dökül. Yoksa işkencelerim oldukça meşhurdur."
Bakışlarındaki psikopatlık artık hissetmem sandığım duygularımı ortaya çıkardı. Gözlerimi kaçırmadan direnmeye çalışırken bir yandan da Arat'ı aklıma getirdim. Neden delirip gitmiyordum ki!
"Tamam! Tamam. Her şeyi anlatacağım."
Birden kabul etmemden şüphelense de bir süre bakmaya devam etti. Kaybedeceği bir şey yoktu. Başını sallayıp beni yere bıraktı.
Öksürerek boğazımı tutarken bir yandan da beni kaldırdığı yatağa oturdum. Fakat Kavin oturduğum yeri beğenmedi. Birden bileğimden tuttu ve pek nazik olmayan ani bir hareketle koltuğa oturmamı sağladı.
Kendisi de tam karşıma sorgu memuru misali dikildi. Ne diyeceğimi düşünemezken bir de yalan söylemem lazımdı.
"Ahit benim dayım. Sevgili değiliz yani. Senin de baban olduğuna göre kuzen oluyoruz ha?"
Evet bu kadarı yeterdi değil mi?
Gözleri ile davranış bilimi kasıyordu baya. Mikro ifade eğitimi olmamasını diledim her ihtimale karşı."Peki sevgiliyiz dediniz çünkü?" Dedi anlamaya çalışır halde.
Evet en zor kısım burasıydı.
"Çünkü buradan çok da tatlı bir şekilde ayrılmadı, duymuşsundur. Yeğenim deseydi beni tehlikeye atacağını düşünüyordu."
Sesim sonlara doğru kısılmıştı. Beni tehlikeye atmamak için kendi canını feda etti.
"Yani buraya seni bir amaç için soktu. Kendi öz yeğenini."
Ne demek istediğini tam olarak anlamamıştım.
"Ne demek istiyorsun?"
Ellerini ceplerine soktu. Yavaşça yanıma yaklaştı. Zaten uzun boyu yüzünden göremediğim yüzü, ben oturduğum için eğilmese hiç görünmüyordu. Üzerime doğru iyice eğildiğinde ise koltuğa yaslanmak zorunda kaldım.
"Yani diyorum ki, Tolga kendi öz yeğenini böyle bir iş için riske sokmaz. Kimse sokmaz." Neyi ima ettiğini anlamamakla beraber kaşlarımı çattım.
"Ne demek istiyorsun açıkça söyle." Doğrulup eski konumuna gitti.
"Bence gayet açıktım." Dedi. Bu saçmalıkları dinlediğime inanamıyordum. Ayağa kalkıp kapıya doğru yöneldim.
"Hiçbir yere gidemezsin. Artık bu tarikatın bir malısın. Yani Ateş'in. Yani, benim."
İşte haklı olduğu bir konu varsa oda buydu az önce bahsettiği saçmalık değil. Uslu uslu Kavin'e döndüm.
"Bırak gideyim. Ateş her şeyi bildiğimi öğrendiğinde beni öldürecek. Sırrın bende benim sırrımın sende olduğu kadar güvende." Dedim.
Kalktığım koltuğa oturup bacaklarını öne uzattı, bir bileğini diğerinin üzerine attı.
"Ateş hiçbir şeyi öğrenmeyecek. Sende sırrımla beraber yanımdan ayrılmayacaksın. Senin değersiz sırrının aksine benim ki çok kıymetli."
Delirmek üzereydim. Öldürüp atmıyor, Ateş'e de söylemiyor.
"Ortak olmak istiyorsan açıkça söyle çekinme." Dedim yapmacık bir ifadeyle sırıtarak. Karşımdaki tarikat veliahtı değil de dostummuş gibi bir havaya büründüm birden. Tabi fazla sürmedi bu durum. Çünkü Kavin beni şaşırtmayı bırakmıyordu.
"Evet." Dedi. her gün bunu yaparmış gibi.
Şok olmuş halde bakakaldım.
"Ne demek evet? Ortak mı olacağız. Ne için?" Baş düşmanlarımdan biriyle ortak olmak demek...
Başını aşağı yukarı salladı.
"Sen istediğini alacaksın. Ben istediğimi. Sonra da sen buradan gideceksin."
Evet tam olarak bunu istiyordum. Fakat kaçırılmaması gereken noktalar vardı. Birincisi benim ne istediğimi biliyor muydu? İkincisi o ne istiyordu?
"Diyelim ki kabul ettim. Sana nasıl güvenirim? Hem istediğin şeyin ne olduğunu öğrenmem gerek."
Yavaşça koltuktan kalktı. Koltuğun ucundaki ceketini üzerine geçirdi. Ardından yanıma geldi. Tam yanımda durup kulağıma doğru eğildi.
"Ne kadar da aceleci bir kız." Diye fısıldadı. Tüm tüylerim hazır ola geçti.
Sesiyle içimi sallarken doğrularak da devam etti.
"Şimdi üyeliğini tamamlama zamanı. Giyin aşağıya in ve beni bul."
Bana neler oluyordu böyle? Dayımı kendi istedi diye ellerimle öldürdüm. Şimdi de Kavin ile ortak oluyordum. Arat. Tanrım Arat'a ne olmuştu? Öğrenmiş miydi? Benden nefret ediyor muydu? Peki Kavin'in söyledikleri. Amacı ne olabilirdi ki benimle ortak olacak kadar istiyordu bu işi.
Sorularımın ardı arkası yoktu. Artık cevaplar alabileceğim bir dayım, babam, annem, dostum da yoktu.
Ciddi anlamda buraya taşımıştı tüm eşyalarımı. Sanki onu ele vermek istesem şuan bile yapamazmışım gibi. Hoş ele verip ne yapacaktım sanki. Denesem kaç kişi damgalı alnıma ve bana inanırdı. Kendi kendime gözlerimi devirdim.
Getirilen eşyalarımın içinden siyah bir kot ve bluz aldım. Aslında kabul törenine kabul olan olarak giderken özenmem gerekebilirdi. Fakat dayımı öldürüp girdiğim tarikat için kutlama yapacak değildim.
Aşağı indiğimde etrafta kimse yoktu. Saat on ikiye yaklaşıyordu. Büyük salona doğru dönüp kalabalığa karışmayı, locada ise Kavin'e görünmeyi planlamıştım ki doğru karar verdiğimi kapıdan girer girmez anladım.
Bu kadar kalabalık olduğumuzu bile bilmeden benim gibi alnı dağlanmış insanların olduğu yere ilerledim. Yaklaşık yirmi kişi kadardık. Hiç biriyle denk gelmemiştim. Ya da fark etmemiştim. Hepsi loca merdivenlerinin ortasına kurulan sahnenin üzerindeki sandalyelerde oturuyordu. İlk sandalyenin boş olan tek sandalye olduğunu görünce oraya doğru ilerledim. Sanki herkes gelmemi bekliyormuş gibiydi. Bu biraz daha gerilmeme sebep oldu. Stresten sayarak çıktığım tam on iki merdivenden sonra boş olan sandalyeye oturdum.
Etrafa göz atmak aklıma geldiğinde en fark edilir gurubun suikastçılar olduğunu gördüm. Ya da algıda seçiciyim. Şuan hiçbir şeyden emin değilim.
İnsanları izlemeye devam ederken Ateş'in sahnede önümüze geçmesiyle dikkatim ona yöneldi. Yanaklarımın ve gözlerimin alev aldığına eminim. Kin, nefret, intikam... Tüm duygular içimden geçerken ben sadece sandalyenin kalçamdan kalan kenarlarını sıkabiliyordum. Şuan değil. Burada değil. Fakat fazla kalmadığını da biliyorum.