4. BÖLÜM

3709 Words
Çağatay yazdığı dördüncü mesajın ardından da gelmeyen cevaptan sonra uyku moduna almaya niyetlendiği bilgisayarının uyarı sesini son anda duydu. Rahatsız etmemeye söz vermişti, aynı olgunluğu peri kızından göreceğinden şüphesi yoktu, çünkü görüntü vermesi bile elini ayağına dolaştırmıştı. Ondan uzak durması için görmezden gelme yöntemini kabullendiği sırada okuduğu mesaj daha bir ilginçti bu yüzden. Yok sayılmaya devam etmesi daha anlamlıydı. "Kleist bilen bir genç kız, hem de Türkiye'de." Affedilmesini sağlayan kelimeler sevdiği edebiyatçının kaleminden çıkmıştı. Beste, tek bir cümleyi aradan cımbızla çekip almış, hatta Çağatay'ın bilirkişiliğini sorgulamıştı. Şimdi sıra Çağatay'daydı. Kendi yazıp yazmadığını sorduğunda belki de beklediği cevap bu değildi.  Ç: Okur musun Kleist? B: Ne zaman umutsuzluğa düşsem dönüp dönüp okurum. Ç: Ne zaman aşırı mutlu olsam diyecektin galiba, adam yürüyen depresyon. Ç: Gerçi bir an düşününce seni anladım sanırım. Adamı okuyunca, aman be, ne üzüleceğim, koyarım hüznün götüne diyebiliyorsun. Beste, beyninin içinde kendisiyle aynı düşünceleri barındıran karşı cinse pek alışkın değildi. Günün erken saatlerinde ona beyin kapasitesini bir fotoğraf göndermek suretiyle ispat eden erkeklerde beyin olduğunu ise hiç sanmazdı. Önceki mesajlara göz attı kısaca. De, da'lar olması gereken yerlerdeydi. Bu sevişkenin mesajını en baştan kestirip atmaması bu yüzdendi demek ki. Kızgınlığını yazım yanlışı yaparak, eksik harf yazarak Türkçe'den çıkarmamıştı. Beste böyleleriyle gelişirdi. İnsanın de, da ayıran erkeklerle üç noktadan bahsedesi gelirdi. B: Benim seçeceğim kelimeler bunlar olmazdı galiba; ama ana fikir benzer. =) Çağatay küfür sevmediğini bu cümlesiyle açık eden, yeni tanıştığı güzellik için karakterini tek gecede değiştirecek değildi. O, buydu. Değişmeyecek bir şey daha varsa eğer, Beste denen kızın edebiyattan anladığıydı. Müzikten de anlıyor muydu acaba? Görüntü fotoğrafını sol anahtarı seçmesi ve gerçek adı olmasa bile kendisini Beste diye tanıtması içinde bir şeyleri hareketlendirdi. Hakkında daha çok öğrenmek isterdi, ancak görüntü vermemek gibi derdi varsa temkinli yaklaşmalı, ürkütmemeliydi. onu gördüğü beş saniyede on beş yaşında olmadığıyla birlikte on sekizden de çok uzak olmadığını söyleyebilirdi. Güzelliğinden özellikle bahsetmeyecekti. Hiç şansı kalmazdı. Ç: Aynı kapıya çıkıyorsa kelimelerin ne önemi var? Söylediklerime alınıp alınmayacak mı diye kafa yormak yerine konuşmadan anlaşabileceğim ilk insanla evlenirdim galiba. Beste bu cümleyi ani kalp çarpıntısıyla okudu. Birinin ona oyunu falan mıydı bu adam? Hazan'dan başka samimi arkadaşı yoktu. Sanal dünya dışında iletişime geçtiği kişiler ailesi ve okula arkadaşlarıydı. Bu akşam yaptığı ölümcül hatayı tam telafi ettim derken aklına bu pisliği yapacak hiç kimse gelmiyordu. Çağatay'dan başka hiç kimse ona görüntülü sohbet isteği atmamıştı, devam edecek sohbet internet ortamında olacaktı ve kuralları en baştan konuşurdu. Zaten fikir alış verişi yaptığı, araştırma konusu çıkaran kişiler de Beste gibi asosyal tiplerdi. Teklif bile edilmemişti birbirleriyle yüz yüze muhtemel bir görüşme. Kişisel ayrıntılarını son derece gizli tutmakta oldukça başarılıydı son birkaç saat öncesine kadar. Ç: Cinsiyet belirtmedim fark ettiysen; ama rica ederim ibne konusuna girmeyelim. O konu benim için hassas. Beste bir yere girip çıkacak durumda değildi. Aklını meşgul eden konu bu 17'liğin birileri tarafından tutulup onunla alay etmesi için ilgi alanlarına ilgi duyuyormuş gibi davranıp davranmadığıydı. Hesabını değiştirmek zorunda kalacağı bir sapığa ihtiyacı yoktu. İlk tesellisi onu gördüğü halde, şimdiye dek ona yavşamayan Çağatay'dı. Onu görenlerin dış güzelliğine övgüler yağdırmadığı bir dünyada yaşamadığı için bu bile ona iyi gelmişti. Bir de henüz edebiyat dalındaki araştırma arkadaşını henüz bulamamış olmasıydı. Kimleri sever, hangi ruh halinde kimi okur kapalı kutuydu sanal ortamda.  B: Kalbine göre birini bulursun umarım. Ben kaçıyorum. Biraz uyusam fena olmaz. Ç: İyi uykular. ZzzzZzzzZzzz. Yarın da burada olacak mısın? Tekrar konuşur muyuz? Müzikle ne bağın var? Ben de bir barda çalıyorum, bir gün dinlemek ister misin? Nerelisin? Gençsin; ama tam olarak yaşın kaç? Okuyor musun? Aklında ilk saniyede beliren onlarca sorudan birkaç soruydu sadece. Sıkmamak için onun bitirdiği yerde devam etmeyi kendine yakıştırmazdı normalde, ancak karşısında gördüğü gözleri ona oyun oynamamışsa eğer anormal derecede güzel bir varlıktı. Söz verdiği gibi işi rahatsızlık boyutuna getirmeden yavaş yavaş sızacaktı dünyasına, kendi sistemine davet ettiği beyaz toz gibi... Hoş geldin demişti neticede. Hoş bulmuştu. Beste, anne babası evde olmadıkları için odasına defalarca gelinmediği, yatması telkin edilmediği bir geceyi daha sabahın erken saatlerine bağlamayı başarmıştı. İyi ki programları yoğundu. Şurada bir haftası kalmıştı üniversite öğrencisi olmaya. İzmir'e gittiğinde, istese bile bu sabahlamalar olsa olsa ders çalışmak için olurdu. Okumayı ders çalışmak için bile olsa sevmesi şansıydı elbette; ama ilgili alanlarına ayırdığı vakitte kısıtlamaya gitmek zorunda kalacaktı. Yastığa başını koyduğunda gecenin başlangıcını düşünmemeye çalıştı. Çağatay'ın iddiasına göre yanlışlıkla ona gönderdiği, üreme sistemine mensup organ sonrası bir kez uyumayı denemiş, başarısız olmuştu. Şimdi o pipinin sahibini, r.i.p Kliest yüzünden dünyasına aldığına pişman olmamayı dilerken buldu kendini. Nedensiz güvenen biri olmamıştı hiç. Boş hayallere kapılmamayı küçük bir kızken öğrenmişti, fakat bu sonsuz ruh hastasının ona verdiği tarifsiz güvene karşı hazırlıklı olmalıydı. Kalkanlarını doğru yere konumlandırmazsa sonunda yaşayacağı hayal kırıklığına hiçbir araştırma, makale, edebiyatçı alıştıramazdı onu. Düşüncelerle uykuya daldı. Çağatay'ın uyuması aldığı ılık duş sonrası daha kolay olmuştu. Duşta düşündüğü peri kızını yatağa taşıyamamıştı. Bardan eve geçtiğinde zaten yorgundu, evvelsi sabah geç biten dövmeden dolayı geç yatmıştı, bir de aklanma gayretiyle harcadığı vakit iyice güçten düşürmüştü onu. Akşama doğru uyandı. Deliksiz uyumuştu. Saate bakmak için telefonunu eline aldığında babası bu kez onu es geçmiş olacak ki akşamın beşini gösteriyordu. Bir de Harun'dan gelen cevapsız aramalar vardı. Kendi rekorunu kırmış, tam iki kez aramıştı onu. Açılan telefonla kahkahayı bastı. "Kanka resmen mesai harcamışsın benim için. Hatırlat da bahşiş bırakayım geldiğimde. İki kez nasıl arayabildin beni lan?" "Çok zorlandım kanka, böyle ellerim falan titredi." "O titremeler malı fazla kaçırdığından olmasın, benimkini hiç ettiğini söyle de sikeyim belanı." "Senin paket sağlam da, SessizzÇığlık'ı ara yerde götürmüş olabilirim. Sana yaramaz artık." "Siktir et onu, ben kendi SessizÇığlık'ımı buldum." "Ben de onun için aramıştım. Teşekkür edip kapattın telefonu gece, sorun halloldu mu?" "Meğer hiç sorun değilmiş, dünyasına aldı beni." Harun şiir gibi konuşan Çağatay'ın çoğu zaman ne demek istediğine kafa yoramıyordu. Çıkmaya mı başlamışlardı yani? Hayır, başlamamışlardı. Boşluğuna denk getirdiği anda görüntü almayı başarmıştı acar muhabir gibi, bunu anladı konuşmanın bir yerinde. Kankasının edebi değer taşıyan süslü sözlerini çoğu vakit anlamaya uğraşmak yerine anladığıyla yola devam ederdi, yanlış anladığıyla... "Çıkmıyorsunuz, yazışıyorsunuz yani? Çakışmadığın kadınla senin ne işin olur? Yaş kaç lan sizin?" "Gördüğüm kadarıyla yirmiden fazla değildir." "On beşten fazladır kesin, değil mi?" "Fazladır; ama çok fazla değildir. Ay parçası gibiydi. Beş saniyede sarı saçlarının çevrelediği bembeyaz, uzun yüzü, ince gerdanından yukarı doğru, demircinin şekil vermek için harladığı çelik gibi kızardı. Bir tek gözleri kendi renginde kaldı. Cam bilyeler gibi hareli gözleri, yeşilin en güzel tonundaydı ve bedeninden yansıyan alevleri içlerinde gördüğüme yemin edebilirim." "Yalan yere yemin etme, çarpılacaksın lan. Ne anlatıyorsun Edebiyat öğretmenim Hamiyet Hanım gibi, ben de durmuş dinliyorum? Peri kızı deyip duruyorsun da; saf, temiz bir bakire olsa koca şeyini görüp nasıl konuşmaya devam etsin seninle? Güzel olabilir; ama herkese peri kızı denmez." Çağatay bu düşüncede takıldı bir süre. Gördüğü şey kesinlikle saftı. Yapmaya niyetlendiği şeyi yapmak istediği kişi o değildi ve Beste haddini bir güzel ödünü bokuna karıştırarak bildirmişti. Tahmin ettiği gibi yirmilerinin başlarındaysa eğer, yaşına ve Çağatay'ın ayıbına rağmen nabza göre şerbet vermişti. Üstelik ondan özür dilemesini bilmişti, bu yüzden kabul görmüş olamaz mıydı? Hem saflık, temizlik anlayışı bekaret değildi ki Çağatay'ın.  "Amına koyayım Harun, konuyu nereye getirdin ya? Dünyasına girdim dedim, kafamı bacak arasına soktum demedim. Bildiğin dünyalarına sıçayım senin. Kliest kim desem yeni çıkmış rapçi sanırsın." "O ne be? İnsan mı? Kim diye sordun gerçi, bir birey mi?" "Kapat Harun, sıçtın muhabbetin içine. Ben iyiyim, sorun yok. Gece görüşürüz." "Dur kapatma, bu gece Cenk ve Tolga'nın işi çıkmış, gelmeyeceklermiş. Canlı performans yok." "Yuh! İkisinin birden mi? Bu sefer hangisinin manitasının bir arkadaşının bilmem nerede doğum günü varmış?" "Tolga'nınkinin galiba, tam anlamadım. Beni ziyarete gelirsin kanka üzülme, malı da alırsın." Konuşmayı bitirdiklerinde iptal olan program canını sıktı. Normal müşteri gibi gidip içebilirdi, ancak bu geceyi babasıyla geçirmesinin iyi olabileceğini düşündü. Odasından çıktığında evin diğer bölümlerinde fazla vakit harcamadığı, babasının evi olsa da yabancı hissetmekten kendini bir türlü alıkoyamadığı tokat gibi çarptı yüzüne. Derli toplu olan salon büyük ihtimalle bir kadın tarafından temizleniyordu ve büyük kitaplığın başına gittiğinde kitapların üstünde bile tek bir toz göremedi. Anahtarla girdiğinden büyük ihtimalle Çağatay uyuduğu için hiç karşılaşmamıştı onunla. Sabaha karşı gelip otel gibi kullandığı odası evin kalan odalarının yanında ahıra benziyordu. Mutfakta daima yemek için bir şeyler bulunurdu. Babası işte olmadığı zamanlarda ve onun bara gitmediğinde fark ettiği kadarıyla evde oluyordu. Herhangi bir kadınla gönül ilişkisi var izlenimi vermiyordu ona. Son bir yıldır bu böyleydi ve Çağatay bunu neden şimdi düşünüyordu bir fikri yoktu. Canlı müzik yapmasa bile ya barda ya kokainle uyuşuk ya ikisi birden olurdu da ondan. Birlikte olduğu kadınların evinde kalmazdı kesinlikle, eve mutlaka gelirdi. Babası henüz gelmemişken onun odasına da girdi. Tek bir fazlalık yoktu. Göze batan dağınıklık olmadığı gibi dolap ve çekmece dışında bırakılmış bozuk para bile yoktu etrafta. "Babam benim odama girdiğinde kalp krizi geçirmiyorsa iyi. Bir sıçmıyorum galiba odanın ortasına, yine babam sağ olsun." Ebeveyn banyolu tek odayı Çağatay geldiğinde ona teklif etmişti ve odadan çıkmadan işlerini halledebilme fikrini hevesle kabul etmişti, ikiletmemişti teklifi. Dolapları açtığında içlerinin düzenine karşı hazır ola geçip selam veresi geldi. Aşırı tertipten deprem olsa sallanmazlardı galiba. Gizli kapaklı iş çevirmekten nefret ettiği için çıktı odadan. Babasının onu bu şekilde görmesini istemedi. Mutfakta bir şeyler atıştırırken saat altıya doğru açılan kapının sesini duydu ve doğruldu yerinde. Sadece bir baksırla yemek yemesi dert olacakken bir de bacaklarını masaya uzattığını görmesine gerek yoktu babasının. "Beyimiz uyanmış ,nasılsın afiyettesin inşallah." "Olmaz mıyım hiç? Gel sen de katıl baba." "Beraber mi yiyeceğiz? Bu teklifi asla geri çeviremem." Aslında Çağatay kalkmak üzereydi; ama babasının anladığı haliyle devam edebilirdi. Sonuçta bu gece evdeydi. Babasının sakin hareketlerle kendisine yemek koyuşunu, mikrodalgada ısınan yemeği beklerken kalanları aynı dinginlikle buzdolabına yerleştirmesini izledi. Çağatay'ın gelişigüzel koyduğu tencereleri düzeltti. Abartıya kaçan hiçbir hareketi yoktu. Annesiyle şiddetli geçimsizlikten nasıl boşandıkları hala muammaydı ona göre. Ne şiddet vardı ne geçimsizlik. Belki... Babası sakinliği abartıyor olabilirdi. Bir de aşırı titizdi. Çok eleştirirdi. Kendi düzeninde olmayan her şey onun için yanlıştı ve Çağatay'a bir yıldır nasıl katlanıyordu ki bu adam? Oğlu olmasa katlanmazdı büyük ihtimalle. Elinde sandviçiyle babasının masaya oturmasını bekledi ve... "Temiz tişörtün mü kalmadı, niye çıplaksın?" Sorun buydu. Annesi ne kadar rahatsa babası o kadar kuralcı ve gergindi. Sinirli bir gerginlik değildi bu. Bir kere bile sesini yükseltmemişti ikisine de. Konsoloslukta bir güne bir gün o günün işini yarına bırakmadığını eve hiç getirmediği evraklardan öğrenmişti Çağatay. Zaten eve getirdiği tek şey konsolosluğun kendisiydi ve altında çalışanların iş ciddiyetini kendi eşi ve oğlundan da bekliyordu. Yazılı olmayan pek çok Hammurabi kuralı vardı. Yazılı olmamasının nedeni de bunların yapılmasının şart ve insanın içinden gelmesi gerektiğine inanmasıydı. Süreç güdümlenmeden işlenmeliydi. Örneğin; ödevin varsa yapardın, üşüdüysen giyinirdin, kakan gelirse sıçardın... Kendi yetiştirilme tarzından kaynaklı bu kesinlik evde değer görmemişti haliyle. Çağatay da boklarını içinde tutma taraftarı değildi, fakat kendi mutfağında üst bedeni çıplak halde oturmasına ket vuran bu anlayışı destekleyecek hali yoktu. "Hoş gelmiş büyük elçi Çetin Balaban. Uzun zamandır görüşmemiştik." "Ne demeye çalışıyorsun Çağatay?" "Baba, sence de kuralların için biraz büyümedim mi?" "Ağzımdan kural kelimesi çıkmadığına eminim." "Şuna ne dersin peki? Mutfakta tişörtsüz yemek yenmeyeceğini, bırak yemeği bu halde bulunulmasının bile akla aykırı olduğunu düşünüyorsun. Doğru mu?" "Doğru. Mutfakta tişört giymek zorundasın. Sorumluluğun bu senin." "Zorunluluk, sorumluluk... Motorumla bir yere giderken kırmızı ışıkta durmak zorundayım, değil mi? Ya da yerlere tükürmemeliyim, çöp atmamalıyım mesela ki, asla yapmıyorum. Bunlar insanların bir arada yaşamalarını kolaylaştıran, toplum düzenini sağlamak için otoriteler tarafında konulmuş kurallar işte baba. Senin dediğine göre de tişörtsüz yemek yiyemem, çünkü bu evin kuralı bu, yanlışsam düzelt." Babası esmer, yakışıklı oğluna baktı. Nasıl da annesine benziyordu. Kendisi kumraldı ve eski eşi hamile olduğunu söylediğinde tek dileği ona benzemesi olmuştu. Simsiyah gür kaşları, uzattığı siyah saçları, çenesinde sakallarından görünmeyen gamzesine kadar annesinin kopyasıydı. Dış görünüşünün aksine, kendi oğluna sorsa inkar ederdi gerçi, diğer özelliklerini ondan almıştı. Oğlunun annesi Behiye, Çağatay'ın üzerinde kurduğu fiziksel görünüm üstünlüğünü duygusal ve analitik zeka yönünden sağlayamamıştı. Bazı yoksunlukların pençesinde yaşam mücadelesi veren milyonlarca insan arasında kolay nefes alabilmek bile kusursuzluk sayılabilecekken Çağatay uzun boyu bosu, aklı, dik duruşu, azmi, özgüveni gibi doğuştan gelen genlerinin avantajına da sahipti. Bunun içindir ki, bu yönleri burnuna toz çekmek ve üniversite mezunu, üç dil bilen biri olarak barlarda sürtmekle heba oluyordu Çetin'e göre. "Yanlış değilsin, eksiksin. Toplum için geliştirilen kurallar önceden yoktu. İnsan nüfusu arttıkça, yapılan buluşların ve gelişen teknolojinin yararları kullanılmaya başlandıkça; o kırmızı ışıkta durmayanların bir cana kıyma riski peydah oldu. Yere tüküren birini gördüğünde miden bulanıyorsa eğer, milyarlarca insanın aynısını yaptığını düşünmeyi dene. Kendi balgamımızda boğulurduk herhalde. Boğulmazsak bakteriden türlü hastalık türerdi. Masaya tişörtsüz oturmamalısın, çünkü maşallah ayı yavrusu gibi kıllısın ve en başta senin yemeğine düşmesi ihtimalini göz ardı etmemen gerekir. Üstelik içtiğin kaynar kahvenin yeni yaptırdığın dövmenin direk karnına dökülme ihtimali var ki, bunu düşünemiyor olman beni kuralcı yapıyorsa varsın yapsın." Elindeki sandviçe baktı bir an Çağatay. Son yediği lokma ağzına geri gelecek gibi oldu. Kıl taraması yapması bu sözler üzerine babasına hak verdiğini gösterirdi; ama adama haksız diyemezdi. İyi ki, kapkara tüylerim, düşse görürdüm. Beste kesin göremezdi. Bembeyaz kız, nasıl görsün? Gerçi o tişörtsüz oturmuyordur yemeğe. Sessizliği, babasının laflarını yiyip oturmak olsa da aksi iddiası yoksa susmayı bilmek erdemdi ona göre. Babası bunu sık yapardı. Annesiyle onu yan yana kim görse tek başına yaptığını sanırdı. Babasından aldığı hiçbir şey yoktu dıştan bakıldığında. Çağatay görünene itibar edilmemesi gerektiğini çoktan öğrenmişti, açıklama zahmetine girmiyordu sadece. O babası gibiydi. Okuyarak, gezerek, yaşayarak öğrenmeye önem verir, yansıttığı tersi de olsa sorumluluklarını bilirdi. Dağınıklığını dışında azmi, hırsı, çalışkanlığıyla babasına çekmişti. Babası da aynını düşünür müydü acaba? "Bir daha dikkat ederim. Bir yere gidecek misin bu akşam?" "Hayır, kitap okumayı düşünüyorum." "Ben de evdeyim, satranç oynayalım mı?" Ondan bambaşka bir program beklerken oğlunun teklifine şaşırmaya başlarsa sabaha dek sürebilirdi. Geldiğinden beri baba oğul çok az vakit harcadıkları için gözleri doldu. Her zaman olgun bir çocuk olan Çağatay'ın annesiyle kalmasını da yaklaşık bir yıl önce yanına taşınmasını da eleştirmeden kabullenmişti. Kendisi için doğru kararı vereceğinden emindi, ancak Roma'daki rahatlığını İzmir'e aynen taşıdığında işler çığırından çıkabiliyordu. Kendine verdiği zararı geri dönülmez olmadan fark edip ona göre önlem alacağından şüphesi yoktu. Gözlerine dek çıkan mutlulukla kabul etti teklifini. Daha küçük bir çocukken öğretmişti ona satranç oynamayı. Bir yılın sonunda kendisini yenecek duruma gelmiş, seçilmesi zor turnuvalara katılmıştı. Tüm eğitim hayatı boyunca sıklığı azalsa da oynamayı bırakmamıştı. İtalyan açılışıyla başlaması ufak bir göndermeydi ona. Tuzaklarına düşmedi, bir saatten kısa sürede oyunu kazanan taraf Çağatay oldu. İlk öğrendiği andan beri ona ayrıcalık tanımasına izin vermeyen oğlu hakkıyla kazanmıştı. "Ben seni çok boşlamışım baba, bir buçuk saatten önce yenilmezdin." "Bu tekrarlayacağız mı demek?" "Neden olmasın, çevremde oynayabileceğim birileri yok. Ben Milano'ya gidene kadar haftada bir iki kez oynarız." "Ne zamandı biletin?" "Bir ay sonra işte, tam bir yıl dolunca. Anneme görüntülü konuşmak yetmiyor." "Haklı, özlemiştir. Nasıl annen?" "O adamla nasıl iyi olunabiliyorsa o kadar iyidir bence. Kendisi iyi olduğunu iddia ediyor. Aklıma geldikçe çıldırıyorum." Babası güldü oğluna. Yanına ilk geldiği zamanlarda küfür kıyamet bahsederdi adamdan. Fazla paylaşımları yoktu; ama bu Edoardo günlük kahkaha dozlarını arttırıyordu. Eski karısının neden daha genç ve efemine biriyle evlendiğini tahmin etmek güç değildi. Kendisi baskıcı olmasa da zor biriydi. Yemeğin en başında konu ettiği tişört meselesi onun elinde olmadan ağzından dökülenlerdi. Her gün, her türlü olayda süregelmesi ve bunun yirmi bir yıl devam etmesi kadının canına tak etmiş olacak ki, yönetebileceği, şekillenmesi kolay olan birinde karar kılmıştı. "Harun öyle değil, eminsin değil mi?" "Yapma baba, lütfen. Hassasım bu konuda, kalbini kırmak istemiyorum." Çağatay'ın eğilimini bilmeden dokuz yaşında arkadaş olduğu Arturo, üniversiteye gidene kadar en yakın arkadaşıydı. Farklı bölümleri kazandıklarına gittikleri şehirler ayrılacağı için gitmeden önce kamp yapmaya karar vermişlerdi. Tek kişilik çadırlarında uykuya çekilmişlerken gecenin ilerleyen saatlerinde çadırına gelen dostunun bir derdi olduğunu sanıp ışığı açmış ve dudaklarına yumulmasıyla iki dakika boyunca kımıldayamamıştı yerinden. Bu tutukluktan cesaret alan Arturo ise elini onun penisine attığında o eli bileğinden kırması iki saniyesini almıştı. Motoruna atladığı gibi onu ormanda yalnız bırakmış ve tekrar yüzünü görmemişti. Kendini lekelenmiş hissettiği o an aklına her geldiğinde tırnak yeme tiki geliştirmiş ve ilk yıl ciddi psikolojik terapi gördüğü için okula gitmeyi reddetmişti. Aynı şeyin tekrar yaşanma olasılığına olan takıntısı bir yılına mal olmuştu. "Tamam, bir şey demedim. Yine de insanların eğilimine saygı duymalısın. Orası İtalya." "O eğilimi bilseydim saygı duyardım. Direkt bana eğilince hoş olmadı tabii. Neyse baba, sen kitabını oku, ben odama geçiyorum." Odasına geçtiğinde saat gece yarısına geliyordu ve saatlerdir babasıyla geçen zamanın farkında olmaması şaşırttı onu. Babası küçüklükten beri çok ilgilenirdi onunla. İşinin müsaitliğinden kaynaklı annesinden çok onu görürdü. Boşanmalarını olgunlukla karşılayıp annesine hak verse de onu yalnız bıraktığını yeni yeni fark ediyordu. Zor süreci atlatmıştı galiba, uyum sağlamaya çalışırken babasının her hareketi batarken bu akşam çocukluğuna dönmüştü. Hala üstsüz olduğunu açık bıraktığı camdan esen ılık meltemin bedenini titremesinden anladı. Dolabını açtığında temiz bir tane bile tişört bulamadı. "Hay sikeyim, sanki her şey Çetin Balaban'ı haklı çıkarmak üzerine kurgulanmış bugün." Yıkanacaklarını makinenin bulunduğu banyoya atmazsa böyle olurdu tabii. Yardımcı kadının da ne halde göreceği meçhul, genç bir adamın odasına girecek hali yoktu. Mecburen uzun kollu bir şeyler geçirdi üstüne. Altını ellemedi. Bu sıcağa baksır bile çok diye düşündü. Önce kirli bardak, tabak ne varsa mutfağa taşıdı. Kadın tekrar geldiğinde onun odasına da uğramalıydı artık, çünkü evden bağımsız takılan odasının ciddi bir temizliğe ihtiyacı vardı. Sonra yerleri odasının zemini olmuş tüm kıyafetleri topladı ve yıkanması için sepete doldurdu. Bomboş sepete zor sığmışlardı. Tekrar döndüğünde eline aldığı Karamazov Kardeşler'in kapağını açamadan kulağını dolduran çlink sesine döndü. Odasını kedinin eniğini bulmasına yetecek kadar toplaması bir saatten uzun sürdüğü için gece yarısındaki bu ses tuhaftı. O sadece birlikte olacağı belli kadınlardan teyit almak için kullanırdı o programı. "Hey! Güzel peri kızı bu." Komodine dikkatlice bıraktığı kitabın yerine dizüstü bilgisayarını koydu. Son açtığı hesaptan sadece onunla konuşmuştu ve çevrim içi olan tek arkadaşını haber veriyordu cihaz. Uzunca bir süre selam verip vermeme arasında kaldı, bıktırmak istemiyordu; ama dayanamadı. Bir süre de kendini peri kızı yazmamaya iknaya uğraştı.  Ç: Selam Beste. Bu hesaptaki tek arkadaşım sensin ve bilgisayarım coşkuyla kutladı bu durumu. Beste bir saattir buradaydı ve Çağatay yeni yazıyordu. Onun çevrim içi olduğunu anlayamadan diğer arkadaşlarıyla sohbete başlamıştı. Hoşuna giden durumu inkar etmeyecekti. İlk saniyeden atlamamıştı, hatta ilk girdiği anı görüp yazmak için beklemişti. B: İyi geceler Çağatay. Nasılsın? Ç: Çok iyiyim. Babamla uzun zamandır geçiremediğim kadar çok vakit geçirdim ve bunun özlediğimi fark ettim. Bu özel olduysa uyar lütfen. Kesinlikle özeldi. Adı dışında bilgi vermezdi o. Görüntü verdiğini hatırladığı adam hakkında biraz ileri gidebilir miydi ki? Yok, erkendi daha. Kesinlikle bu uzun zamanın babasıyla bir arada olmadığı için mi geçtiğini, geçirdiğinde kaliteli mi olmadığını, babasının mı kendisinin mi yoğun hayatı nedeniyle mi bir arada olamadıklarını merak etmiyordu. Asla... B: Sevindim senin adına. Sınırları en yakın, on yıllık dostu tarafından tarumar edilerek geçildiği için Beste'nin Orada Dur! uyarısını anlamak zor olmadı Çağatay için. Kişisel bilgiler sohbet konusu edilmeyecekti. O zaman nasıl tanıyacaktı onu? Niye tanımak istiyordu gerçi? Ondan kadınlardan beklediğini alamayacağı kesindi. Nerede yaşadığını, neler yaptığını bile bilmiyordu. Kaliteli yazı ve yazardan anladığı dışında kim olduğu hakkında bir fikri yoktu. Tabii bir de çok güzeldi. Ç: Görünce selam vermek istedim. Ben sik kafalı Karamazov Brothers'a döneyim. Beşinci kez okumazsam çok alınır benim Fyodor. Yok artık! Beşinci kez mi? Atıyor diye düşünemiyordu Kliest sonrası. Yalana ihtiyaç duyan biri izlenimi vermemişti Beste'ye. Bir iki basit soruyla okuyup okumadığını zaten anlardı ki; beş kez kendisi bile okumamıştı. B: Senin Fyodor? Başka kimler senin? Kalanlar da benim olsun. Karşılıklı yazışmalarla geçen iki saatin ardından Çağatay uykuya yenik düşmüştü kucağında bilgisayarla. O gece eksikliğini hissettiği tozu bardan gidip almaya geç kalınca hücrelerini ayakta tutmak güçleşmişti. Peri kızı uyku perisine dönüşmüştü. Ertesi gece Harun'un eve teslim servisinden sonra çektiği kokain sonrası daha dinç şekilde devam etti yazışmaya. Yaş, hobi, okul, aile bilgilerini öğrenmeye yeltenemedi, ancak hayvanların özel ilgi alanına girdiğini öğrendi. B: Mesela yarasalar ultrasound denilen 110.000 hz frekansında sesleri duyarak az önce bahsini ettiğim güveleri avlamak için gelişmiş duyma sisteminin nimetinden yararlanıyorlar. Greater Wax bu arada güvenin adı, demin aklıma gelmemişti. Ç: Ultrasound biliyorsan infrasound da biliyorsundur sen. Yarasalardan haberim vardı da şu güveciklerin piçliğine bak sen. Batmanlerin aklını karıştırıp kaçırıyormuş onları. B: Bilmez miyim? İnfraları duyanlar gibi olmak isterdim? Filler o koca cüsseleriyle 20 hz altındaki sesleri duyamasalardı nesilleri şimdiye dek bin kere tükenirdi ve biz de onları arkeoloji müzesinde kemik olarak görürdük. İlginçti bu kadın. İlgi alanlarının çeşitliliği göz dolduruyordu. Dediği bir olayı birkaç geceden sonra doğruluğu için değil merakı yüzünden araştırmaya başladı Çağatay. Onun ilgisine işitme yeteneğine sahip hayvanlar kadar mazhar olabilmek hoşuna gitmeye başladı. Sonraki gecelerde barda programı olduğundan daha az yazışmışlardı ve o kısacık halde engin müzik bilgisine hayret etmişti. Daha Bach demeden antropolojisini döşüyordu Beste önüne. Kazara birbirlerinin dünyalarına girdiğinin bir haftası dolduğunda o gece bu kez elinde olmadan basitleşmek zorunda kaldı. Gönder tuşuna bastıktan sonra geri alamadığı cümleyle, sohbeti devam ettirmenin yolunu aramaya başladı. Nitekim dakikalar geçtiği halde Beste yazmıyordu. Ç: Geç mi yatıyorsun genelde? Birkaç gecedir Çağatay'ın konuşma başlatmasıyla devam eden sohbetler, Beste'nin diğerlerini ihmaliyle sonuçlanmaya başlayınca buna cevap vermeyi bekletti. Basit bir soruydu. Çıkarımlarını sevmeye başlaması, açtığı konularla onun ilgili alanlarını keşfetmeye çalışması her ne kadar hoşuna gitse de, bir yerden sonra yanlışlıkla verdiği görüntünün, aralarına gireceğini düşünüyordu. Şimdiye dek onu güzel bulduğunu yazmamıştı, ancak yazarsa boşa geçirilen vaktine acımak yerine, önceden önlem alıyordu. Öyle ki, bir süre sonra unuttu onu. Akşamüzeri KanatsızMelek ile başlattıkları konu, Beste'nin hakim olduğu, araştırıp okumaktan asla sıkılmadığı zeki hayvanlardı. Hele bu zeki hayvanlar konuşma yetisine kavuşabilenlerdense dünya dönmeyi bıraksa takmazdı Beste. B: O şiiri okumamıştım. Gerçekten teşekkür ederim söylediğin için. Sohbet arkadaşının dediğine göre Edgar Allen Poe 'Nevermore' şiirinde herhangi bir ötücü yerine özellikle kuzgunlardan bahsediyordu. Fantastik olsun olmasın film, roman gibi türlerde ölüm habercisi, uğursuz olarak addedilen kuzgunlar meğer akıldan yana yunus ve maymunlarla yarışabiliyorlardı. Eğitilen bir kuzgun ise bir papağandan daha iyi konuşabiliyordu. Tam şiiri açmış okumak üzereyken Çağatay'dan bir mesaj daha geldi. Ç: Yanlış anlama lütfen, diyeceğim; En ifrit olduğu söz dizimi de geldiğine göre elveda devamı gelemeyecek olan kaliteli sohbetler diye düşündüğü an gelen ikinci mesaja bakakaldı. Ç: ama diyemiyorum, çünkü ayar oluyorum şu (yanlış anlama) ikilisine. Bugün bir arkadaşım bana bir araba dolusu laf soktu, güya öğüt veriyor piç. Ardından da bu denir mi? Dalacaktım neredeyse. Ç: Hayır, sen madem benim yanlış anlayabileceğimi düşündün, o kafa var sende farz edelim. Niye o beynini biraz daha zorlayıp doğru anlayabileceklerimi söylemiyorsun da tüm sorumluluğu bana bırakıyorsun pezevenk. Şimdi Beste nasıl görmezden gelip bekletecekti bu sohbeti? Kararına ilk andan itibaren ket vurdurabilen, kendini sorgulatabilen insanlar bekletilmezdi. Ayrıcalık verilirdi onlara. B: Evet, geç yatıyorum genelde. İlk sorusuyla başladı. Basitse basitti. Beste onu beklettiği kadar bekletilse bir asır gibi gelirdi ona. Ona rağmen adamın attığı ikinci mesaj bu oluyorsa, basitlik iyiydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD