Kendini ölüme bırakmak nedir bilir misin? Ben bilirim. 8 Mayıs 2020. Kendimi ölüme bıraktığım gün. Ölümü yaşamaya başlayacağım gün. Karanlık suların derinliklerinde ciğerlerimin oksijensizlikle yanıp tutuştuğunu hatırlıyorum. Ölüme yaklaştığımı ve bunun bana heyecan verdiğini. Evet heyecan. Kim yeni bir şeye başlarken heyecanlanmaz ki?
Ben Patricia Black, dün yaşamıma son vermiştim. Ama başarabilmiş miydim bilinmezdi. Bileğimdeki baskıyla bir yere çekiştirilmemden sonra baygınlığımın arasında çok az şey hatırlıyordum. Gökyüzü. Yıldızlara doğru gittiğimi ve birinin kucağında olduğumu. Bu öldüğüm için mi yaşanmıştı yoksa ölmediğim için mi bilmiyordum, öğrenebileceğimide sanmıyordum. Taki gözlerim yavaş yavaş aralanıp görüşüm netleşene kadar.
Önce beyaz tavanı buldu gözlerim sonrada siyah bir dolabı. Nerede olduğumu algılamaya çalışırken hızla doğruldum. Gözlerim etrafta gezinirken buranın kimin odası olduğunu algılamaya çalışıyordum. Çünkü burası kesinlikle benim odam değildi.
Yorganı hızla üstümden atarken bacaklarımı yataktan sarkıttım. Büyük bir dehşete düşerken 'kahretsin' diye geçirdim içimden. Kimin yatağındaydım ben? Aceleyle yataktan kalkıp etrafımda dönerken düne dair ne hatırladığımı gözden geçirdim. Görüntüler bir bir gözümün önüne geldiğinde ise en son buz gibi suyun içinde ölmek üzere olduğumu hatırladım. Sonrada bir yere doğru çekildiğimi. Gözlerim üstümdeki tişörte kayarken bir kere daha 'kahretsin' diye geçirdim içimden. Benim üstümü kim değiştirmişti? Üstelik bu benim tişörtlerimden biride değildi.
Kafam iyice karışırken allak bullak olmuştum. Ben neden hala nefes alıyordum ve neredeydim? Dün gece beni oradan, denizin tam ortasından kim çekip çıkarabilirdi ki? Kim yapabilirdi bunu? Üstelik bu hayatta tek bir arkadaşım bile yokken. Değer verdiğim, bana değer veren tek bir kişi bile yokken kim yapabilirdi bunu?
Beynimi zorlayıp dün geceye dair başka şeyler hatırlamaya çalışırken odanın kapısının aniden açılmasıyla yerimde sıçradım. Kalbim dört nala atarken kapıda uzun, esmer ve yeşile çalan ela gözlere sahip olan bir adam belirdi. Yeşil gözlerim anında onu bulurken ben daha bir şey diyemeden o konuştu.
"Demek uyandın?" Sorusunu umursamadan onda olan bakışlarımı üzerinde gezdirirken
"Sen kimsin?" diyerek bende ona bir soru sordum.
"Sen kimsin ve benim burada ne işim var?" Büyük bir merakla sorduğum sorulara cevap vermek yerine sadece
"Sakin ol." demesi tepemin atmasını sağlarken
"Ne sakin olmasından bahsediyorsun? Gayet basit bir soru sordum, sen kimsin ve ben buraya nasıl geldim? Ayrıca burası da neresi?" diye sinirle söylendim. Benim sorularım üstünde hiçbir değişiklik yaratmazken yeniden konuşmaya başladı ve
"Sana sakin ol dedim ve sakin olmalısın da. Sen sakinleşmeden hiçbir soruna cevap vermeyeceğim. Şimdi istiyorsan içeri gelip kahvaltı yap ya da burada oturup benim kahvaltımı bitirmemi bekle. Belki daha sonra sakinleştiğini görürsem istediğin cevapları sana veririm." dedi ve odadan çıkıp gitti. Bildiğin hiçbir soruma cevap vermeden ya da ben daha ağzımı açıp bir şeyler diyemeden arkasını dönüp çıkıp gitti. Bende umursamazlığının verdiği şok dalgasını atlatınca sırf istediğim cevapları alabilmek için arkasından ilerledim.
Odanın dışına çıkınca gayet şık döşenmiş bir evle karşılaşırken etrafıma dikkatlice baktığımda bu evin gördüğüm bütün evlerden biraz daha farklı olduğunu hissettim. Nedenini bilmiyordum ama farklıydı işte.
Bakına bakına mutfağı bulup kapısından içeri baktığımda kim olduğunu bilmediğim adam gayet rahat bir şekilde sandalyelerden birine oturmuş kahvaltısını yapıyordu. Bu adam nasıl bu kadar rahattı. Sanki varlığımı hissetmiş gibi bakışları kapıda duran bana dönerken
"Davet mi bekliyorsun, gelip otursana." dedi. Sinirlerim iyice gerilirken mutfaktan içeri girdim ve karşısındaki sandalyeye oturup hışımla
"Cevap bekliyorumdur belki." dedim.
"Belki." deyip omuzlarını silkerken sıkıntıyla soludum ve
"Nesin sen hödük falan mı? Sana bir soru sordum değil mi? Cevap vermek bu kadar zor mu?" diye çıkıştım. Elindeki çatalı bıkkın bir şekilde masaya bırakırken sert yüz hatlarıyla bana döndü. Sanırım oda sinirlenmişti.
"Bende sana sakinleş öyle cevaplayacağım dedim değil mi?"
"Bilmediğim birinin evinde uyanıyorum ve bana sakin ol diyorsun öyle mi? Sence ne kadar sakin olabilirim?" cevabıma karşılık dik dik bana bakarken yeniden omuz silkti ve kahvaltısını yapmaya devam etti. Ayağımla ritim tutarken gözlerimi ondan ayırmadan kahvaltısını bitirmesini bekledim. Aksi takdirde sorularıma cevap vermeyecek gibi duruyordu. Gözleri bana dönerken
"Bana bakmayı bırak ve yemek ye. Uzun süre bir şey yememişsin. Açlıktan ölmek mi istiyorsun?"dedi. Bu sözüne histerik bir şekilde gülerken
"Beni denizin dibinden çıkaran sen miydin?" diye sordum bu sefer. Diğerlerinin aksine sorduğum soruyu şaşırtıcı bir şekilde başıyla onay vererek cevaplarken oldukça sakindi.
"Peki beni ölmekten kurtardığının farkında mısın?"
Yeniden başıyla beni onaylarken bu sefer sessiz kalmadı ve
"Evet. Niye oradaydın ki? Seni kim denizin ortasına attı." dedi. Bu sözünde kahkaha atarak karşılık verirken bana anlamaz bakışlar atıyordu. Gülmem aniden sönerken sinirle ona döndüm.
"Oraya kendim gittim ve orada kalmam gerekiyordu. Şimdi sorularına cevap verecek misin?" Gözleri şaşkınlıkla açılırken
"Kim için kendini oraya attın merak ettim doğrusu?" dedi dalga geçercesine.
"Kendim için, oldu mu? Şimdi sorularıma cevap verirsen sevinirim. Sen kimsin, nerdeyiz, benim burada ne işim var ve beni nasıl buldun?" Başını olumsuzca sallarken
"Çok soru soruyorsun Cia ." dedi. Kaşlarım çatılırken
"Cia mı?" diye sordum bu defa. Bu tepkim onun hafifçe gülmesini sağlarken
"Adın Patricia değil mi? Uzun uzun söylemek yerine Cia demeyi tercih ederim." diye açıklama yaptı. Cevabı karşısında gözlerim yeniden şaşkınlıkla açılırken hiç istemeyerek sorularıma bir yenisini daha ekledim.
"Adımı nereden biliyorsun?" Bir kez daha sorumu cevap vermeden geçiştirirken elindeki kolyeyi sallayıp
"Bunu nereden buldun?" diye sordu. Bu ormandaki kadının bana verdiği kolyeydi. Hızla kalkıp elinden çekip alacakken izin vermeyip geri çekildi ve sertçe
"Soruma cevap ver." dedi. Yavaşça geri çekilirken koyu yeşil gözlerimi değişik renkteki ela gözlerine diktim.
"Niye, sen benim sorularıma cevap veriyor musun ki?"
Cevabımla garip bir şekilde bana bakarken tekrardan
"Soruna cevap verir misin?" dedi. Gözlerimi devirirken
"Sen benim sorularıma cevap verirsen neden olmasın?" dedim ve sinsice gülümsedim. Gözleri anlık bir şekilde gülümsememe kayarken hızla geri gözlerimi buldu.
"Çok inatçısın Cia." dedi ve devam etti.
"Adım Ezekiel Osborne. Şimdi sende benim soruma cevap ver." Dik dik gözlerine bakarken
"Sorularıma..." dedim bastıra bastıra
"...cevap verirsen dedim, herhangi birine değil."
Yüzünde memnun bir ifade belirirken dik dik ona bakmaya devam ettim.
"Şuan hepsine cevap veremem. Beyin felci geçirirsin. Sadece şunu bil yeter, gökyüzündesin ve burada olman gerektiği için buradasın." Yüzüne malıyım ben dercesine bakarken
"Oradan bakılınca gerizekalı gibi mi duruyorum? Ne gökyüzünden bahsediyorsun sen?" dedim. Dediğime gülerek karşılık verirken ukala bir tavırla cevap vermeyi de ihmal etmemişti.
"İster inan ister inanma Cia. Gökyüzündesin. Boşuna beyin felci geçirirsin demedim. Öncelikle gitmemiz gereken yerler var. Sonra her sorunu cevaplayacağımdan emin olabilirsin. Şimdi sen bana cevap ver. Bunu nereden buldun?"
Her ne kadar dediklerine inanmasamda sorularına cevap vereceğim dediği için sorusuna cevap verdim.
"Ormanda bulduğum yaralı bir kadın verdi." bu sefer o bana inanmaz bakışlar atarken aynı benim gibi
"Oradan bakınca gerizekalı gibi mi duruyorum? Doğruyu söyle." dedi ve başka bir cevap bekler gibi yüzüme bakmaya başladı. Gözlerimi devirirken bende aynı onun gibi
"İster inan ister inanma gerçek bu. Şimdi onu bana ver."dedim. Şüpheli bakışlar eşliğinde kolyeyi ellerimin arasına bırakırken kolyeyi aldığım gibi işaret parmağımı ona doğru doğruttum ve
"Ayrıca" dedim.
"Ben asla yalan söylemem. Bugüne kadar söylemedim. Bugünden sonrada söylemem. Bunuda böyle bil."
Şaşkınca bir parmağıma bir bana bakarken ondan uzaklaştım ve tekrardan karşısındaki sandalyeye oturdum. Kahvaltısını yapmaya devam ederken tekrardan
"Yemek ye." demesiyle sıkıntıyla bir nefes verdim ve sırf sussun diye ağzıma birkaç lokma bir şey attım. Nihayet kahvaltısını bitirebildiğinde ise
"Kıyafetlerin uyandığın odada. Üstünü değiştir. Gitmemiz gereken bir yer var." diyerek yeni emirlerini yağdırdı. Bana emir vermesi sinirlerimi bozarken işaret parmağımla bir işareti yaptım ve
"Birincisi bana emir verme." dedim. Diğer parmağımıda havaya kaldırırken sözüme devam ettim.
"İkincisi nereye gideceğiz?" Bu sefer o sıkıntılı bir nefes verirken
"Önce Baş Koruyucu'nun yanına ondan sonra da yönetim birimine gideceğiz. Oldu mu?" dedi. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken
"Baş ne?" diye bir tepki çıktı ağzımdan.
"Baş Koruyucu diğerlerinin değimiyle kral gibi bir şey. Sen hiç söz dinlemez misin? Sana her şeyi anlatacağım dedim. Şimdi lütfen git ve üstünü değiştir. Ha böyle gelmek istiyorsan orası ayrı ama haberin olsun biz burada genelde böyle giyinmiyoruz."
"Siz kim ve burası neresi ya?" diye söylenirken sinirle yerimden kalktım ve uyandığım odaya doğru ilerledim. Toplam 30 dakika içinde beynimin içine sıçılmıştı resmen. Benim şuan denizin dibinde ölü olmam gerekiyodu ama bakın neredeydim. Gökyüzünde olduğumuzu söyleyen çatlak bir herifin evinde! Hayat hâlâ en alasından oyunlarını oynamaktan çekinmiyordu.
Odaya girdiğimde kıyafetlerimi yatağın hemen yanındaki küçük dolabın üstünde katlı bir halde buldum. Üstümü büyük bir hızla değiştirirken olabildiğince çabuk bir şekilde bu evden ve bu adamdan kurtulmayı diliyordum.
İçimden geçirdiğim cümle ile beynimde şimşekler çakarken dilek diye fısıldadım istemsizce. Bu gerçek olamazdı herhalde. Biz gerçekten gökyüzünde olamazdık, değil mi?
Beynim yine ve yine allak bullak olurken saçmalama Patricia diye geçirdim içimden ve olabildiğince kendime gelmeye çalıştım. Böyle bir şey olamazdı. Bu imkansız bir şeydi bir kere. Beynimdeki binlerce soruyu def ettikten sonra karman çorman bir şekilde odadan çıktım.
Adının Ezekiel olduğunu söyleyen adam uzunca beni süzerken gözleri gözlerime denk geldiğinde 'ne var' biçiminde kafamı salladım. Omuz silerken bana arkasını döndü ve dış kapı olduğunu tahmin ettiğim yere doğru yürümeye başladı. Hızla arkasından ilerlerken
"Şunu yapmayı kes." dedim. Anlamamış gibi yaparken
"Neyi?" diye sordu sinir bozucu bir gülümsemeyle.
"Omuz silkmeyi. Omuz silkip durma." Bu sözüme karşılık tekrardan omuz silkince sinirle soludum ve bu onu güldürdü. Bildiğin güldürdü. Ben sinirlendikçe onun hoşuna gidiyordu ve bu aklıma geldikçe ben daha da sinirleniyordum. Kısır bir döngünün içine girmiştik sanki.
Kapıyı açıp dışarı çıkarken bende hızla arkasından ilerledim. Nereye gideceksek çabuk gitmeli ve çabuk dönmeliydik. Çünkü ben bir an önce sorularımın cevaplanmasını ve yine kendi halime bırakılmayı istiyordum.
Sinirden dolayı etrafı bir gram görmeyen gözlerim bulunduğumuz yeri algılamak istercesine etrafa dönünce olduğum yerde durdum ve
"Siktir!" diye bir tepki çıktı ağzımdan. Ben neredeydim! Acilen bu sorunun cevabını istiyordum. Ezekiel gülerek bana dönünce gözlerimdeki dehşetten olsa gerek gülüşü söndü ve kaşları çatık bir halde bana bakmaya başladı.
"Ne oldu?" Sorusuna şaşkınca
"Ne mi oldu?" diye bağırarak cevap verirken şaşıran kısım bu sefer oydu. Biz resmen filmlerdeki paralel evrende bulunan o muhteşem yerlerden birinde falan olmalıydık. Ya da hani şu Tanrı ve Tanrıçaların yaşadığı o görkemli şehirler varya, şatolar falan. İşte onlara tıpa tıp benzeyen görkemli bir şehirin tam önünde duruyorduk şuan ve yanımdaki çatlak adam bana ne oldu diye soruyordu. Ya ben kesinlikle ölmüştüm ya da cidden kafayı sıyırmıştım. Hırsla karşımda duran ve tanımadığım adama dönerken
"Burası neresi bana hemen açıklama yapıyorsun yoksa ben kafayı sıyıracağım ya da çoktan sıyırdım bile."
Etrafına anlamaz bakışlar atarken neden bu kadar dehşete düştüğümü anlamış olmalı ki yeniden bana döndü ve konuşmaya başladı.
"Sana daha önceden de söyledim, şimdi de söylüyorum işlerim bitsin sana istediğin her cevabı vereceğim. Sen sadece ben sana her şeyi anlatana kadar kafayı yememeye çalış yeter."
Ben şuan kafayı yemiş olabilirdim ve karşımdaki adam bana kafayı yememeye çalış diyordu. Ne kadar mantıklı bir hayatım vardı değil mi? Ben bugün çıldırmazsam bir daha hiç çıldırmazdım.
Sinirlenmemeye çalışarak Ezekiel'in arkasından ilerlerken gördüklerim fantastik bir filmin içine girmişim gibi bir his yaratıyordu. Ben kesinlikle kafayı sıyırmıştım, evet kesinlikle. Bu yüzden sakinleş Patricia. Gördüklerinin hiçbiri gerçek değil. Sadece kafayı sıyırdın o kadar. Hayatın boyunca yaptığın şeyi yap ve hiç bir şeyi umursama. Sedece önünden önünden yürüyen şu adamın sana her şeyi anlatmasını bekle o kadar.
Kendimi sakinleştirmeyi başardıktan sonra hızla Ezekiel'in arkasından ilerlemeye başladım. Geçtiğimiz her yol bizi görkemli şatoya ya da oraya her ne diyorlarsa daha çok yaklaştırırken bu, bu dünyada gördüğüm en muazzam yapıydı. Tabi bunların hepsi gerçekse.
Muhteşem yapıların,yolların ve evlerin arasından yürüyerek geçerken gözüme evlerinden çıkan bir çok insan çarptı. Gördüğüm şey sanki mümkünmüş gibi beni daha çok şoka sokarken kayafı sıyırdığıma artık emindim. Hiç bir şey bunun tersini ispatlayamazdı. Ya da şuanlık ben öyle sanıyordum.
Beni şoka sokan şey ne miydi? İnsanların ta kendisi. Sırtlarından başlayıp iki yana açılan ve masmavi kanatlara sahip olan insanlar. Bu durumda gördüklerimin daha öncede söylediğim gibi iki mantıklı açıklaması vardı.
Birincisi ben kafayı sıyırmıştım ya da ikincisi gerçekten ölmüştüm. Birincisi daha mantıklı geliyordu çünkü kendimi hiç ölmüş gibi hissetmiyordum. Aynı ruhsuzlluk ve gereksiz yaşam hissi hala üstümdeydi ama tek bir fark daha çok şoka girmemdi. Ona da alışmıştım artık. İçten içe Ezekiel her şeyi anlatana kadar şoka girmeme kararı aldım yoksa dayanamaz dağıtırdım burayı.
Kendi içimde savaşlar verirken o çok muazzam yapının önüne geldiğimizin farkında bile değildim. Tapınak kapısına benzettiğim devasa kapının yanında duran mavi kanatlı insanlar (ya da her neyseler) bize dönünce Ezekiel elindeki küçük üçgen şeklinde olan metal bir simgeyi onlara gösterince adamlar hiç bir şey demeden kapıyı açtılar ve geçmemize izin verdiler.
Ezekiel kısa bir süreliğine arkasında olan bana döndükten sonra bir şey demeden yürümeye devam etti. Bende bir şey demeden içeri girdiğimde gözlerim hemen büyük bir özenle ve ihtişamla düzenlenmiş etrafa kaydı. İçi dışından da görkemliydi ve göz kamaştırıyordu. Neredeydik biz bilinmeyen diyarların kralı olan adamın sarayında falan mı?
Kocaman ve geniş bir boşluğun tam karşısında sağa ve sola doğru uzanan merdivenler vardı. Mavi kristallerden merdivenler. Buradaki her şey mavi ve beyazdı. Bu hoş bir görüntüydü ama şuan bunun üzerine düşünemeyecek kadar afallamış bir durumdaydım. Ne gerçeği ne de hayali ayırt edemiyordum. Tek bildiğim bilmediğim bir adamla bilmediğim bir yolda Baş Koruyucu denen adamın yanına gittiğimizdi. Sanırım buranın yöneticisi falan olmalıydı. Düşünceler içinde Ezekiel'in arkasından ilerlemeye devam ederken adımları mavi kristalden merdivenlere yöneldi.
Daha ne kadar yürüyeceğimizi merak ederken sağ tarafa doğru ilerledik ve ilk kapıdan içeri girdik. En az giriş kadar geniş olan bu odada aşağıda gördüğüm gibi mavi kanatlı adamlardan vardı. Gördüğüm kadarıyla aralarında kanatları olmayanlarda vardı ama bu kadar garipliğin arasında bu normalliği kafama takacak durumda değildim. Sanırım muhafız falan olmalılardı. Onların dışında kocaman parıltılı bir taht ve onun tam önünde duran,kanatları diğerlerinin aksine çok daha büyük ve çok daha görkemli olan bir adam vardı. Buradaki her şey görkemli, muazzam ve göz kamaştırıcıydı sanırım. Bu adam Ezekiel'in Baş Koruyucu dediği adam olmalıydı.
İster istemez gerilirken bunların bir hayal ürünü olduğunu hatırlayıp umursamaz tavrıma geri döndüm ve Ezekiel'in arkasından ilerlemeye devam ettim.
İkimizinde adım sesleri sessiz salonda yankılanırken tahtın yanında duran adamın önüne geldiğimizde Ezekiel'in durmasıyla bende durdum. Adam bana göz ucuyla bile bakmazken Ezekiel'e
"Kız bu mu?" diye sordu. Beni kast ettiğini anlarken ister istemez tedirgin oldum. Bu adam niye beni tanımadığım bir adama soruyordu? Gerçi bu adam niye beni soruyordu ki?
"Evet, efendim." Ezekiel Baş Koruyucu denen adama cevap verirken kafamdaki sorular sanki azmış gibi daha da artıyordu.
Ben Ezekiel'in aklımdaki soruları nasıl cevaplayacağını düşünürken adam Ezekiel'e
"Tamam,öğrenmesi gerekenleri öğretin sonrada yapılması gerekeni biliyorsun zaten." diye emretti.
Ezekiel onu başıyla onaylarken
"Tabi efendim." dedi ve arkasını dönüp geldiğimiz yoldan geri dönmeye başladı. Bende arkasından giderken kapıdan çıkmamıza ramak kala adam yeniden konuştu.
"Eğer onun bir yanlışını görürsem bunu senden bilirim Ezekiel Osborne. Haberin olsun."
Bu sözle Ezekiel'in kasları gerilirken kimsenin duyamayacağı bir sesle
"Sen şuna bahane arıyorum desene." diye mırıldandı. Kaşlarım çatılırıken Ezekiel dediklerinin aksine adamı başıyla onayladı ve kapıdan dışarı çıktı. Adamın bahane aradığı şey neydi acaba? Aman Patricia senin derdin bittide Ezekiel'in ki kaldı. Sen önce kendi sorularının cevabını bul. Hevesle Ezekiel'in yanına doğru öne atılırken
"Şimdi sorularımı cevaplayacak mısın?" diye sordum. Göz ucuyla bile bana bakmazken
"Hayır, önce yönetim birimine gideceğiz. Bir iki işim var, onları hallettikten sonra her şeyi evde sakince anlatırım. " dedi. Somurtmaya devam ederken ihtişamlı yollarda Ezekiel'in arkasından yürümeye devam ettim. Baş koruyucu bitmişti şimdi birde yönetim birimi çıkmıştı. Yönetim birimide neyse artık!
Bölüm Sonu