1. BÖLÜM
Gözlerim akıl almaz bir ağırlığın altında eziliyormuş gibi yavaşlıkla açılırken ben bomboş bir hayata 6574.kez uyandım.Büyük bir boşluğa 6574. kez ve son defa. Büyük bir dikkatle yatağımdan kalktım ve hemen karşısındaki çalışma masasında duran defterin kaldığım sayfasını açıp bugünün ilk notunu yazdım.
Bugün 8 Mayıs 2020. Patricia Black önemsiz bir güne 6574.kez uyandı. 18.yaşının ilk ve hayatının son gününe.
Sıkıntılı bir nefes verdim ve defteri büyük bir yavaşlıkla bir daha açmamak üzere kapattım. Bu defter bir daha açılmayacaktı ve bu beden bir gün daha nefes almayacaktı. Yapılması gerekenler bitmiş son günümün ilk dakikası geçmişti.
Bu kocaman evde kocaman sessizliğin içinde bir kez daha indim alt katta olan mutfağa. Bir çok şey hissediyor aynı zamanda hiç bir şey hissetmiyordum. Bedenim artık bu sessizliği kaldırmıyordu. Ruhum zaten yıllar önce bedenimi terk etmişti ve ben bunu yıllar önce kabullenmiştim. 5 yaşında beni her korkutmaya çalıştıklarında da biliyordum bir ruhum olmadığını, 16 yaşında ölümle burun buruna geldiğimde de.
Şimdiyse terk etme sırası bedenimdeydi. Tam 15 saat sonra onlarca gece yarısının herhangi bir tanesinde, bir deniz kenarında ve hiç olmadığı kadar sessiz, habersiz bir şekilde.
Normalde bu sessizliği delercesine evde yankılanan adım seslerim bile bugün ses çıkarmıyordu. Sanki dünya benimle böyle vedalaşıyordu. Sessizce gelmiştim bu dünyaya bir gece yarısı, şimdi sessizce gidecektim yine bir gece yarısında.
Düşünceler içinde aşağı indiğimde her zamanki gibi mutfakta kocaman bir kahvaltı masası duruyordu. Tek kişilik ama tek kişinin yiyemeyeceği kadar çok yemekle. Masaya oturdum ve bir kez daha başladım bitiremeyeceğimi bildiğim kahvaltımı yapmaya.
Kahvaltımı yaptıktan sonra ise yeniden odama çıktım ve bir çoğunu giymediğim kocaman kıyafet dolabımın tam önünde durdum. Elimi uzatıp içinden siyah bir tişört ile siyah bir pantolon çekip çıkardım. Herkesin aksine benim kefenim siyah olmalıydı, beyaz değil. Belki, bu da çaresizce diğer insanlar gibi olmadığımı anlatmak için seçtiğim yollardan biriydi. Kim bilir?
Yavaşça üstümü değiştirdikten sonraysa hiç bir şeyimi almadan çıktım evden. Ne telefon ne para ne de arabamın anahtarını. Öylece çıktım bir daha gelmeyeceğimi bildiğim bu evden. Çıktım ve ondan olabildiğince uzaklaştım.
Dakikalarca belki saatlerce yürüdüm. Gidecek bir yerim ya da gitmeye bir nedenim olmadan bir hiçliğe gider gibi sadece yürüdüm. Hiç bir şey düşünmeden ve hiç yorulmadan. Bir süre daha yürüdükten sonra gözlerim kolumdaki saate kaydığında bu dünyada yalnızca 13 saatimin kaldığını gördüm. Sadece 13 saat, 780 dakika ve 46.800 saniye. Bunu bilmek bana hiçbir şey hissettirmiyordu. Ne üzüntü, ne endişe, ne de kaygı. En nihayetinde aslında bu, verdiğim kararın doğru olduğunun en büyük kanıtı değil miydi?
Onca karardan, onca seçimden sonra verdiğim en doğru karardı belki de ve bu karar belki aylar, belki yıllar önce tartışmaya kapanmış bir konuydu. Şimdiyse geri dönüşü yoktu. Gerçi geri dönmek isteyen de yoktu.
Biraz daha ilerledikten sonra sonu bir ormana çıktı yürüdüğüm yolun. Sonu belli olmayan, ardında ne olduğunu bilmediğim bir ormana. Düşünmeden bir adım attım ucu bucağı görünmeyen ağaçlara doğru. Ardından bir adım ve bir adım daha.
Adımlarım ormana doğru ilerlerken içimde gram korku yoktu. Kayıp mı olurdum? Donar mıydım? Yoksa yanar mıydım? Hiçbirinin bir önemi yoktu. Hayat boyu kaybolmak istemiştim. Sadece benim olduğum ve kimsenin beni bulamayacağı bir yere gitmeyi. Kışın üstüme bir şey almadan onlarca kez dışarı çıkmıştım. Gecenin bir köründe iliklerime kadar donmuş ve öyle dönmüştüm eve.
Şimdiyse bir yangın çıksa bu ormanda ve ben o yangının tam ortasında olsam oturur beklerdim alevlerin bana ulaşmasını. Parmak uçlarımdan kalbime kadar yanmayı ve kül olmayı.
Ama ne kayboldum ben ucu bucağı görünmeyen bu ormanda, ne dondum, ne de alevlerin içinde buldum kendimi. Sadece karşıma yaşlı bir kadın çıkana kadar sessizce yürüdüm. Yerde yatan ve acı içinde kıvranan bir kadın bulana kadar.
Bu kadının burada ne işi vardı, bu ormana nasıl gelmişti bilmiyordum ama yardıma ihtiyacı olduğu her halinden belliydi. Merakla yanına gittim ve usulca elimi uzatıp koluna dokundum. Kadın korkuyla çığlık atarken hızla elimi geri çektim ve
"Sakin olun, size zarar verecek değilim." dedim. Kadın deniz mavisi gözleriyle bana bakarken neden böyle davrandığına anlam veremedim. Birinden mi kaçıyordu, birini mi arıyordu yoksa biri için mi buradaydı çözememiştim ama tek gördüğüm karşımdaki bu kadın hiçte iyi bir durumda değildi.
Neydi onun bu denli canının yanmasına ve bu denli kıvranmasına neden olan da bu kadın bu hale gelmişti? Kadının şüphe ile bakan gözleri karşısında tekrardan usulca ona yaklaştım ve
"İzin verin yardım edeyim.İyi görünmüyorsunuz." dedim. Kadın bu defa gözlerindeki sinirle bana dönerken
"Sen bana yardım edemezsin." dedi acı içinde. Hızla
"Kimin yardım edebileceğini söyleyin onu getireyim o zaman." diye cevapladım. Bugün bu dünyadaki son günüm olabilirdi ama bu ona yardım edemeyeceğim anlamına gelmiyordu.
"Bana kimse yardım edemez." dedi gözlerim kadını süzerken. Bir yarası olmalıydı. Onu güçsüz düşüren, öldüren ve son nefesine daha çok yaklaşmasına neden olan bir yarası.
"Neden?" diye sordum büyük bir merakla. Kadın acı içinde gülümsedi ve nefes nefese cevapladı sorumu.
"Kişinin kaderinde kendinin bile değiştirmeyeceği belirgin çizgiler vardır ve ben o çizgilerden birindeyim sadece. Yolun sonunun nereye çıkacağının da farkındayım, çabalamanın boşuna olduğunun da."
Gözlerim büyük bir yavaşlıkla kadının gözlerini bulurken artık bana nefretle ya da korkuyla bakmadığını fark ettim. Bahsettiği o kader, çizgiler her neyse hiçbirine mantıklı bir anlam yükleyememiştim ama karşımdaki kadın bunları çoktan kabullenmiş gibiydi.
Bir acı gördüm gözlerinde. Fiziksel bir acının çok daha ötesinde, daha derin bir acı. Onu boğan ve sanki ölmesine sebep olan vücudunda bulunan ama benim daha bulamadığım o yara değilde çok başka bir şeymiş gibi. Kadın gözlerime baktı ve sanki onu hayatı boyunca tek anlayan benmişim gibi minnetle gülümsedi. Gözlerim gülümsemesinde takılı kalırken kanlar içindeki eli boynuna gitti ve boynunda asılı olan küçük zinciri çekip kopardı.
Zincir anında kana bulanırken kadın elini uzatıp elimi tuttu ve ucunda gümüşten iki küçük kanat olan kolyeyi ellerimin arasına bıraktı. Karşımda duran kadın son dakikalarında son nefesini solurken ikimizde bunun farkındaydık.
Ellerimin arasındaki kolye ile gözlerinin tam içine bakarken
"Senden bir şey isteyeceğim." dedi. Bir umutla
"Tabi, ne isterseniz." diye hızla cevap verdim kadına. Aklımdan onlarca istek geçti. Onlarca yardım isteği. Farklı farklı, ayrı ayrı çözüm yolları içeren yardım istekleri ama kadın benim aklımdakilerin çok dışında bir istekte bulundu.
"Dilek dile."
Gözlerim şaşkınlıkla ve hayretle açılırken
"Ne!" dedim istemsizce. Karşımda bir kadın vardı. Ölüyordu. Ben hiç bir şey yapamıyordum ve benden istediği tek şey bir dilek dilememdi. Karşımdaki kadın kesinlikle aklını yitirmişti.
"Bir dilek dile." dedi bir kez daha ve ben bir kez daha şaşkınlıkla baktım yüzüne. Gözleri yavaş yavaş kapanırken
"Bu dünyada senin olmayan ve asla olamayacağını düşündüğün bir şey ama tek dilek hakkın var. Sadece tek hakkın. Dikkatli ol, dilediğin şey ne olursa olsun sonuçlarını sen bile tahmin edemezsin." dedi. Ben onun dediğini dikkate almazken
"Hanımefendi." dedim onu sarsarak.
"Ne dileğinden bahsediyorsunuz? Tanıdığınız biri varsa söyleyin gidip çağırayım ya da yardım çağıralım, bir şey isteyin ama ne dileği?"
Gözleri dikkatle beni süzerken zorla
"Benim için." dedi.
"Benim için bir şey dile ve sakın dediklerimi unutma. Ölüyor olmama gelirsek senden sadece bunu birine iletmeni istiyorum."
Dikkatle gözlerine bakıp gözlerinin kapanmasına izin vermemek adına onu tekrardan sarsarken
"Tabi, tabi ki kime isterseniz söylerim. Adı ne? Nerede bulabilirim?" dedim. Kadının gözleri iyice kapanırken
"O-onu b-burada bulamazsın. Baş-başka bir yerde, a-adı..." dedi ve gözlerini ben daha ne olduğunu anlayamadan sonsuz bir uyku için kapattı. Bir şeyler yapmak adına sanki uyanabilirmiş gibi kadını sarsarken
"Hanımefendi, hanımefendi uyanın! Başka yerde derken, başka yer neresi? Adı, adı neydi? Hanımefendi!" diye yüksek sesle sesimi ona duyurmaya çalıştım. Ama ne kadın uyandı ne de istediğim soruların cevabını alabildim.
Daha az önce ağaçlardan gelen güçlü hışırtı sesleri bile susarken bir kadının ölümüne şahit olan bu orman, belki de hiç olmadığı kadar sessizdi şimdi. Benim hayatım zaten başlı başına bir sessizlikten ibaretti.
Uzun uzun baktım daha bir kaç dakika önce yaşayan ama şimdi ölü olan kadının bedenine.Bir ölüye göre daha çok rahatlamış gibiydi. Sanki yıllardır bu anı bekliyordu ve ölümü kolları açık karşılamıştı. Belki saatler sonra benim yüzümde böyle huzur dolu olurdu ama ondan önce yapmam gereken bir şey vardı. Bu kadının kim olduğunu ve yakınlarını bulmalıydım.
Kafamda hızlı bir plan yaptıktan sonra kadını orada bırakarak geldim yolları büyük bir hızla geri döndüm. Anahtarını almadığım ve bir daha gelmeyeceğimi düşündüğüm eve arka bahçesindeki kapıdan girdim. Odamdaki masanın üstünde duran telefonu elime aldığım gibi bir kaç kişiyi aradım ve kadının kim olduğunu öğrenmeleri için ormana gönderdim. Kadının mesaj iletmek istediği kişiyi bulmam için önce kadının kim olduğunu bulmam gerekiyordu. Bunu ne kadar çabuk yaparsam sadece 11 saatimin kaldığı hayatıma da o kadar çabuk dönerdim.
En fazla bir saat sonra çalamaya başlayan telefonumuysa vakit kaybetmeden cevaplamıştım.
"Buldunuz mu?" dedim telefonu açar açmaz.
"Efendim.." dedi adam çekingen bir sesle. Sinirlerim gerilirken tekrardan aynı soruyu sordum.
"Buldunuz mu!" Şuan herhangi birinin çekingen tavırlarıyla uğraşacak vaktim ve sabrım yoktu.
"Efendim, ormanda bulduğumuz kadına uygun ya da benzer hiç bir insan yok. Yüzünü, parmak izini defalarca tarattık ama hiç bir şey bulamadık. Kadına dair hiç bir kayıt hiçbir ipucu yok."
"Ne yani bu ülkede yaşamıyor muymuş?" Telefondaki adamım şaşkınlıkla sorduğum bu soruya daha çok şaşırmama neden olacak bir şekilde cevap verirken oldukça karışık bir durumun içinde olduğumu kabullenmemek aptallık olurdu .
"Bu ülkede değil bu dünyada yaşadığına dair bir kanıt yok."
Duyduğum şeyler beynimin durmasına sebep olurken bu kadının hangi delikten çıktığı büyük bir merak konusuydu. Bir kadın çıkmıştı bugün karşıma, ne bir kayıt vardı onun bu dünyada yaşadığına dair ne de bir kanıt ve bu bugüne kadar başıma gelen en ilgiç olaylardan biriydi. En ilginci bile olabilirdi. Bugün gözlerimin önünde bir kadın ölmüştü ama kadın bu dünyada hiç yaşamamış gibiydi. Oysa birinin ölmesi için önce yaşaması gerekti. O zaman bu kadın da neyin nesiydi?
Hayat son günümde bile bana en iyi oyunlarını oynamaktan çekinmiyordu ve bu oldukça sinir bozucu bir durumdu. Yapabileceğim hiç bir şey yokken kendi planlarıma geri döndüm. Kadının ölmesi benim suçum değildi. Sözünü tamamlayamaması da benim suçum değildi. Bu durumda sadece 10 saatimin kaldığı hayatıma geri dönebilirdim.
Aklımdaki her şeyi unutup ya da unutmaya çalışıp tekrardan çıktım evden. Oysaki bir önceki çıkışımda da bir daha gelmeyeceğimi düşünmüştüm. Şimdiyse tekrar bir daha gelmeyeceğimi düşünerek çıkıyordum. Belki dönerdim belki dönmezdim ama kesin olan bir şey vardı. O da bugünün sonuydu. 10 saat içinde ne olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın bugünün sonu değişmeyecekti. Aklıma kadının
"Kişinin kaderinde kendinin bile değiştirmeyeceği belirgin çizgiler vardır." deyişi geldi.
Tıpkı onun dediği gibi benim ölümüm de kaderimdeki belirgin çizgilerden biriydi. Benim tarafımdan çizilmiş bir çizgi, onun ölümüne kimsenin engel olmadığı gibi benimkine de engel olunamayacak kadar net bir çizgi.
Yürüdüğüm ıslak kaldırımda yankılanan adım seslerim, sessiz sokakta yankılanırken kimse bu yağmurda dışarı çıkacak kadar çıldırmamış olmalı ki bir tek ben vardım dışarıda. Camdan izleyenlerin bana deli dediğine o kadar emindim ki bu bende gülme isteği uyandırıyordu.
Oysa her yağmur yağdığında bir yerlerde saklanacaksak nasıl ıslanırdık ki? Nasıl üstümüz başımız kirlenirdi de temizlenmek için bir nedenimiz olurdu ya da nasıl üşürdükte ısınmak için bir sebebimiz olurdu?
Her şey için bir neden vardı bu hayatta. Yaşamak için bile. Şimdiyse bu hayata veda etmemin en büyük nedeniydi bu. Çünkü yaşamak için hiçbir nedenim yoktu ve nedenin olmadan yaşamak hayata hapsolmaktı bana göre ve ben özgür ruhlu bir insandım. Hapsolmayı kaldıramazdım.
Aklıma gelebilecek her şeyi yapabilecek güce sahiptim her zaman. Aklıma gelen her şeyi yaptım da. Güneşin doğuşunu izledim, gün batımını izledim, bir gece vakti dışarı çıkıp yağmurun altında saatlerce ıslandım. Önüme gelen her hayvana yemek vermiştim bir gün, yüzlerce hayvana. Bir keresinde ise evin çatısına çıkıp çatıda uyumuştum. Sinir olduğum insanların karşısına geçip ne kadar dar fikirli olduklarını söylemiştim ya da onların hakkında her ne düşünüyorsam. Hiç bilmediğim birinin düğününe gidip misafir gibi davranmıştım mesela. Dalış yapmıştım, araba yarışları izlemeye gitmiştim, serbest atlayış ve onun dışında bir sürü şey daha yapmıştım.
Aklıma gelip gelebilecek her şeyi anında yapmıştım ve şimdi ne yapmak istediğim bir şey, ne de yaşamak için bir sebebim kalmıştı ve sırf bu yüzden veda ediyordum bugün bu hayata.
Dünyada sadece çok zor şeyler yaşayan insanlar intihar etmezdi. Hiç bir şey yaşamayanlarda bunlara dahildi. Gerçi benimki bir intihar değildi. Küçük bir vedaydı sadece. Benimki yaşama son vermek değil, ölümü yaşamaya başlamaktı. Yani ben bir sona değil yeni bir başlangıca gidiyordum.
Yağmur hızını daha da artırırken gülümsedim ve devam ettim bilmediğim başka bir yolda daha yürümeye. Yolun nereye gittiğini bilmiyordum ama ben her geçen dakika gideceğim yere yaklaştığımı biliyordum.
Yağmurun aksine benim adımlarım yavaşlarken ormandaki kadını düşünürken buldum kendimi. Öldüğünü bile bile yardım istememişti benden. Birini aramamı, biriyle konuşmayı ya da birine veda etmeyi bile istememişti. Bende kimseye veda etmeyecektim ama aradaki fark şuydu; benim veda edecek kimsem yoktu. Peki ya onun? Onunda mı yoktu? Benden birine haber vermemi istemişti ama kadının bu ülkeyi bırak bu dünyada yaşadığına dair bir kanıt bile yokken o biri nasıl olsundu ki?
Peki ya onun ölüm çizgisini çizen kimdi? Benimkini ben çizmiştim ama o kadının kendini öldürmek istediğini hiç sanmıyordum. İkimizin durumu dışarıdan bakıldığında ne kadar da aynı görünüyordu değil mi? Kadın ölüyordu ve kimseden yardım istememişti, kimseye veda etmekte istememişti. Bende saatler sonra ölecektim ve kimseden yardım istemeyecektim. Kimseye veda da etmeyecektim ama olayın derinliklerine inildiğinde dünyanın en farklı iki olayıydı belki de.
Hayatta en sevdiğim sözlerden biriydi
"Hiç bir şey göründüğü gibi değildir." sözü. Çünkü en doğru cümleydi bana göre.
Bir olaya binlerce bakış açısından bakılsada hiçbir şey her zaman göründüğü gibi olmazdı. Bir kavgada suçlu tamamen suçlu değildir mesela. Çünkü olaya onun bakış açısından bakamayız. Ne hissettiğini, neden yaptığını hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz ve bu bizi suçlu kılar. Onu anlayamadığımız için ve buna rağmen hakettiğinden daha büyük bir ceza verdiğimiz için.
Düşünceler içinde saatime baktığımda toplam 8 saattir yürüyor olduğumu gördüm. 8 saatin sonunda bir sahile çıkmıştı yolum. Saat 22.00'dı ve burada kimse yoktu. Benimse 2 saatim kalmıştı. Yani 2 saat sonra bende burada olmayacaktım. Düşüncelerimi gözardı edip sahile yürümeye başladım ve biraz ilerledikten sonra kendimi hala sıcak olan kumların üstüne bıraktım. Kumlara uzanırken gökyüzüne baktım ve milyonlarca güzel yıldız gördüm. Etrafta hiç ışık olmamasından faydalanan yıldızlar parladıkça parlıyordu. Bu yüzden her birini rahatlıkla görebiliyordum. Bu güzel bir şeydi. Gökyüzü güzel bir yer olsa gerekti.
Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre içerisinde sadece yıldızları izledim. Tam 23.50'de aklıma kadının benden istediği başka bir şey geldi. Sesi resmen
"Bir dilek dile." diye yankılandı beynimin tam içinde ve ben hayatımın son 10 dakikasında bir dilek düşündüm. Kadının sesi bir kez daha beynimin içinde yankılanırken kafam karışmıştı.
"Bu dünyada senin olmayan ve asla olamayacağını düşündüğün bir şey."
'Bu dünyada benim olmayan bir şey' diye geçirdim içimden. Ben hayatım boyunca her şeye sahiptim, şimdi ne dileyebilirdim ki? Sıkıntılı bir nefes alırken gözlerimi tekrardan gökyüzüne çıkardım. Gökyüzü...
Son iki dakikam varken oturur pozisyona geldim ve gözlerim bu defa denizi buldu. Sonsuz gibi görünen ama sonu olan kocaman denizi.
Ve bir dakikam kala ayağa kalktım. Gözlerim
yine odağını değiştirirken bu sefer karanlık ormanları buldu. Hiçbiri benim değildi ve olamazlardı da.
30 saniye. 30 saniyem kala ayakkabılarımı bile çıkarmadan denize doğru ilerledim. Soğukluğunu umursamadan hızla devam ettim ilerlemeye. Su, önce dizlerimi aştı sonra belimi daha sonra da omuzlarımı ve su boyumu aşmadan son bir cümle çıktı dudaklarımın arasından. Bu bir dilek cümlesiydi. Gerçek olamayacak kadar imkansız ve hayal edilemeyecek kadar güzel bir dilek cümlesi.
"Yıldızlarla dolu gökyüzünü, sonu görünmeyen denizleri ve karanlık ormanları diliyorum."
Cümlenin bitmesiyle soğuk ve derin sulara hiç düşünmeden daldım. Denizin en derinine doğru durmadan yüzdüm. Yeterince derine geldiğime karar verdiğimdeyse olduğum yerde durdum ve denizin derinliklerinde kendimi serbest bıraktım.
Her geçen saniye oksijen alamayan ciğerlerim isyanını artırırken bilincim yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı.
Bilincim de gözlerim de kapanırken kendimi ölümün kollarına bıraktım. Son hissetiğim şey bileğimde hafif bir baskı sonrada bir yere doğru çekilmemdi. Son gördüğüm şeyse tanımlayamadığım bir silüetten ibaretti.
Bölüm Sonu