Slvya, ayak bastığından beri onu olduğundan daha rezil bir hale getiren ülkeden bir an önce ayrılmak için valizini topluyordu. Lüks bir otel odasında ve oldukça öfkeliydi. Nefes almak için başını kaldırdığı sırada oda arkadaşının kapıdan gruptan biriyle girdiğini gördü. Kesinlikle doğru yolda olduğunu bir kez daha anlarken hareketlerini hızlandırdı.
Oda arkadaşı Julia, elindeki valizi fark ettiğinde “Hey gerçekten de gidiyor musun?” dedi, hafif İspanyol aksanıyla.
Slvya, ona bakmadan başını sallayıp, fermuarını kapattığı çantayı yüklenirken kulağına gelen keyifli kıkırtının sebebini anlamak için başını kaldırdı.
Gördükleri sonucu iki saniye öncesine dönmeyi diledi.
İki ay öncesine, iki yıl öncesine, hatta belki de yirmi yıl öncesine...
Julia ve Thomas öpüşüyordu. Öpüşmeleri mide bulandıracak kadar mahrem gözüküyordu. Başını yere eğip, “Ben çıksam iyi olacak. Akşam Londra'ya uçuyorum. Sizinle tanışmak güzeldi. Kendinize iyi bakın,” diye geveledi aceleyle.
Cevap alamayınca başını hafifçe kaldırdı ama yeniden eğmek zorunda kaldı. “Her neyse...” diye fısıldayıp yürümeye başladı. Topuklusunun sesi odada yankılanırken Julia ona seslendi.
“Hey, buradan ayrılmadan önce şu partiye mutlaka bir göz atmalısın. Gerçekten iyi parçalar var. Tom olmasaydı kendime birini kapabilirdim. Sen, o muhteşem beyaz teninle benden çok daha iyi birini kapabilirsin.”
Genç kadın Julia'nın seslenişiyle durakladı. Topuklarının üzerinde yaylanırken sürüklediği valizi bıraktı. Arkasını dönmeye korktuğu için hala koridora bakıyordu. Organizasyonun görevlendirdiği kişiye, her teklif ettiğinde kesin bir dille katılmayacağını belirttiği partiye gitmeyi düşündü. Kararsızlıkla dudaklarını kemirdiğinden habersiz eteğinin yırtmacına göz attı. Etrafta gezdirdiği gözleri yeniden kendine döndüğünde bu kez hedefinde ayağını acıtmaya başlamış siyah topukluları vardı.
İtalya'da yapılacaklar lisesi oldukça kalabalıktı ve o listedekilerden birini bile gerçekleştirememişti. Bir partiye katılmak listesinde yoktu ama katılabilirdi. Bir an bu seçeneği beyninde evirip çevirdi. Geziye katıldığından beri yaşananları düşününce aklı başına geldi. Şimdiye kadar ne düzgün gitmişti ki... Adımlarını attıkları her yerde bir sorunla karşılaşıyor, geldiklerine de geleceklerine de pişman oluyorlardı.
“Teşekkürler. Sanırım katılmayacağım,” deyip fikrini değiştirmeden evvel kendini açtığı kapıdan koridora attı. Valizi sürüklerken yine çantası omzundan kaymıştı. Çantasını ve omzunu açıkta bırakan geniş yakalı gömleğini çekiştirip düzelttikten sonra çenesini dikleştirdi. İçindeki harabeye inat, dışı restore edilmiş bir bina gibiydi. Küçük ve keskin hatlara sahip bir yüzü, berrak mavi gözleri vardı. Saçlarının orijinal rengi sarıydı ancak geçirdiği buhranlı günler sonucu ruh haline uygun bir renk olan gece mavisine boyamaya karar vermişti. Aynaya her baktığında yıllardır aldığı en doğru kararın saçlarını boyamak olduğunu düşünüyordu. Artık, kandırılmaya müsait o saf kız yerine daha yırtıcı bir görüntüsü vardı. Kendisi hala o saf kız olsa da dışarıdan bakanlar için o kadar da kolay bir lokma değildi. Parlak, kısa, modern kesimli saçlarını iki parmağıyla nazikçe kulak arkasına ittikten sonra asansöre bindi.
Bina içindeki ses yalıtımı iyiydi ancak asansörde durum çok kötü bir hal alıyordu. Odalardan taşan sesler asansör boşluğunda dağılıp ona kadar ulaşıyordu. Tüm seslerin yanında hatta üzerinde, manyak bir ritim tutturmuş, hareketli şarkıyı ve ona eşlik eden insanların sesini duyduğunda başını çatıya doğru kaldırdı. Asansörün tavanını süzerken içindeki dolduramadığı boşluğun onu yeniden ele geçirdiğini hissetti. Evine dönmek istemiyordu. Hem de hiç!
Evi, eski mutlu yuvası değildi. Annesi ölmüştü. Onu küçük odalarda birikmiş bir sürü hayal ve anıyla baş başa bırakıp gitmişti. Ancak ölmesine haftalar kala genç kadına hasta olduğunu itiraf etmişti. Slvya annesinin son konuşmasını hatırlıyordu. Günlerce üzerinde düşünmüş, daha sonra ilgilenmek üzere bir kenara bırakmıştı. Çok daha iyi hissettiği bir ara...
Annesinin ölümünden sonra ona destek olan iş arkadaşı Miles sayesinde toparlanmıştı. Miles ile kısa sürede nişanlanmış, işine ise dört elle sarılmıştı. Sahip olduğu hiçbir şey direkt kucağına bırakılmamıştı. Mesela okuduğu okuldan mezun olan diğer arkadaşları gibi kendine bir müze müdürlüğü kapacağını sanırken en dipten başlamıştı. Çalışmış, herkesten çok özveride bulunmuş ve sonunda bir gün terfi alacağını düşünerek girdiği kapıdan eline bir zarf tutuşturulmuş olarak çıkmıştı.
Zarar tanzimini bir an önce ödemesini bildiren, aynı zamanda bir daha aynı pozisyonda ve başka müzelerde çalışmasına engel niteliğinde beyanlar ile ödemeyi yapması gereken hesap numarasını içeren kâğıdı bir sinirle buruşturup atmıştı. Aylar sonra ise kendini İtalya'da salak bir insan topluluğu ile iğrenç bir gezide bulmuştu.
Kovulmasının ardından günlerce evine kapanmıştı. Yine sarhoş olup ağlayarak televizyonda garip kanalları dolaşırken saçma bir programa denk gelmişti. Kanal değiştirecekken son derece komik ve basit bir soru duymuş, cevabı söylemek için ekranda yazan numarayı tuşlamıştı. O programdan kazandığı tatilde normal insanların olmayacağını tahmin edemediği için kendini bir kez daha azarladı. Aklı başında olan hangi insan tanımadığı insanlarla bir başka ülkeye giderdi ki...
Asansörün kapısı açılır açılmaz valizini sürükleyerek resepsiyona ilerledi. Görevlinin önünde durduğunda çıkış yapacağını söyleyip bir taksi çağırmalarını rica etti.
Üç yabancı dili vardı. Birincisi akıcı bir şekilde konuşabildiği, okulda öğretilen İspanyolca, ikincisi ise bir heves ile başlayıp azimle çalışarak öğrendiği için kendisiyle gurur duyduğu Çince. Konuşabildiği bir diğer dil de İtalyanca idi.
Çince öğrenilmesi en zor dillerden biri olduğu için inat edip öğrendiği, zamanla tercümanlık yapacak kadar ustalaştığı bir dildi. Kovulmadan önce müzeye Çin’den getirilen eserleri inceliyor, sınıflandırıyor ve restorasyonu ile ilgileniyordu. İtalyancası idare ederdi. Filmlerine hayran olduğu için öğrenmeye karar verdiğinde henüz on dört yaşındaydı. Annesi ona bu saçma merakından kurtulmasını sık sık dile getirmişti. Bu tavrını savunurken dayanağı İtalyancanın çok kaba bir dil olmasıydı. Slvya'ya göre İtalyanca akıcı, esnek ve hatta hoş bir dildi. Karşı çıkmalar onu vazgeçirmek yerine kararlılığını inatçılığı ile pekiştirmesine sebep olmuştu.
Annesinin neden bu şekilde davrandığını ise ancak on yıl sonra öğrenebilmişti. Sebep babasıydı. Babası, annesinin yıllar önce ona söylediği gibi bir İngiliz beyefendisi değildi ayrıca ölmemişti. Annesi onu, kızına söylemeyi kesinlikle reddettiği bir sebepten terk etmişti. Slvya onun hayatta olabileceğini, ayrıca bir İtalyan olduğunu öğrenmişti.
Babasının kim olduğunu deli gibi merak ediyor, onunla tanışmak, hiç olmazsa uzaktan neye benzediğini görmek istiyordu. Bu dileğini annesine ilettiğinde oldukça sert bir tepkiyle karşılaşmıştı. Buna karşılık yılmamış, aksine naif kişiliğine karşın daha da ısrarcı olmuştu. Annesi ise tüm uğraşına rağmen kesin bir dille isim vermeyeceğini belirtmiş, dediğini de yapmıştı. Tam bir yıl önce ölmüş, ölürken bile ona babası hakkında tek bir bilgi kırıntısı vermemişti.
Asansörden çıkıp girişe yöneldi. Otelden çıkış yapmak istediğini bildirdi. Görevli bilgisayar ekranına bakıp oda numarasını sorunca dalgınca cevap verdi. Aklı hala dönüş yolculuğundaydı. Bakışları yine ayağını acıtan topuklularına kaydı.
“Otel ücretini ödemeden ayrılamazsınız efendim,” diyen sesle ile başını dikkatsizce incelediği ayak parmaklarından görevliye çevirdi. Ücret mi? Bu adam neden bahsediyordu böyle?
“Siz ne ücretinden bahsediyorsunuz? Buraya bir grupla birlikte geldim ve tüm masraflar organizasyon yetkilileri tarafından karşılanıyor.”
“Sizin kaldığınız oda, o gruba dahil değil. Geldiğinizde size verilen evrakı göstererek bize bildirmeniz gerekiyordu efendim.”
“Saçmalamayın. Yanımda aynı gruptan Julia var. Hani şu melez olan kız! İkimize birden yanlış oda verip, para koparmaya mı çalışıyorsunuz? Bu nasıl bir rezilliktir! Size ödeme falan yapmayacağım,” diye itiraz ederken telaşlandığını gizlemeye çalışıyordu.
Otel, gezi boyunca bulunduğu en lüks yerdi. O odada üç gündür bulunduğunu, bu süre zarfında da bir sürü şey yiyip içtiğini düşününce telaşla yutkundu. Hesap geldiğinde bankada kalan son paralarına da veda edeceğini anlamış olmanın sıkıntısı ile bir çıkar yol düşünmeye başladı.
“Ödeme yapacak mısınız? Yoksa ben arkadaşları çağırayım mı hanımefendi!”
Slvya, bir görevliye bir de üzerine doğru gelen üç iri kıyım adama bakarken parmaklarını yavaşça kıyafetleriyle dolu olan valizden çekti. Ayağındaki topukluları aynı yavaşlıkta çıkartıp eline aldı. Karşısında her an üzerine atlayacakmış gibi duran üç yabani hayvan vardı. Onları ürkütmemek için çok dikkatli hareket etmesi gerekiyordu.
Ayakkabılarını eline aldığında onlara fırlatacağını sandığı için bir anlık geri çekilip başına ellerini siper eden görevlilere hafifçe gülümsedi. Adamlar, yüzündeki haylaz gülümseye odaklanmışken minik ince parmaklarıyla ucundan tuttuğu mini eteğinin yumuşak kumaşını yukarı çekiştirdi. Bu hareketiyle bacakları rahatlamış, kaçış için şansını artmıştı.
Ayaklarını esnetirken, toparlanıp ne yaptığını anlayan adamlar üzerine doğru gelmeye başlayınca hareketlendi. Bir kez bile dönüp arkasına bakmadan peşinde cehennem tazıları varmış gibi koştu. Koridor boyunca ilerleyip kendini kapısı kapanmak üzere olan asansöre son saniyede atmayı başardı.
Amacına ulaşmanın verdiği rahatlıkla nefes nefese gerileyerek aynaya yaslandı. Asansör kapısı tamamen kapanmadan saliseler önce aralığa elini sokmaya çalışan adama dil çıkartıp kahkaha atmaktan geri kalmadı. Uzun süredir kendisini böylesine eğlenmiş hissetmiyordu. Damarlarında dolanan adrenalin etkisiyle yerinde kımıldanıp, otuz iki diş sırıtarak eteğini düzeltti.
Belki de Julia odaya gelmeden hemen önce, rezil hayatını kutlamak için içtiği şampanya etkisini yeni göstermeye başlamıştı. Tüm vücudunu sarıp sarmalayan bir rahatlamayla kuşatıldıktan sonra sırtını yeniden aynaya yaslayıp yere doğru kaydı. Kalbi deli gibi çarpıyordu. Ayakkabılarını asansörün zeminine atıp, oturduğu yerde giydikten hemen sonra aceleyle bastığı düğmelere göz attı. 5. kat ışığı yanıyordu ve orada inerse yakalanması kesindi.
En üst katın düğmesine basarken tüm tereddütlerinden sıyrılmıştı. Resepsiyonda bıraktığı valizde birkaç parça yazlık kıyafet dışında dişe dokunur bir eşyası yoktu. Yola çıkması için gerekenler, pasaportu ve cüzdanı dahil her şeyi omzunda asılı mini çantasındaydı. Dağınıktı, sürekli eşyalarını bir yerlerde unuturdu ancak güçlükle aldığı pahalı çantası unutmayacağı yegâne varlığıydı. Döndüğünde hemen bir iş bulamazsa ilk elden çıkaracağı şeylerden biriydi. Çantasına sıkıca sarılıp yerden kalktığında kafasını toparlamıştı.
Çatıda, arka sokağa bakan yangın merdivenine geçebileceği bir kapı olduğunu gevezelik yapan bir kadından öğrenmişti. Ailesiyle birlikte geziye gelen gençlerin gizlice sıvışmak ve yine aynı şekilde dönmek için kullandıkları yolu bulmak zor olmamalıydı. Partidekilerin arasına karışıp kapıya ulaşacak ve doğruca hava alanına gidecekti. Son üç kat kala aynaya dönüp makyajını kontrol etti. Parfümünü sıkıp elleriyle saçını dağıttı. Görüntüsü iyiydi. Çantasından çıkarttığı siyah kalemi heyecandan titreyen parmaklarıyla güçlüce kavradı. Biraz zorlanarak da olsa göz çevresinde gezdirdiğinde parti kızına daha çok benzemişti.
Hep sevimli bir mavi olan gözleri, kalem ve ışıklandırmayla birlikte artık çekici lacivert görünümüne bürünmüştü. Memnuniyetle kendini süzmeyi bıraktıktan hemen sonra asansör kapısı açıldı. Kafasını uzatıp gelen giden olmadığını görünce rahat bir nefes aldı. Terleyen ellerini eteğine sildikten sonra mantığının devreye girmesine izin vermemek için düşünmeyi bıraktı. Koridora çıkar çıkmaz onu sarıp sarmalayan yüksek sesli müziğe doğru kararlı adımlarla yürümeye başladı.
“Hey sen!” diye bağıran sert sesi duyduğunda ayağını çatıya açılan kapının dışına atana kadar koşturdu. Kalabalığın içine girdiğindeyse anında ritme uyarak salınmaya başladı.
Adamların onu aradığını biliyordu ve dans ederken etrafı görebilmek için kendi çevresinde bir tur attığında onları yakaladı. Artık beş kişi olmakla birlikte nerede olduğunu görebilmek için sağa sola bakınıyorlardı.
Hepsine tek tek bakıp dans etmeye devam ederken bir yandan da kaçmayı düşündüğü kapıyı aramaya başladı. Gözleri, karanlıkta dikilen, sadece yüzünün bir kısmı loşluktan sıyrılmış adamla buluştuğunda teninde tarif edemediği bir karıncalanma hissetti. Adamın etrafa yaydığı somut bir enerji vardı. Çekimini tüm kalabalığa, kendisine değen diğer tüm bedenlere göre çok daha fazla hissediyordu ve bu durum onu şaşkına çevirmişti.
Gözlerini kaçırıp yaptığı işe geri dönse de gözü kendiliğinden dikkatle onu süzen adama kayıyordu. Terlemiş, yorulmuş ve nefes nefeseydi ama düşünmeden kararını verdi. Kalabalıktan sıyrılıp adama doğru yürümeye başladı. Amacı yoktu. Sadece yakından nasıl gözüktüğünü, yüzünün nasıl bir şey olduğunu merak etmişti. Bakıp gidecekti.
Adamın yanına varınca henüz tanışmak için elini bile uzatmaya fırsat bulamamışken “Orada!” diye bağıran sesi duyduğunda yutkundu. Onu tartan adama gülümsemeye çalışarak aceleyle arkasına bakındı. Gerçekten geliyorlardı. Gitmesi gerekiyordu ama kalmak da istiyordu.
Bir adım atıp kararsızca adama bakınca onun kendisine inat rahatça içkisini yudumladığını gördü. Onun, nereye gittiğini, neden gittiğini veya kovalandığını, hiç olmazsa adını sormasını ummuştu ama adam tepkisizce onu süzüyordu.
Sinirle dudağını büzüp gerilerken adamın hareketlendiğini gördü. Adam sol eliyle kolunu tutarken sağ elinin bir hareketiyle gelenleri durdurup kışkışladı. Sonra da yine aynı tavırla ona dönüp gülümsedi. Gözleriyle buluşmayan sert gülümsemesine eşlik eden sesi, Slvya'nın hayatı boyunca duyduğu en erkeksi sesti.
“Sorun yok. Artık kaçmaktan vazgeç.” Cümlesini duyan adamlar gerilerken Slvya, ne yapması gerektiğini bilemeyerek adama bakmaya başladı. Ondan gelecek tepkiyi beklerken kalbi kendine farklı bir ritim tutturmuştu. Kalbinin tik taklarını dizginlemeye çalışırken kolunu tutan parmaklar gevşedi. Adamın elini çektiği yerde anında bir boşluk hissederken bilinçsizce az önce yanan derisini sıvazladı.
İpin ucunu kaçırmıştı, çılgınlıklarına bir tatil macerası da eklemesi hayatında bir değişikliğe sebep olmayacaktı. Omzunu geriye atıp, adama doğru sokulurken kafasında mantık ile paralel tek bir düşüncesi bile yoktu. Tek istediği, hayatında bir kez olsun iç güdülerinin onu ele geçirmesine izin vermek ve sonrasını düşünmemekti.
Bir kez olsun, mantığını kenara attı ve tüm hayatını değiştirecek bir karar verdi. Olacaklardan habersizdi...
Sonrasını sonra düşünecekti.