İnsanların mizacı ikiye ayrılıyordu. Arayanlar ve kaçanlar…
Kaçanlardan olmak en büyük lütuftu.
Arayanlardan olmaksa insana sadece acı ve mutsuzluk veriyordu. Her kapıyı zorlayarak, en karanlık boşluklara korkusuzca dalarak, hayatını sürekli bilgiyi arayarak geçirirlerdi. O doğuştan arayanlardandı. Ve keşke öyle olmasaydı. Oysa tek isteği derinlere gömdüğü acılarından kurtulmaktı. Ama her geçen gün daha çok acıya yol açıyordu.
Neva’ya olduğu gibi.
Yaralardan neredeyse tanınmayacak hale gelmişti. Ağrı kesiciler acısını dindirmeye yetmiyordu. Bilinçsizce inleyişleri genç kadının içini parçalıyordu. Tek sevindiği iç organlarında herhangi bir hasar olmamış olmasıydı. Hayati bir yarası yoktu ama bu kadarı bile Neva’ya acı vermeye yetiyordu.
Sabaha karşı gözlerini açtığında gördüğü ilk şey Begüm’ün endişeli ifadesi olmuştu.
“O kadar mı kötü?” demişti ama yaraları acı içinde kasılmıştı. Sesi işkencede attığı çığlıklardan kısılmıştı. Begüm konuşanın o olup olmadığını kıpırdayan dudakları görmese anlamazdı.
“Hala çok güzelsin.” Kendini gülümsemeye zorlamıştı.
“Yalancı!”
“Daha fazla konuşma.” Onu uyarma ihtiyacı hissetmişti. “Ben doktoru çağırayım.” İçten içe bunu yaşamasına neden olduğu için kendini suçluyordu.
Neva istediği gibi konuşmadı ama onu durdurmak için bileğini tuttu. Begüm geriye döndüğünde nazikçe bileğindeki eli çözüp çarşafın altına bıraktı.
“Öldü. O ve adamları. Ondan geriye bir iz bile kalmadı. Hepsini, her şeylerini yaktım.” Sesi buz kadar soğuktu.
Öldürmesine rağmen, ölüm şekillerine rağmen, öldükten sonra rahat bırakmadığı cesetlerine rağmen öfkesi tazeydi. Bedel ödenmiş olsa da içinin soğumasına yetmiyordu. Neva’yı o hasta yatağında gördükçe de içinin ateşi harlanıyordu.
Gün ilk ışıklarına merhaba derken Neva tekrar uykuya dalmıştı. Verilen yoğun ağrı kesiciler uyanık kaldığı süreyi kısıtlıyordu. Onu güvendiği kişilere emanet ettikten sonra evine geldi.
Kısa bir duş alıp üzerini değiştirdikten sonra tekrar yola çıkmıştı. Neva’yı kanlar içinde görmek ona sevdiklerinin de bir ömrü olduğunu hatırlatmıştı. En çok da çoktan ömrü bitmiş olan kişiyi. Annesi; Feride Ulukaya’yı.
Güneşin gökyüzüne ağır ağır yükseldiği sırada varmıştı mezarlığa. Arabasını mezarlığın girişine bırakıp ağır adımları ile bildiği Arnavut kaldırımlı yolda ilerlemeye başladı.
Ona attığı her adım huzur kokuyordu. Mezarlıklar bazılarına ürkütücü gelirken onun için huzurun anlamıydı. Seviyordu oraya gelmeyi. Her geldiğinde bir kavuşma hissi sarıyordu bedenini.
Sessizliğe eşlik eden çınar ağaçlarının kokusu ruhundaki eksik huzuru dolduruyordu. Attığı her adımında topuk sesleri yankılanıyordu. Çivi gibi saplanıyordu her seferinde huzura.
Çevrede insan görmek zordu. Bazen mezarlık bekçilerine denk geldiği olurdu. Çok istisnai durumlarda insan kaynardı. İstisna demek tuhaftı aslında. Ölümün neresinde istisna vardı ki?
Yeni bir ölüm olmadığı sürece sessiz sedasız olurdu ama ölüm olduğu zamanlarda karmakarışık ve hüzünlü olurdu soluduğu hava. Gerçi o hüzünde bile huzur saklıydı ona göre. Hocanın ağzından anlamını bilmedikleri o dualar döküldüğünde kısa bir an gerçeklerle yüzleşirdi insanoğlu.
Ölümle…
Sabahın hafif esintisinden kayan eşarbını düzeltti. Ona biraz daha yaklaştıkça içinde tarif edilemez bir heyecan çiçek gibi filizlenmeye başlamıştı. Sanki her adımda saf duyguları, kalbi, ruhu ona geri veriliyordu.
O tanıdık işlemeli mermere yaklaştığında deniz sesleri kulağına çalınmaya başlamıştı. Ne gariptir ki insan ölüsünü bile manzaralı bir yere gömüyordu. Karşısında köprü, altında deniz. Anlamsız bir şatafat vardı.
Feride Ulukaya…
Ondan başkasının uğramadığı bu yerde üzerindeki morun çeşitli tonundaki ortancalar kurumuştu. Bunu bildiğinden yanında yenilerini getirmişti. Elindeki kalın siyah poşetten çıkardığı kısa küreği ile kuru çiçeklerin köklerini topraktan ayırdı. Toprağı ayrık otlarından temizledi itina ile.
“Bunların hepsi kurumuş. Sana yenilerini getirdim. En sevdiğin çiçekler; ortanca ve en sevdiğin renk, mor.”
Onun sevdiği şeyleri bile hep başkalarından dinleyerek öğrenmişti.
Küçük kasada getirdiği ton sür ton çiçekleri koyudan açığa doğru kuruyanların yerine yerleştirdi. Havalanan toprağı iyice bastırıp sıkılaştırdı. Yaklaşık yüz metre kadar uzağında olan çeşmeye ilerleyip vanayı çevirdi ve ucuna takılı olan hortumu alıp mezarın başına geri döndü.
Mermeri temizlerken kendi kendine söyleniyordu. “Mermerin hep kirlenmiş. Suluktaki su da bitmiş. Kuşlar sana yoldaş olmuş belli. Yalnız bırakmamışlar seni.”
Yavaşça akan suyu mezar taşının isim yazan kısmından aşağı tutarken annesinin başını okşarcasına elini gezdiriyordu. En son suyu toprağına tuttu. Çorak bir çölde kalmış gibi duran yerleri ağır ağır ıslattı. Toprak suyu hızla emerken bir yandan da annesine taşıyordu can sularını.
İşi bittiğinde hortumu geri yerine bırakıp annesinin ayak ucuna yaptırdığı mermer oturağa geçti. Gözleri isminde dolandı.
“Başladı anne! Devran döndü. Birbirlerine düştüler bende olayı kızıştırdım.” Annesine karnesini gösteren çocuk sevinci vardı içinde. “Fırat Bey tutuklandı. Olması gerekenden erken oldu. Yakında çıkacak ama gideceği yeri gördü. O yokken çok şey yaptım.”
“Oradan gördüğünü biliyorum. Belki aferin diyorsun belki yapma belki zarar görmemden endişeleniyorsundur. Ama korkma buna izin vermeyecek kişiler var.” Başka yerde olmayan şey oldu. Gözleri doldu. “Yalnız değilim.” Oysa kalabalıklarda bile yalnız hissederdi.
Zihnini başka bir şey düşünmeye zorladı.
“Seni hiç görmedim ama özlemek için görmeye gerek yok. Hiç hissetmediğim varlığını çok özlüyorum anne. Cümledeki çok hislerimin yanında az kalıyor. Sende beni özlüyor musun? Özleyecek kadar sevdin mi beni anne?” Bir damla göz yaşı yanağından aşağı süzüldü.
Feride Ulukaya bir çatışmada ölmüştü. Fırat Ulukaya’nın önüne atlamış ve ölmüştü. Geride bırakacağı kızını düşünmeden kendi bedenini sevdiği adama kalkan yapmıştı.
Orada durdukça daha da duygusallaşacağını biliyordu. Oturduğu yerden vücudunu zorla kaldırdı. Bacaklarının dermanı kesilmişti. İsim yazılı mermere annesini öper gibi öpücük bıraktı.
“Ölmez sağ kalırsam görüşürüz anne.” Fısıldadı, kulağına fısıldar gibi. Elini son bir kez daha mermerde gezdirdi. İstemeye istemeye arkasını dönüp ondan uzaklaşmaya başladı.
Dalgın adımlarını attıkça ortaya çıkan duyguları kutusuna geri dönüyordu. Sonunda üzerinde zıplayarak kapattığı kutuyu kilitlemişti ki ileride bir mezarın başında dikilen iri erkek bedeni dikkatini çekmişti. Onu daha önceden de görebilirdi ama duyguları mantığını köreltiyordu.
Siyahlara bürünmüş adama havanın daha karanlık olduğu bir zamanda denk gelmiş olsaydı Azrail’in yeni tarzının bu olduğunu düşünerek yolunu değiştirirdi.
Bu da yermezmiş gibi sert bir rüzgâr esip adamın gizemli havasına biraz daha hava katmıştı. Ona hiç de yabancı gelmeyen o saçlar rüzgârın uyumuna katılmış ahenkle dans ediyordu.
Havanın ona tanıdığı ayrıcalıkla adamdan tarafa attığı her adımda karşısındaki cüssenin sahibini tanımaya bir o kadar yaklaşıyordu. Gizemli hava da bir o kadar uzaklaşıyordu aralarından. Sonunda onun kim olduğunu anladığında önce adımları yavaşladı sonra da bıçak gibi kesildi.
Birkaç metre ötesinde elleri cebinde kafasını semaya dikmiş gözleri kapalı bir şekilde Alparslan Al Acman dikiliyordu. Kafasının duruş şeklinden dolayı zaten belirgin olan âdem elması kendisini iyice açığa çıkartmış ve enfes bir görüntü sermişti önüne.
Mezarın tam ayak ucunda durmuş yoğun düşüncelerde boğuluyor gibiydi.
Onu bu kadar incelemesinin tek bir sebebi vardı. O da adamın hala onu fark etmemiş olmasıydı. Oraya gelene kadar attığı her adımda kuvvetlenen topuk sesleri dikkatini çekmemişti bile. Sanki o orada yokmuş gibi ya da kendisi hiç orada değilmiş gibiydi.
Önünde durduğu mezarın kime ait olduğunu tahmin edebiliyordu yine de görmek için hafifçe bedenini eğdi.
Nazenin Al Acman…
Annesinin mezarının önünde sesini çıkarmadan kelimeleri kullanmadan onunla konuşuyor gibiydi.
Bu sefer karşısındaki adam o her zamanki acımasız, sert ve ketum kişi değildi. Üzerine bir hüzün çullanmış, omuzları diğer zamanlarda olduğu şekilde her yükü kaldırabilecek gibi dimdik değildi o gün. Sanki taşıyamayacağı bir ağırlığın altına girmiş gibi… Ezilmiş gibi…
Gözleri istemsizce tekrar aynı mermere gittiğinde bu sefer sadece isimde dolanmadılar. En ince ayrıntısına kadar zihnine kazıdı. Sanki aynı yükün altına genç adamla beraber girmiş gibi içine hüzün çöktü.
Yirmi Temmuz, bu tarih o andan yıllar öncesine aitti.
Bu tarihten seneler önce Nazenin Al Acman bu hayata gözlerini yummuştu. O tarihten yıllar sonra bile arkasında bıraktığı kişinin derin bir acı hissetmesine neden oluyordu.
Bazen bazı acıları hissetmek için o acıyı birebir yaşayan kişi olmanıza gerek yoktu. Bazen karşınızdaki insanın gözlerinde hissederdiniz acıyı, bazen duruşunda ve bazen sessizliğinde.
Begüm o acıyı adamın omuzlarında görmüştü. Ve sanki o acı kendi acısı gibi sahiplenmişti.
Geldiğinden daha sessiz bir şekilde arkasını dönüp yürümek için adım atmıştı ki sert bir rüzgâr daha esti denizden. Kuvvetli rüzgâr denizin muhteşem kokusunu onlara taşırken başındaki eşarbını da alıp götürmek ister gibiydi. Son anda elini başına uzatarak uçup gitmesine engel oldu.
Attığı ilk adımda arkasından sert bir ses yankılandı, “Gitmek için geç kaldın.”
Dönüp geriye baktığında Al Acman hala aynı şekilde ve aynı pozisyonda duruyordu. Duyduğu şeyi üzerine alınmayıp yine geri döndü ve ufak bir adım attı.
“Seninle konuşuyorum.” Diye homurdandı.
Ondan duyduğu bu laf yerinde çivi gibi çakılmasına neden olmuştu. Sanki o yıllardır duran paslı bir çiviydi de biri onu yerinden çıkması için zorluyordu.
“Begüm Ulukaya! Seninle konuşuyorum. Bence artık arkanı dönmelisin.”
Kafasını arkaya çevirdiğinde gözleri hala kapalıydı ama boynunu indirmiş o baş döndüren âdem elmasını az biraz saklamıştı.
“Nasıl fark ettin?”
“Kokun. Ayak seslerinden önce ulaştı.”
O an genç kadının kafasına bir şey çarpmıştı sanki. Ya da kalbine çarptı demek daha doğru olurdu. Çünkü aptal et parçası şimdiye kadar hiç yapmadığı bir hızla öne arkaya gidip gelmeye başlamıştı.
“Ne?” Bir kere görüşmelerine rağmen adam kokusunu mu ezberlemişti?
“Kokun. Ayak seslerinden önce çalındı zihnime.” Dedi gözlerini aralayıp mezar taşına bakarken.
“Burada olduğumu biliyor muydun?”
“İlk esen rüzgârda.”
“Neden belli etmedin?” diye sorarken çoktan kaşlarını çatmıştı.
“Ne yapacağını merak ettim. O alaycı Begüm Ulukaya, bu sefer nasıl bir Begüm Ulukaya olacak görmek istedim.”
Kendisini bu şekilde nitelendiriyor oluşu garip gelmişti. İnsanlar onu genelde soğuk, uzak, kibirli ya da sakin biri diye adlandırırdı. Ki alaycı tavrını takındığı kişiler bunu söyleyecek kadar uzun yaşayamamıştı.
Alparslan Al Acman dışında.
Durup düşününce ilk ciddi konuşmalarını mezarlıkta yapacaklarını hiç düşünmezdi.
“Bu sefer alaycı konuşmamı gerektirecek bir konumda değiliz.” Derken çok sakindi.
“Neden? Ondan mı çekiniyorsun?” Bu sefer o alaycı bir gülüş yerleştirmişti yüzüne annesinin mezarını işaret ederken.
“Hayır. Sadece ona saygı gösteriyorum.”
“Ölü birine?” Sonunda başını ona çevirmiş kaşlarını havaya kaldırmıştı.
Birine hüznün ne kadar yakışabileceğini o an anlamıştı. Sanırım ona her şey yakışıyordu.
“Evet. Ölü olması ona saygı duymayacağım anlamına gelmiyor.”
“Ölü olması senin duyduğun saygının bir boka yaramayacağı anlamına geliyor.”
“Olabilir.” Derken refleksle omuzlarını silkmişti. “Ben bundan şikayetçi değilim.”
“Tuhaf. Hayatta olan babana saygının s’sini duymazken benim ölü anneme saygı duyuyorsun.” Dedi yüzünden hiç eksiltmediği alaycı gülüşüyle.
“Aslında bunu dediğin an annene duyduğum saygı biraz daha arttı.” Derken sesi düşünceliydi. Aklı biraz da kendi annesine gitmişti.
“Neden?” Derken adam kaşlarını çatmış bir şekilde dikkatle izliyordu kadını. Sanki o bir kitaptı ve alt metnini anlamaya çalışıyordu.
“Bana hiçbir zararı dokunmadı çünkü.” Kelimeler hızla ama sessizce dökülmüştü dudaklarından. Buna neden cevap verdiğini hatta adamın duyup duymadığından bile emin değildi.
“Babanın dokundu mu?” Diye ona yönelen meraklı sorudan adamın onu çok net duyduğunu anlamıştı. O yeşil gözlere bakışlarını çevirdiğinde merak parıltıları ile gerilmeden edememişti.
Gerginliğinin sebebi belliydi. Adam ne sorsa dürüstlükle cevap verecek gibi hissediyordu. Ki o genelde soruları cevapsız bırakan bir insandı.
“Çok.” Bunu derken zihninde ucu bucağı olmayan o liste belirmişti.
“Fırat Ulukaya ile aranız neden bozuk merak ediyorum.” Bunu genç kadından çok kendine sormuş gibiydi.
“Bende.” Diye istemsizce verdiği cevap karşısındaki adamın merakını körüklemekten başka bir şeye neden olmamıştı.
“Tuhaf kızsın.”
“Sağ ol.”
“Bu bir iltifat değildi.”
“Biliyorum.” Derken gitmek için arkasını dönmesi ile sert bir rüzgâr daha esti. Evran sanki onları ayırmak istemiyormuş gibi sertçe yüzüne vuran rüzgâr ile başındaki eşarbın havalanıp havada süzülmesine neden olmuştu. Kısa bir an havada süzülen eşarp Al Acman’ın avcuna doğru süzülerek inmişti.
Sanki rüzgâr ile anlaşma yapmış gibi havalanıp adama gitmişti. Sanki başından beri olması gereken yer orasıydı.
“Verir misin?” derken adama bir adım yaklaşıp elini uzattı.
Genç adam bakışlarını önce elindeki eşarba sonra da genç kadının safir mavisi gözlerine çevirdi.
“Neden?”
“Benim çünkü.” Derken sabırsızca uzattığı elin parmaklarını vermesini istercesine hareket ettirdi.
“Yani?”
“Ne yani? Vermen gerekli?”
“Senin olması vermem için bir neden değil.” Adamın yüzündeki sinsi gülümsemenin canını sıkması gerekiyordu ama hiç öyle hissetmiyordu.
“Amacın ne? Hayatın boyunca kullanmayacağın bir eşyaya el koymak neden?”
“Zevkine?” Dedi sorar gibi
“Saçmalama Acman ver şunu.” Derken adama bir adım daha yaklaşmıştı. Onun attığı her adımda adam elini biraz daha arkaya götürüyor, eşarbı ondan uzaklaştırıyordu.
“Yoo!”
“Ne demek yoo?” Artık hafiften sinirlenmeye başlamıştı. Attığı son adımın ardından adam elini havaya kaldırmış eşarbı ulaşamayacağı bir yüksekliğe çıkarmıştı.
“Bas bayağı vermiyorum. Alabiliyorsan al.”
“Oğlum versene?” Aralarındaki mesafe git gide azalırken fark etmeden tehlikeli bir yakınlığa sahip olmuşlardı.
“Oğlum?”
“Evet, oğlum. Ne o kulaklar sıkıntılı galiba bunak.”
“Karar ver. Oğlun olacak kadar genç miyim, bunak olacak kadar yaşlı mı?” Dedi yüzüne yerleştirdiği çarpık gülümsemesi ile.
Genç kadın bir an için diline hâkim olamayıp ‘eltim olacak kadar güzelsin’ dememek için kendini zor tutmuştu. Dilinin ucunu hafifçe ısırdığı o anda derin bir nefes alarak daha mantıklı bir şey söylemeye çabaladı.
“Akıl yaşı olarak ufak bir çocuksun. Görüntü olarak yaşlı bir adamsın.” Derken içinden çarpılmamak için birkaç dua okumamış değildi.
“Dilin fazla uzun senin.” Bu sefer adam ona bir adım yaklaşmıştı. Arlarındaki mesafeyi yok denecek bir şekle sokmak ister gibiydi. Neredeyse aynı nefesi paylaşacak kadar yakınlardı.
“Diyelim ki öyle. Ne yapacaksın?” derken gereksiz bir meydan okuma yaşanıyordu aralarında.
“Budarım.”
“Hadi ya… Yapsana!” dedi anın heyecanı ile aralarındaki yok denecek kadar olan mesafeyi sıfıra indirirken.
“Biraz daha yaklaşırsan zaten yapacağım Ulukaya. Bence benim gibi bir adamı zorlama.” Diye dudaklarına verdiği bir nefesle fısıldamıştı.
Genç kadın o saniye içinde soğuk bir duşa girmiş gibi olduğu konumun farkına varabilmişti. İçten içe kendine küfretmeden yapamamıştı. Geç fark ettiği bu durumu düzeltmek için hızla geriye çekilecekti ki adam boşta olan elini beline dolayarak buna engel oldu.
“Korktun mu?” kulaklarında adamın alaylı sesi yankılandı.
“Senden mi?” derken gereksiz bir artistliğe girişmişti.
“Evet, benden. Hayatında yapacağın en akıllıca şey olurdu.”
Bu laf dalaşına devam edeceği sırada denizden geçen vapurun sesi dikkatlerini dağıtmıştı. Genç kadın bundan faydalanmak için ani bir hamle yaparak adamın elinden sallanan eşarbına uzanıp sertçe çekmişti. Ama istediğini elde edememişti.
Alparslan ani refleksle elindekini daha sıkı tutmuş eşarbın yırtılmasına neden olmuştu. Aralarında açılan bir adımlık mesafede kadın şokla elindeki parçalanmış eşarba bakıyordu.
“Parçaladın.” Derken indirdiği kolunun parmakları arasında eşarbın küçük parçası sallanıyordu.
Adamın yüzündeki sırıtmayı koca bir yumrukla dağıtma isteğine engel oldu. “Senin yüzünden.” Öfkesi baş göstermişti. Adamın söyleyecekleri eşarbını geri getirmeyeceğinden arkasını dönüp öfkeyle çıkışa adımlamaya başladı. Al Acman büyük adımları ile hızla ona yetişti.
“Konuşmamız bitmedi.”
“Hayır, bitti.” Onu takip eden adamı görmezden gelerek daha da hızlanmaya çalıştı ama kendi adım boyu ile onun adım boyu eşit olmadığından anca yan yana ilerliyorlardı.
“Bugünden bahsetmiyorum. Yarım kalan diğer konuşmamızdan bahsediyorum.”
Söylemeye çalıştığı şeyi anlayabiliyordu. Fırat Bey’in davası hakkında konuşmak istiyordu ama kadının havasını çoktan bozmuştu.
“Bugünlük birbirimizle yeterince muhatap olduk.”
“Öğlen yemeğine ne dersin?” ikisi de adımlarını normal bir hızda atmaya başlamıştı. Dışarıdan yan yana yürüyen iki dost gibi gözüküyorlardı.
“Hayır.”
“Bildiğim çok iyi bir yer var.”
“Başkası ile görüşmem var.” O gün için ondan kurtulmaya çalışıyordu.
“Akşam yemeği de olur.”
“Akşama başka planlarım var.”
“İptal edersin.” Kadına ters bir bakış attı. İstediğini almadan gitmesine izin vermeyeceğini ima ediyordu.
“Yarın, öğlen. Yeri mesaj atarım.” Bıkkınca mırıldandı. Pes ettiğinden değildi. Er ya da geç bu görüşmenin olacağını biliyordu. Gereksiz ısrarın anlamı yoktu.
“Numaram?” dedi mezarlığın kapısında duraksayan adam.
“Evet, Al Acman.” Dedi isminin üzerine basa basa, “Numaran bende var.” Dedi arabasına binmeden ona attığı son bakışta.
Dikiz aynasından arkasında kalan adamın yüzündeki kibirli sırıtmayı görebiliyordu. Uzaklaştıkça adam kaybolsa da o gülümsemenin kolay kolay silinmeyeceğine emindi. Tıpkı kaçan havasının kolay kolay yerine gelmeyeceğini bildiği gibi.
Onunla karşılaştıkları iki seferde de bir şekilde saçma bir yakınlığa erişmeyi başarmışlardı. Bunun olması bir yandan canını sıkıyor bir yandan da hoşuna gidiyordu. Derinlerde kalan hoşnut yanını yalanlamasına gerek yoktu. Ama onu daha da derine gömmek için her şeyi yapmaya hazırdı.