Reşit Ağa, ağır adımlarla masadan kalkıp heybetli bir duruş sergileyerek gözlerini Güneş’in babası Cemil'e dikti. Sert bakışlarıyla karşısındakini adeta delip geçiyordu. Tok ve öfkeli çıkan sesiyle “Bu nasıl bir hadsizlik, Cemil! Daha oğlumu toprağa vereli iki gün olmadı, cenaze evine baskın yapar gibi buraya gelmek sana hiç yakışıyor mu?” dedi. Sesindeki sitem ve öfke, masadaki herkesin üzerinde bir ağırlık oluşturdu. Cemil’in yüzü hafifçe kızarmıştı ama gözlerini kaçırmadı, dik bir şekilde duruyordu.
Mirza, etrafındaki gerilimi gözlemliyordu. Kendi tavrını koruyarak sessizce oturuyordu, ama içinde fokurdayan bir kızgınlık vardı. Reşit Ağa’nın büyük oğlu Vahit, duruma daha fazla kayıtsız kalamadı. Babasının ses tonundan rahatsızlık duyduğu belli olan Vahit, Cemil’e dönerek kaşlarını çattı. “Korumalar sizi nasıl içeriye aldı? Burayı yol geçen hanı mı sanıyorsunuz? Kafanıza göre kız almaya gelmek falan, hayırdır ya!” Vahit’in sert çıkışı, odadaki tansiyonu iyice yükseltmişti. Korumaların böyle bir hatayı nasıl yaptığını anlamaya çalışıyordu.
Vahit’in tepkisine karşılık, Cemil’in oğlu Niyazi bir adım öne çıktı. Babasının daha da zor duruma düşmesini istemiyordu, o yüzden kendisi araya girdi. “Biz buraya sorun çıkartmak için gelmedik,” dedi sesini sakin tutarak ama kararlı bir şekilde. “Amacımız, sadece bacım Güneş'i alıp gitmek. Artık burada kalmasının bir anlamı kalmadı. Öküz öldü, ortaklık bozuldu.”
Niyazi’nin bu ağır sözleri masada yankılanırken herkes donup kalmıştı. Masada oturan on iki yaşındaki Gazel, duyduğu bu sözlerden hiçbir şey anlamamıştı. Anlamaya çalışarak karşısında oturan annesi Zelal’e masum bir ifadeyle sordu: “Bahsettiği öküz Salih amcam mı, anne?” Zelal, kızı Gazel’e kısa bir bakış atarak onu susturdu. Bu bakış bile Gazel'in susması için yeterliydi, ama merakı henüz dinmemişti. Küçük kız hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Mirza, yanında oturan meraklı yeğeninin kulağına eğilerek usulca, “Bu bir atasözü, Gazel. Yani mecaz anlamda Salih amcanı kastediyorlar,” dedi. Küçük Gazel, amcasının bu açıklamasını düşündü ama yine de aldığı cevap onu tatmin etmemişti. Ortamdaki gerginlik çok fazlaydı ve Gazel bu duruma yabancıydı.
Masadaki gerilim gitgide artarken Zöhre Hanım, kocasına baktı. Gözleriyle ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Reşit Ağa, eşinin bakışlarından ne yapması gerektiğini anlamıştı. Etrafında olanları tarttı, ardından başını yavaşça salladı. Kararını vermişti. Ciddi bir tavırla gelini Zelal’e döndü ve sessiz ama otoriter bir sesle, “Çocukları dışarı çıkart,” dedi. Zelal tereddüt etmeden yerinden kalktı, Gazel ve Türkü’yü alarak dışarıya çıkardı.
Çocukların çıkmasıyla Reşit Ağa, Cemil ve Niyazi’ye dönerek, “Oturun,” dedi. “Konuşacağız.” Sesi yine güçlü ve kararlıydı. Birkaç saniye içinde herkes yerini aldı. Masada herkesin bakışları Cemil ve Niyazi’ye odaklanmıştı. Reşit Ağa derin bir nefes alarak konuşmaya başladı. “Güneş, bu ailenin kızı olarak kalmaya devam edecek. Burası onun evidir,” dedi.
Cemil'in gözlerinde öfke kıvılcımları çakmaya başlamıştı. Karşı çıkmaktan çekinmedi, “Böyle bir şeyi kabul etmiyorum, Reşit Ağa!” diye çıkıştı. Sesi titremiyordu, kesin ve kararlıydı. “Kızım sizinle aynı soyadı bile taşımıyor. Salih öldüğüne göre bu konakta yaşaması için artık bir sebep yok!”
Reşit Ağa, yıllardır Cemil ve oğlu Niyazi'ye karşı içinde biriktirdiği nefreti yüzünden onlara katlanamıyordu. Aynı masada oturmak tahammül sınırlarını zorlarken bir an önce gitmelerini istiyordu. Kısa bir düşünme sürecinin ardından, doğrudan Cemil’e döndü ve sorusunu net bir şekilde sordu: “Güneş için ne kadar istiyorsun, Cemil?”
Bu soru masada şok etkisi yaratmıştı. Cemil donakalmış, ne diyeceğini bilememişti. Masadakilerin gözleri Cemil'e kilitlenmişti. Vahit, Mirza ve Zöhre Hanım, Cemil'e iğrenir gibi bakıyorlardı. Reşit Ağa'nın sorduğu bu soru, Cemil'i bir anlığına şaşırtsa da, kısa süre içinde düşünceleri değişmeye başladı. İçinde, bu sorunun getirdiği maddi fırsatın hevesi yükseldi, ama yüzüne bu hevesi yansıtmak istemedi. Bunun yerine kendisine yöneltilen sorudan rahatsız olmuş gibi davrandı. “O ne demek, Reşit Ağa? Benim kızım mal mı ki satılsın! Ne demek istiyorsun sen?” dedi, ama sesindeki suni öfke, gözlerindeki açgözlülüğü gizleyemiyordu.
Reşit Ağa, Cemil'in yapmacık gururunun altında yatan açgözlülüğü hemen fark etmişti. Ancak, sanki bu gurura kanıyormuş gibi davrandı. Yüzündeki ifadesini sabit tutarak, sakin bir ses tonuyla konuştu: “Sen beni yanlış anladın Cemil. 'Ne kadar para istiyorsun?' derken başlık parası demek istemiştim,” dedi. Sözlerinin sonuna doğru, bakışlarını Cemil'e sabitledi. Böylece onun üzerindeki baskıyı daha da artırmayı amaçlıyordu.
Cemil, bir kez daha şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Reşit Ağa'nın başlık parası konusuna nasıl geldiğini anlamamıştı. Bir kıza ikinci defa başlık parası ödendiği nerede görülmüştü. Düşüncelerini toparlayarak, kafasını hafifçe yana eğdi ve karşısındaki adama “Açık konuş Reşit Ağa. Ne demek istiyorsun?” dedi. Ses tonu hâlâ kararsızdı, çünkü bu konuşmanın gidişatı karşısında kafası karışmıştı.
Reşit Ağa, kısa bir süre masadakilere göz gezdirdi. Gözleri Mirza'ya kaydı ve sözlerini dikkatle seçerek konuştu: “Güneş’i, oğlum Mirza’ya alacağım,” dedi. Her kelimesi kesin ve tartışmaya yer bırakmayacak şekildeydi. Reşit Ağa sözlerine devam etti: “Güneş bu konağın gelini olarak kalacak, Cemil. Bunun için başlık parası istiyorsan, belirlediğin bedeli ödemeye hazırım.”
Bu cümleler odadaki havayı tamamen değiştirmişti. Cemil, bir an duraksadı. Bu beklenmedik teklifle zihninde yeni hesaplar yapmaya başlamıştı. Paranın sıcaklığını hissettiğinden heyecanlanmıştı. Karşısında oturan oğlu Niyazi yerinde hafifçe kıpırdandı. Gözlerini babasına dikerek, adeta “Kabul et,” der gibi bakıyordu. Babasının bu fırsatı kaçırmasını istemiyordu.
Cemil, oğlunun bakışlarını fark etti ama hemen bir yanıt vermedi. Bu defa öncekinden daha yüksek bir bedel talep etmek niyetindeydi. Sessizce birkaç saniye düşündü, sanki teklif üzerinde kafa yoruyormuş gibi yaparak gerilimli bir bekleyiş yarattı. Sonunda, kendine güvendiğini belli eden bir sesle konuştu: “Beş yüz bin dolar istiyorum,” dedi.
Reşit Ağa, bu taleple karşılaştığında hafifçe kaşlarını çattı. Güneş gibi bir kız için bu miktarın fazla olduğunu düşünüyordu. Ama öte yandan, ailesinin şerefini kurtarmak ve olayları kontrol altına almak için bu bedeli ödemesi gerektiğini de biliyordu. Kısa bir tereddütten sonra, kesin bir dille, “Kabul,” dedi. Sesi soğuk ama kararlıydı. “Anlaştık,” diye ekledi.
Mirza ve Vahit’in aksine, Zöhre Hanım, rahatlamış bir şekilde kocasına baktı. Ancak, Cemil henüz memnun olmamıştı. Onun yüzündeki kurnaz ifade, bu işin henüz bitmediğini belli ediyordu. Bir kez daha öne eğildi ve sert bir tonla, “Daha bitmedi,” dedi. “Bu defa belediye nikahı yapacaksınız. Geçen sefer kızıma imam nikahı yaptınız çünkü yaşı küçüktü. On sekizine gelince resmi nikah yaparız dediniz ama yapmadınız. Size güvenmiyorum, Reşit Ağa. Beş yüz bin dolar ve resmi nikah, bu şartlarda anlaşırsak kabul ederim.”
Cemil'in bu yeni talebi odada şok etkisi yarattı. Mirza, gözlerini masadaki diğer aile üyelerine çevirdi. Annesi Zöhre Hanım ve babası Reşit Ağa’ya “Bunu yapmayın” der gibi baktı. Ancak Mirza'nın bakışları bu kararı değiştirmeye yetmezdi. Annesi, Zöhre Hanım, oğlunun bu itirazına rağmen bakışlarını kocasına çevirdi. Reşit Ağa, Zöhre Hanım’ın gözlerindeki onayı aldığında, tereddüt etmeden, Cemil’e dönerek, “Kabul,” dedi.
Cemil, bu anı uzun zamandır bekliyormuş gibi sevindi. İçten içe Zorlubey aşiretine karşı büyük bir zafer kazanmış gibi hissediyordu. Kızının üzerinden ikinci defa başlık parası almış olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Resmi nikah talebiyle birlikte, kızı Güneş’in hak sahibi olacağı mallar ve servet üzerinden kendisi de faydalanacaktı. Bu düşünce, Cemil’i daha da coşturmuştu. Hemen sözlerini heyecanla dile getirdi: “E peki, nikahı ne zaman yapacaksınız?”
Cemil’in amacı belliydi; bir an önce parayı almak istiyordu. Paraya olan hırsı gözlerinden okunuyordu. Ancak bu soruya Zöhre Hanım cevap verdi. Yüzündeki sert ifade değişmedi, gözlerini oğulları Mirza’ya çevirmeden, sakin ama kesin bir şekilde konuştu: “Oğlum Salih’in kırkının çıkmasını bekleyeceğiz.”
Bu cümle, Cemil’in zafer duygusunu bir an için gölgede bıraktı. Parayı hemen almak isteyen Cemil, bu bekleyişin gereksiz olduğunu düşündü ama Zöhre Hanım’ın yüzündeki kararlılığı gördüğünde daha fazla itiraz etmedi. Anlaşma yapılmıştı ve zamanla paraya kavuşacağını biliyordu. Bu yüzden istemeden de olsa bu kararı kabul etti ve sessizce başını eğdi.
Niyazi ve Cemil evden ayrıldıktan sonra, masada kalanlar arasında bir sessizlik hüküm sürmeye başladı. Herkes, bu anın ağırlığını hissediyor, birbirlerinin yüzlerine bakıyor ama konuşmaktan çekiniyordu. İlk olarak Vahit, bu sessizliği bozdu. Gözlerinde öfke ve şaşkınlıkla, hem annesine hem de babasına bakarak sözlerine sert başladı. “Ne yapmaya çalışıyorsunuz siz? Daha abimi dün toprağa verdik. Siz bugün onun karısını Mirza ile evlendirmeye kalkıyorsunuz! Üstelik abisi olarak bana danışmıyorsunuz bile. Benden ne saklıyorsunuz?” dedi. Sesi odadaki gergin havayı daha da yoğunlaştırmıştı.
Vahit, bir cevap beklerken, gözleri Mirza'ya kaydı. Mirza, normalde sessiz kalacak bir adam değildi. Hele ki böyle hassas bir konu söz konusu olduğunda, özellikle de abisinin karısıyla evlendirilmesi gibi bir durum varsa, tepkisiz kalmaz, ortalığı ayağa kaldırırdı. Ama şimdi Mirza, tamamen sessizdi, adeta bir gölge gibiydi. Vahit, bu duruma anlam veremeyerek kardeşine döndü. “Sen bir şey söylemeyecek misin?” diye sordu. Mirza'nın tepkisizliği, onun mizacına tamamen tersti. Bu duruma sessiz kalmasının ardında başka bir şey olduğunu hissediyordu.
Mirza, dakikalardır içinde biriktirdiği öfke ve çaresizlikle kaskatı kesilmişti. Neredeyse hiç hareket etmeden oturmuş, babasının yaptığı pazarlığı sessizce dinlemişti. Ancak içinde kopan fırtınayı daha fazla bastıramıyordu. Sonunda sandalyesini hızla geriye itti ve bir hışımla ayağa kalktı. Sandalyesi geriye devrildi ve yere düştü, bu ani hareket odadaki sessizliği paramparça etti. Masadakilerin hepsi, bir anda ona döndü. Ancak Mirza, yüzünde kızgınlık ve çaresizlikle bir adım ileri atarak masadan uzaklaştı. Yürürken, Vahit’e “Bana söyleyecek söz mü bıraktılar?” diye öfkeyle tısladı. Sesi kısık ama dolu doluydu. Yüreğinde biriken tüm duygular, bu sözlerde saklıydı. Sonra arkasına bile bakmadan devam etti: “Anne, babama sor, onlar açıklasın. Çünkü ben artık ne diyeceğimi bilmiyorum.”
Mirza, odadan çıkmaya yöneldiğinde, kapının hemen önünde yengesi Zelal ile karşılaştı. Zelal, odaya girmekteydi ama Mirza'nın yüzündeki öfke ve çaresizliği görünce bir an duraksadı. Fakat Mirza hiç konuşmadan yanından geçip gitti.
Güneş, odada yatak ile pencere arasındaki dar alanda bulunan yer yatağında yatıyordu. Perdelerin uçlarıyla oynarken gözlerinden yaşlar akıyordu. Salih’in ölümünün üzerinden iki gün geçmişti. Kocasının yokluğunda sanki nefes alması kolaylaşmıştı, ama odadaki her şeyin onunla dolu olduğunu fark ediyordu. Salih’in ağır, baskıcı nefesi bile bu odaya sinmişti. Onun küfürleri, hakaretleri, acımasızca vurduğu tokatlar, tekmeler... Hepsi şimdi mezarın altında gömülüydü. Fakat ne gariptir ki, Güneş ondan kurtulduğuna sevinemiyordu. Kendini boşlukta hissediyordu. Bundan sonra ne olacağını bilmiyordu ve bu belirsizlik ona daha çok korku veriyordu. “Bu yaşıma kadar yaşadıklarımdan daha kötü ne olabilir ki?” diye içinden geçirdi. Tam o sırada kapının kilit sesi duyuldu, fakat Güneş yerinden kalkmadı. Bu odaya girebilen yalnızca üç kişi olduğunu biliyordu: Zöhre Hanım, Zelal ya da evin hizmetlisi Nuran.
Kapı yavaşça açıldı ve içeriye elli yaşındaki Nuran girdi. Kadının gözleri odada Güneş’i aradı, fakat ilk bakışta onu göremedi. Ancak perdelerin uçlarının hafifçe kımıldadığını fark edince Güneş’in yine yerdeki yatakta olduğunu anladı. Elindeki kahvaltı tepsisini şifonyerin üzerine bırakıp, sessiz adımlarla yatağın yanına doğru yaklaştı. Güneş’i yer yatağında kıvrılmış halde görünce, kalbinin bir kez daha sıkıştığını hissetti. Her seferinde olduğu gibi, onu bu halde görmek içini acıtıyordu. Gözleri dolu dolu, Güneş’e yumuşak bir sesle sordu: “Neden yatakta yatmıyorsun?”
Güneş, yüzünü kadına çevirmeden, gözlerini silmeye devam ederek, sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir tonla cevap verdi: “Yatağımdayım.”
Nuran, yatağın kenarına oturdu ve başını üzüntüyle eğdi. “Salih artık yok,” dedi. “Karyolada rahat rahat yatabilirsin. Kimse sana karışamaz.” Güneş, omuzlarını umursamaz bir şekilde havaya kaldırıp indirdi. “Orası onun yatağı, benim değil,” dedi.
Nuran, ona içten bir tebessüm sunarak konuşmaya devam etti: “Ama artık her şey değişti. O gitti. Bundan sonra senin rahat etmen lazım, Güneş. Sağlığına biraz özen göstermelisin.” Kadının sözleri, Güneş’in zihninde bir yankı gibi dolandı. Ama o, tüm bu rahatlatma çabalarına rağmen, ne bedenen ne de ruhen huzur bulamıyordu.
“Hadi artık, çık şu yerden. Sana kahvaltı getirdim. Biraz ye, aç kalman iyi değil,” dedi Nuran. Güneş, tekrar gözlerini silerek başını salladı ve soğuk bir sesle, “Aç değilim,” diye cevap verdi. Yine de Nuran, pes etmeden devam etti. Genç kızın bu kadar zayıfladığını görmek içini parçalıyor, onu biraz olsun beslemek istiyordu.
Nuran, kısa bir an düşündü, Güneş’i o dar köşeden çıkaracak bir şeyler söylemesi gerektiğini fark etti. Sonra aklına onu heyecanlandıracak bir haber geldi. “Baban ve abin seni almaya geldiler,” dedi. Güneş bir an durdu, sanki bu haberi algılamaya çalışıyormuş gibi gözlerini kapattı. Sonra ani bir hareketle yer yatağından doğruldu. Babasının ve abisinin bu kadar erken geleceğini düşünmemişti. Şaşkınlıkla, “Buradalar mı?” diye sordu.
Nuran, tepsiyi şifonyerden alıp masanın üzerine bırakırken, onların çoktan gitmiş olduklarını söyledi. Güneş “Gitmişler mi?” diye tekrarladı, sanki bu haberin doğruluğuna inanmak istemiyordu. Nuran, onu biraz rahatlatmak istercesine, sandalyeyi masanın yanına çekip oturmasını işaret etti. “Hadi, karnını doyur. İyice zayıfladın, bu aralar çok halsiz görünüyorsun,” diye ekledi.
Ancak Güneş, tekrar başını iki yana sallayarak yemeyeceğini tekrarladı. Gözleri masadaki tepsideydi ama aklı bambaşka bir yerdeydi. Babası ve abisi neden gitmiş olabilirdi? Onu neden almamışlardı? Bu sorular, zihnini kemiriyor, içini daha da huzursuz ediyordu. Nuran, Güneş’in yüzündeki bu düşünceli ifadeyi fark etti ve sessizliği bozdu. “Abin ve babanın seni almadan gitmiş olmalarına üzülmüş gibisin,” dedi. “Evine dönmek istiyorsun, değil mi?”
Güneş, ağır bir nefes alarak başını iki yana salladı. “Ne fark eder ki abla?” dedi sessizce, sesi hüzünlüydü. “Bir cehennemden başka bir cehenneme gitmekten farksız bir şey bu.” Bu sözler, onun yaşadığı acının ve içindeki karanlığın derinliğini bir kez daha ortaya koyuyordu. Nuran, genç kızın ne demek istediğini anlamıştı, ama ona söyleyecek bir şey bulamıyordu. Çünkü bazı acılar kelimelerle değil, sadece varlıkla paylaşılabilirdi.
On dokuz yaşındaki Güneş, hayattan vazgeçmiş, bitap düşmüş bedeniyle, neredeyse her an kırılacakmış gibi duruyordu. Zayıf, solgun yüzünde morluklar vardı. Hiç parlamayan gözleri, içine düştüğü umutsuzluğu açıkça gösteriyordu. Yüzünde gülmeye dair en ufak bir iz bile yoktu; dudakları sanki sonsuza dek kapanmış gibi duruyordu. Nuran, genç kızın bu haline içten içe çok üzülüyor, kalbi onun için kırılıyordu, ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. Güneş’in acısına ortak olamıyor, yaşadığı cehennemden onu çekip çıkaramıyordu. İçten bir sesle, “Lütfen biraz olsun karnını doyur, yavrum,” dedi. “Bir gün bu odaya geldiğimde seni bir köşeye yığılmış, baygın bulmaktan korkuyorum. Hiçbir şey yemiyorsun. Aç açına nasıl yaşıyorsun kızım? “
Güneş, Nuran’ın sözlerine neredeyse hiç tepki vermedi. Dudaklarını kıpırdatmadan, gözlerini uzak bir noktaya dikmiş, kayıtsızca bakıyordu. Kendisini yaşadığı hayata yabancı hissediyordu. Ne geçmişi ne geleceği vardı; sanki şu an bile bir rüyanın içinde kaybolmuştu. O esnada, odanın kapısı aniden açıldı. Zöhre Hanım içeri girdi, sert adımlarla odaya hakim bir hava yaydı. Nuran, “Hanımım” diyerek saygıyla geri çekildiğinde, Zöhre Hanım kısa ve keskin bir şekilde, “Çık!” dedi. Nuran, itaat ederek sessizce odadan çıktı ve geride Güneş ile Zöhre Hanım yalnız kaldılar.
Zöhre, başını öne eğmiş, omuzları çökmüş genç kıza sert bir bakış attı. Gözleri bu kadar genç bir kızın omuzlarına yüklenen ağırlığı anlamaz gibiydi. Ama o, anlamaya çalışmıyor, sadece buyuruyordu. “Baban ve abin seni bize ikinci kez sattılar,” dedi Zöhre Hanım, her kelimesini kasıtlı olarak bir hançer gibi Güneşin yüreğine saplıyordu. Amacı onun kendisini bu ailenin gelini veya kızı olarak görmesi değil, her istediklerini yapmak zorunda olan mallarıymış gibi hissetmesini sağlamaktı. “Yakında Mirza ile evleneceksin.” Dedi.
Güneş’in tüm bedeni donmuş gibiydi. İşittikleri, ruhunun derinliklerinde yankılandı. Babası, yine yapacağını yapmıştı. Bir kere daha kendi kızı üzerinden bir anlaşma yapmış, onu pazarlık masasına koymuştu. Güneş’in içi parçalanıyordu; karşısındaki kadının soğukkanlılıkla bir köle gibi satıldığını söylemesi mi daha acı vericiydi, yoksa daha yeni ölen kocasının, yüzünü dahi görmediği kardeşiyle evlendirileceği gerçeği mi? Gözleri doldu, susturduğu gözyaşları şimdi çaresizlik içinde akmaya başladı. Yüreğindeki karanlık denizde boğulurken, Zöhre Hanım birden onun çenesinden sertçe tutup yüzünü kendine çevirdi. Parmaklarını tenine batırırcasına sıkarken “Aç gözlerini, yüzüme bak!” dedi, öfkesi her kelimede büyüyordu. Güneş, titreyen elleriyle yüzünü silip gözlerini açtığında Zöhre Hanım devam etti. “Bu odada, bu evde yaşanan hiçbir şeyi kimse bilmeyecek. Özellikle de Mirza. Ona bir şey anlatır, konuşursan eğer, senin dilini kopartır babanın evine öyle yollarım!”
Güneş, korku dolu bir sesle, titreyen dudaklarıyla “Tamam” diyebildi. Artık söyleyecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Zöhre Hanım, onun ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu biliyor, bu zayıflığı kullanarak Güneş’i daha fazla kontrol altına alıyordu. Kadın, buz gibi sesiyle devam etti: “Salih’in kırkı çıkar çıkmaz nikah yapılacak. Hazırlan, Nuran gelip seni alacak. Beş dakikalığına taziyeye gelenlerin karşısına çıkacaksın. Eğer ağzını birine açarsan ya da kaçmaya çalışırsan, nereye gidersen git seni bulurum. Ve ant olsun, şu anki Zöhre’yi sana mumla aratırım”
Zöhre Hanım Güneşi tiksinir gibi iterek kendinden uzaklaştırdı. Tam odadan çıkmak üzereyken, masanın üzerinde duran kahvaltı tepsisine gözü ilişti. Nuran’ın içeri girerken Güneş’e yemek yemesi için nasıl ısrar ettiğini duymuştu. Tepsi, Güneş’in reddettiği kahvaltılıklarla doluydu. Yavaşça tepsiyi alıp yere bıraktı, ardından ayağıyla tepsiyi sertçe ittirdi. Yüzünde en ufak bir merhamet izi olmadan, “Önce yerdekileri topla sonra hazırlan,” diyerek kapıyı çarparak çıktı ve arkasından kilitledi.
Yalnız kalan Güneş yaşların aktığı gözlerinde taşıdığı acı bir boşlukla, yere saçılmış kahvaltılıklara bakakaldı. Yerlerin temizlenmesi gerekiyordu, ama asıl temizlenmesi gereken şey ruhundaki karanlıktı.