Bazı gidişler geleceğin şekillenmesine gebedir. O gidişler ki insanın kaderinde büyük roller oynar.
Dilşah, çağırdığı taksiye gizlice çıktığı konağın sokağının başında bindi. Elinde sadece küçük sırt çantası vardı. Pasaportu, cüzdanı, telefonu ve annesinin ona bıraktığı hesap cüzdanı yeterdi. Fazlasına lüzum yoktu. Havaalanına doğru yol aldıklarında başını geri yaslayan kız ağlıyordu. Ağlayarak geldiği bu memleketten yine ağlayarak gidiyordu. Gelirken öksüzdü. Şimdi hem öksüz hem de yetimdi. Artık bir babası yoktu. Almanya’ya gittiğinde hemen bir dava açacak hem soy adını değiştirecek hem de üzerinde olan malları babasına geri devredecekti. Miras hakkından tamamen feragat edecek bir daha da değil Mardin, Türkiye sınırları içine girmeyecekti.
Mezarlığın yanından geçerken “İki dakika durabilir miyiz lütfen” dediğinde adam yavaşladı ve kenara çekti. İnen kız sağı solu kontrol edip mezarlığa girdi. Çantasındaki küçük poşeti çıkarırken annesinin mezarı dibinde yere çöktü. Duasını etti. Topraktan bir avuç alırken “Ben gidiyorum anne. Burada beni tutan bağlayan bir şey kalmadı. Babam çok değişti. Belki de hep böyleydi bilmiyorum anne. Bana el kaldırdı. Haklı olduğumu bildiği halde el kaldırdı. Daha önce de benim yüzümden Dila’ya tokat attı. Huzur bozma dedi. Beni buraya mahkûm etmeye çalıştı. Sanki seni hiç sevmemiş ben onlar ailesi yüzünden ondan uzakta büyümemişim gibi davranıyor. Yoruldum anne. Gideceğim. Bir daha da hiç dönmeyeceğim. Bu toprak seni hep yanımda hissettirecek. Hoşça kal anne.” Deyip poşete koydu ve çantasına yerleştirdi.
Göz yaşını silerken serin hava biraz daha serinledi. Esen rüzgâr tenini bıçak gibi keserken geri taksiye döndü. Alana vardıklarında taksiden inen kız güvenlikten geçip dış hatlardan biletini çek ettirdi. Ardından uçak saatine baktığında hala zaman olmasıyla oturup soluklandı. Kalbi ağzında atıyordu. Uçağa binip havalanmadan da o kalp sakin kalmayacaktı.
Bir süre sonra kalkıp kendine kahve aldı. Sırt çantasını tek kol şeklinde takıp az önce kalktığı koltuğa oturdu ve ekranı takip etmeye başladı. Köln’e kalkacak uçak için saatleri kontrol ederken yapılan anons ile nefesi kesildi. Hava muhalefeti nedeni rötar olduğunu duyunca alt dudağını ısırdı. Yakalanırsa başı yanardı.
Sağa sola bakındı. Tanıdığı en azından aile üyelerinden birinin varlığı orada mı değil mi emin olmak istiyordu. Gün aydınlanmıştı. Büyük ihtimalle konakta olmadığını da anlamışlardı çünkü Evin ve Karwan ilk iş her sabah gelip onu uyandırıyordu. Yazdığı mektubu babasının okurken ki yüz ifadesini merak ediyordu. Gerçekleri görmenin ondaki etkisinin büyüklüğü kendi içindeki yıkımın belki de çeyreğiydi.
Konakta ise çocuklar kalktığında yine ilk iş ablalarını uyandırmak için odaya koştu. Evin kapıyı çalıp odaya girdiğinde yatak bozulmamıştı. Kaşları kalkarken odadaki tuvaletin kapısına gidip çaldı ve “Abla” diye seslendi. Ses yoktu.
Bir kez daha aynı şeyi yaptı ama tepki alamadı. Karwan ise komodinin üzerinde telefonunun ve annesinin resminin olmamasına şaşırıp “Abla, resimle telefon yok. Acaba erken mi uyandı” derken fikir yürütüyordu.
Evin, odadan çıktığında hemen avluya büyük salona ve terasa baktı ama Dilşah yoktu. Mutfağa girdiğinde annesi konağın çalışanları ile kahvaltı hazırlıyordu ve ablası burada da yoktu. Korkuyla annesinin yanına varıp “Ana, ablam yok.” Dedi. Gözlerindeki korku elle tutulur cinstendi. Dila, elindeki patatesi kenara ağır çekimde koyarken “Kızım belki banyodadır. Terastadır.” Dedi ama yüreğine damlayan korku çok fazlaydı.
“Yok ana baktım hepsine.”
Zorla soluk alan kadın aynı korkuyu yaşamaya başlayan kızına ve çalışanlara baktı. Zülal, “Dila Hanımım. Bu kız kaçmış olmasın?” derken sesi titriyordu. Orta yaşlı çalışan Ziynet ise elini ağzına koyup “Ciwan Ağam ortalığı ateşe verir” deyip başını sağa sola salladı.
O sırada Karwan genç kızın odasına geri dönmüştü. Yastığın kıyısında gördüğü zarfı eline aldığında koşarak geri çıktı. Amacı annesine götürmekti ama merdivenlerde babası ile karşılaştı.
“Karwan oğlum ne bu koşturmaca. Düşeceksin dikkat etsene.”
“Şey baba ben yani ablam mektup” dedi ama korkudan ne diyeceğini de bilemedi. Kaşları çatılan adam “Ne mektubu ne ablası oğlum? Bu zırvalıkta neyin nesi?” derken yutkunan küçük çocuk “Baba, ablam yok” diyebildi.
“Nasıl yok?”
“Odasında ya da konağın herhangi bir yerinde bulamadık. Yatağında bu vardı.”
Zarfı gören adam sol yanına çöreklenen acı ve damarlarına nüfus eden öfke savaşıyordu. Zarfı alıp burnundan solurken avludaki sedire indi. Kaşları çatık vaziyette zarfı açıp katlamış kağıdı açtı. Kızının inci gibi yazısını gördüğünde zorlukla nefes aldı. Yaşlı elleri titremeye başlamıştı.
“Nasıl başlamalıyım hiç bilmiyorum. Ne umarak gelip neler yaşayıp gidiyorum. Kaçıyorum desek daha doğru olur baba. Kendimi bildim bileli bir kız evlat olarak hep sana hayran ve sevgi dolu oldum. Başka bir aile kurduğunda bile sana kızmadım. Kızamadım. Nedenler aradım. Seni affetmek eskisi gibi sevgi saygı duymak için saçma sapan nedenlere tutundum. Sonuç? Kaybettiğim annemin daha bir ayı dolmadan, sözlerimin doğruluğunu bildiğin halde bana kaldırdığın el. Belki o el gerçek anlamda inmedi ama kalbimdeki senin için olan camdan fanusu paramparça ettin. Senin için biriktirdiğim tüm sevgim ve saygım o cam parçaları arasında can çekişti.
Baba. Sana içimden gele gele ağız dolusu baba demeyi öyle severdim ki sen beni bundan mahrum bıraktın. Ben annem öldüğünde öksüzdüm. Şimdi hem öksüz hem de yetim olarak gidiyorum. Sen benden hem annemi hem babamı aldın. Bundan sonra beni yok say baba. İstersen miras konusunda istediğiniz evrakı imzalar beş kuruş almam. Soy adımı bile değiştiririm. Kardeşlerim ve Dila sana yeter. Nasıl olsa amcalarım ve dedem de beni istemiyordu. Şimdi tamamen kurtulmuş olacaklar. Bunu bana yaptırdığın için seni hiç affetmeyeceğim. Annemin kardeşimin yattığı topraklardan kaçmama neden oldun ya öldüğünde anneme vereceğin cevapları merak ediyorum. Uzatmaya gerek yok. Ben artık bu şehrin de bu ülkenin de topraklarına yasaklıyım. Her şeye herkese tüm yaşadıklarıma rağmen babam olup beni bu yaşa kadar ara ara da olsa yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim. Ben evlat olarak hakkımı helal ediyorum. Sende hakkını helal et. Allah’a emanetsiniz.”
Dişlerini sıkan adam “Dilşah” diye bağırırken dolan gözlerini bir hışım sildi. Dila kocasının sesini duyduğunda alt dudağını ısırıp telaşla mutfaktan çıktı. Konağın kapısını açan adam “Siz nasıl adamsınız lan! Bu evde biri kaçıyor sizin ruhunuz duymuyor!” dediğinde kapıda bekleyenlerde şaşkındı.
“Arabayı getirin. Kahya! Kahya neredesin?”
Adamlar hemen bir yan yapının altındaki garajdan araçları çıkarırken kahya koşarak geldi.
“Ciwan Ağam beni emretmişsin.”
“Şiyar Kahya, bu adamların hali nedir? Biz bunlara mı canımızı emanet ediyoruz? Dilşah kaçmış ruhları duymamış bu deyyusların. Tez alana gidilecek. Hayde.”
Şiyar kahyanın gözleri büyürken hemen araçlar hazır edildi. Baran’a malumat veren koruma ise geride kalıp diğer araca geçerken hemen telefona sarıldı. Baran Ağa avludaki çardakta sabah kahvesini içerken kahyası Mahmut koşarak geldi. O sırada Dilşad da merdivenleri iniyordu.
“Ağam. Ciwan ağamın oradaki adamdan haber var. Dilşah Hanım kaçmış. Alana gidiyorlarmış.”
Dilşad, dişlerini sıkıp “Kahpe” diye mırıldanırken Baran Ağa dudağının ucunu yukarı kıvırdı. Beklediği fırsat ayağına gelmişti. Dilşad “Baba, kaçmış mı o yosma?” dediğinde “Kaçmış oğul. Alanda olmalı. Değilse bile nereye gittiği bellidir. Hadi sen adamları al çık. Amcandan önce var alana da oradaysa al gel yosmayı. İstediğimizi yapmak için zaman geldi.” Diyen adam cebinden tabakasını çıkardı ve sarma sigarasından birini dudaklarına yerleştirdi.
Dilşad, vakit kaybetmeden çıkarken arkasından kahyanın yolladığı adamlar da yola çıkmıştı. Dilşah ise rötarın son yarım saatini sayıyordu. Ardından pasaport ve bilet kontrolüne girecek uçağa geçecekti. Ya da o öyle umuyordu.