Doruk’tan
Sahilin esen ılık rüzgârında içime nefes gibi çektiğim bu menekşe kokusu, saflığı ve masumiyeti hissettiriyordu. Bu kız nasıl oluyor da beni hem sinirlendiriyor, hem de içimi huzurla dolduruyordu. Allah şahit ki onu denizin ortasına götürüp suya atmak ve çırpınışlarını izlemek istiyordum. Ama kahrolası kız o kadar güzel ve sevimli bakıyordu ki başını her belaya soktuğunda içime korku giriyor ve sanki hissetmiş gibi peşinden gidiyordum.
Bu gece olduğu gibi… Nasıl korkmuş, olduğu yere mıh gibi çakılmıştı. Nefes alamayışı, onu hastaneye götürmek isteyişimi kabul etmemesi ve sonuç olarak sahilde başı göğsümde nefesini kontrol edişi... İçimde bir şey acıyordu. Beril aklıma geliyor ve onu özlediğimi hissediyordum. O uzaktan uzağa bakışmamız, onun o gülüşü, saçlarını savuruşu. Kahretsin, nasıl olur da beni o kadar seven bir kıza sadece âşık kalmış, bir kere bile konuşmaya cesaret edememişim. Ona bir kere bile bu şekilde sarılamamak resmen içimi kavuruyordu. Kollarımın arasında kıpırdanan İpek derin bir nefes alarak uzaklaştığında buğulu gözleriyle karşı karşıya kaldım. Bu kadar mavi olmak ve bu kadar buğulu bakmak zorunda mı sanki diye düşünmeden edemedim. İpek,
“Teşekkür ederim” dediğinde ortamı yumuşatmak için espriyle,
“Senin için tehlikeli olmayan bir yer var mı?” diye sordum. Anlamayan gözlerle bakmasına karşılık daha açıklayıcı bir sesle,
“Yani etrafında deniz, havuz ya da su birikintisi olmamasına rağmen yine de seni kollarıma almak zorunda kaldım” dedim. Gözlerini kendince korkutucu, bence komik bir şekilde gözlerime dikip,
“Sana yardım et diyen olmadı, uyuz şey” diye hırladı. O an içimden kafama edeyim ben, ne diye kurtarıyorum ki diye de söylendim. Sonrasında,
“Doğru söylüyorsun. Seni orada öyle nefes almaya çabalarken bırakmalı, hatta hiç karışmamam gerekirdi” dedim ve ayağa kalkıp parmağımı ona doğru uzattım.
“Fındık dua et ki cadı ve Mert’in akrabasısın. Yoksa hiç umurumda olmazdın” dediğimde sadece kahkaha attı. Bu durum ise beni sadece sinir etti. Neden bu kadar güzel gülüyor ki!.. Ya da gülüşü bana neden bu kadar güzel geliyor? Lanet olsun, buradan hemen şimdi gitmem gerekiyor” diyerek hızla oradan uzaklaştım. Odama geldiğimde içimde fırtınalar kopuyordu. Nedenini bilmiyorum ama artık nefes almakta zorlanıyordum. İçimde bir volkan varmış da sanki patlamaya yer arıyormuş gibiydi. Yirmi beş yaşında bir adamım ve hayatım hem okumak hem de çalışmakla geçti. Hayatta en çok istediğim şey Beril’di ve Allah onu benden almıştı. Vokalistliğini yaptığım gruptan ayrılmış, kendimi çizimlere ve projelere vermiştim. Sahi en son ne zaman şarkı söylemiş veya bir şarkının sözlerinde kendimi kaybetmiştim. Sahilde fındık o şarkıyı söylerken sözler arasında resmen kaybolmuş, başka âlemlerde dolanır olmuştum. Bu şarkıyı her zaman Karadeniz’e bakıp söyleyen bendim. Onca şarkı içinden sanki onu bulup söylemek zorunda mıydı? Derin bir nefes aldım ve her zaman baş ucumda duran cam şişeye uzandım. Şişede Beril’in mezarından aldığım toprak vardı. Küçük bir şişeydi ve her zaman yanımda taşırdım. Bana iyi gelirdi. Her gece kapağını açıp koklardım. Onun nasıl koktuğunu bilmezdim. Gül, papatya, şeker ya da lavanta. Yaşıyorken nasıl kokuyor olduğunu bilmiyorum ama şu anda benim için toprak kokuyordu. O koku her yağmur yağdığında benliğimi sarıyordu. Şişenin içindeki toprağı derin bir nefes alarak içime hapsettiğim de sinirle söylendim: Artık rüyalarıma neden gelmiyorsun, neden?!. Sonrasında uykuya dalmışım. Yarın burada son günümüzdü ve artık okul, Bora Bey ve emirleriyle yorucu bir tempoya başlayacaktım. Adam sadece nefes almana izin veriyor. O da yaşa diye. Sabah erken kalkmış ve çoktan havalimanına doğru yola koyulmuştuk. Şu fındığın vukuatlarını saymazsak harika bir Alaçatı macerası olmuştu. Uçağa binecek olduğumuz esnada avucumda kaybolan şişeyi fark eden fındık, “O ne?” diye sordu. Ona neyse diye düşünürken sıkıntılı bir nefes vererek,
“Bana ait bir şey” diye karşılık verdim. Fındık arkamdan, bana ait bir şey diyerek beni taklit etti. Ben duraksadığımda sinirli çıkarmaya çabaladığı ama komik çıkan sesiyle,
“Sana ait olduğunu elinde oluşundan zaten anladım. Ne olduğunu sordum” diye söylendi. Sabır dileyerek,
“Yürü, fındık, yürü” diye hırladım. Şu tatil bir an önce bitse ve İstanbul’a dönsek hiç fena olmayacak. Biletleri, kimlikleri göstererek girişe doğru yürüdük. Uçağa girdiğimizde, cadı ve Mert yan yana otururken gözlerim yalvarır bir bakışla Savaş’ı buldu. Savaş kaşlarını havaya kaldırarak,
“Üzgünüm abi ama bebeğimle uykuya kaldığımız yerden devam edeceğiz” dediğinde bıkkınlıkla bir nefes verdim.
“Ne bitmez bir çilem var” diye söylendim. Fındık hiç bunu duymadan geçer mi? Yine o tiz sesiyle,
“Asıl benim bitmez bir çilem varmış” diye karşılık verdi. Konuşmayı ve tartışmayı hiç uzatmadan ve biraz korkmasını ümit ederek, “Ben cam kenarında oturup kafayı cama koyup uyuyacağım ve sen beni uyandıracak herhangi bir şey yaparsan kafayı camdan çeker ve direkt dalarım” diye söyledim. Fındık sadece gözlerini kocaman açmakla yetindi. Bu iyi bir şeydi. Biraz korkarsa belki yolculuk boyunca bana bulaşmazdı. Uçak havalanırken,
“Korkarsam korkma, tamam mı?” diyen fındığa gerçekten bir uzaylıymış gibi baktım. Cidden bu kız nereden çıkmıştı? Neyin cezasıydı? Tamam dercesine kafamı salladım ve kulaklıklarımı takıp kafamı cama yasladım. Uçak yükselirken bu işkencenin bir an önce bitmesini diledim. Tabi ki sadece iki dakika sonra uçak artık havada düzelmiş olduğu esnada kulağımdaki kulaklığın biri hızla çekildi ve gözlerim fındığın o okyanus bakışlarıyla karşı karşıya kaldı. Fındık tüm şirinliğiyle,
“Ne dinliyorsun?” diye sordu ve benden izin almadan kulaklığı kulağına taktı. Homurdanarak “Sorsaydın da söylerdim?” diye karşılık verdim. Fındık gülümseyerek kulağına taktığı kulaklığımı çıkardı.
“Bu grubu daha önce hiç dinlemedim?” diye sorunca ona bakakaldım. Kendi kendime konuşuyormuşum izlenimi veriyordu ve ben şu anda boğazına dalıp onu gebertmek istiyordum. Bıraktığı kulaklığı hızla kulağıma takınca,
“Amatör bir grup” dedim ve yeniden cama döndüm. Evet, benim gruptan ayrılmam ve onları yalnız bırakmam sonucunda sadece küçük türkü cafe ve kulüplerde çalan amatör bir grup olarak kalmışlardı. Yaklaşık on dakika sonra gözlerimi kapatmış ve sakin bir uykuya dalıyordum ki kolumdan dürtülmemle sıkıntılı bir nefes verdim. Sadece huzur istiyorum, çok şey mi bu? İçimden lanet olsun diye geçirerek bıkkınlıkla yanımdaki şeytan kılıklı fındığa baktım. Masumca tebessüm ederek,
“Bir şey alacak mısın?” diye sordu. Net bir sesle,
“Hayır!” karşılığını verdiğimde uykuma kaldığım yerden devam etmeyi umup gözlerimi kapattım. Sadece beş dakika geçmeden uçak hafifçe sarsıldı, koluma yapışan bir ahtapotla gözlerimi açıp isyan ettim.
“Lanet olsun, fındık, uyumuyorum. He, tamam mı? Oldu mu? Bak, uyumuyorum” dediğimde üzgün bir suratla,
“Korktum sadece” demesiyle gözlerim kocaman açıldı. Hızla,
“Büyük okyanusu yüzerek mi geçtin, fındık?” diye sordum. Sanki on altı saatlik uçak yolculuğundan gelen bendim. Fındık bu sorumu da es geçip kafasını omuzuma koyduğunda gözlerimi uçağın tavanına diktim. “Allah’ım sen beni neyle sınıyorsun?” diye sordum. Fındık,
“Tamam, uzatma da ver şu kulaklığın tekini, çocuk güzel söylüyormuş” dedi. Kulaklığı kulağına takıp birkaç saniye içinde uyumuştu. Başı omuzumun üstünde bir tüy gibiydi. Tepeden baktığımda burnu ve dudakları biçimli bir esermiş gibi duruyordu. Nefes alırken kalkıp inen göğsü içimin kıpırdamasına neden olurken koluma daha fazla sokulmasının tepemizdeki klimadan kaynaklandığını anlamıştım. Dizlerimin üzerinde duran ceketi onu uyandırmamaya dikkat ederek üzerine örtmüştüm. Tam cama bakacağım anda Mert’le göz göze geldim. Onun o bakışından aslında ne anladığını fark ettiğimde tüylerim diken diken oldu. Asla, asla o tahmin ettiği şey olmayacak. Benim kalbim tek bir kıza ait ve o da onu alıp toprağın altına götürmüştü. Ondan sonrası imkânsızdı. İstanbul’a geldiğimiz gün tam her şey yoluna girdi dedik, aldığım telefonla neye uğradığımı şaşırdım. Cadı hastaneye kaldırılmıştı. Hızla hastaneye gittiğimde öğrendiklerimle ikinci bir şok yaşadım. Nasıl olur da cadının kalbi hasta olurdu. Allah yardım etmiş ve cadı gözlerini açmıştı. Fakat ortalığı bir de Defne Kara diye bir kadın ayağa kaldırmıştı. Öyle büyük bir karışıklık yaratmıştı ki, bir anda iki katı kapatarak güvenlik önlemleri alınmıştı. Neyse ki aradan iki hafta geçmiş ve her şey normale dönmüştü. Şimdi Bora Bey’in evinde toplanmışlar, ısrarla da beni çağırmışlardı. Bu iki hafta İpek’in okul maceraları ve ona eşlik edilmesi işi bana kalmıştı. Neyse ki kafası fazla doluydu. O yüzden bana bulaşmamış, kendi telaşıyla uğraşıyordu. Anladığım kadarıyla babası konservatuarda okumasına sıcak bakmıyordu. Onun için de birçok şey gizli yapılıyordu. Fındıkla geçirdiğim bu iki haftalık zaman çok fazla gelmişti. Bu kızdan uzak durmalıydım. Ama ne oluyorsa kendimi her defasında onun karşısında buluyordum. Tıpkı bu gece olduğu gibi... Bahçe kapısından içeriye girdiğim anda karşılaştığım maviliklerle resmen nefesim kesildi. İçimden bir insanın gözü bu denli okyanus mavisi olur mu diye geçirdim. Ama nedense bu akşam konuşmuyor, sadece bana bakıyordu. Yavaşça yürüyüp yanlarına gidince dilimi tutamayıp, “N’aber, fındık, bakıyorum çenen kapalı” diyerek takıldım. Bana öyle bir bakış attı ki, seslice öküz diye bağırsa bile bu kadar açıklayıcı olamazdı. Bazen gözleriyle verdiği tepkiler büyüleyici olabiliyordu. Ve bu da o zamanlardan biriydi. Ben sırıtırken yüzümdeki ifadeyi bir anda solduran,
“Kızımın çenesiyle ne zorun var senin?” diye soran kişiyle gözlerim kocaman oldu. Kadın sapsarı saçları, kendinden emin duruşu ve yıllara meydan okumuş yüzüyle gülerek bana bakıyordu. Bu bakışa panikleyerek karşılık verdim:
“Vallahi bir derdim yok!” Kadın gülümsedi, sonra elini bana uzatarak,
“Senden bahsettiler ama bir türlü tanışamadık. Ben Hande” dedikten sonra fındığı göstererek, “Bu gevezenin annesiyim” diye ekledi. Gülümseyerek Hande Hanım’ın elini sıktım ve alaycı bir ses tonuyla,
“Tabi siz de kızınızı tanıyorsunuz” dediğimde bir an duraksayıp kahkaha attı. Fındığın gülüşünü kimden aldığı da bu sayede aydınlanmış oldu. Tam karşımızda Çağlar Bey’in yanında son hızla bir şeyler anlatan Merve Hanım’a bakarak,
“Annesi benim ama çenesi teyzesinden” dedi. Merve Hanım,
“Aaa, ben o kadar geveze miyim ya?” diye sordu. Merve hanımı birçok kez görmüştüm. Gerçekten çenesiyle adam öldürebilirdi. Fazlasıyla dilbazdı ama bir o kadar da melek kalpliydi. Onun bu sorusuna herkes anlaşmış gibi, hep bir ağızdan,
“EVET!” diye bağırdı. Ben de bu duruma dayanamayıp kahkaha atarak bu mükemmel aileye bakakaldım. Benim de bir annem vardı. Onu da yıllardır görmemiş, sadece geçen gitmemde birkaç gün hasret gidermiştim. Bu ailenin arasında kan bağı olmasa bile sanki kardeşmiş gibi birbirlerini seviyorlardı. Birbirleri için ölebileceklerini bile görebiliyordun. Bu esnada fındıkla göz göze geldik. İşte yine aynı şey olmuştu. İçimde bir yerlerde tüm bedenime yayılan bir sıcaklık, hızlanan kalp atışlarım ve takılı kalan bakışlarım. Ne yaptığımı fark edip hızla gözlerini çektim ve yavaşça yerimden kalktım. Bahçenin arkasına doğru yürüdüm. Bahçenin arka tarafında kuytu bir köşe buldum ve ayaklarımın beni tartmadığını hissedip yere çöktüğümde derin bir nefes aldım. Bana neler oluyordu? Bu neydi şimdi? İçimdeki sorular ve duygularla derin bir savaşa girmişken arkamdan duyulan sesle gözlerimi yalvararak göğe kaldırdım. İçimden Allah’ım, neden diye sordum. Arkamdan gelen fındık,
“Bu kadar mı başın şişti de kaçtın?” dediğinde yapmacık bir gülümsemeyle,
“Sen de yetmedi biraz daha şişireyim dedin yani” karşılığını verdim. Bu sefer de o gülümsedi ve ben kesinlikle bu kıza gülümseme yasaklanmalı diye düşündüm. Büyü gibi içine çekiyor, söyleyeceğin her ne varsa unutmanı sağlıyordu.
“Ben senden uzak durmak için çabalarken sen neden her an beni zorluyorsun?” diye homurdanarak söylendiğimde gözleri kocaman oldu. Bundan cesaret alarak bana yaklaştı.
“Benden uzak durmaya mı çalışıyorsun?” diye sordu. Ne anladığını tahmin ederek, “Yani kafamı şişiriyorsun ya, ondan” dediğimde gözlerini kıstı ve biraz daha yaklaştı. Yaramazlık yaparken yakalanmış bir çocuk gibiydim. Sürekli beni köşeye sıkıştırıyordu. Ne diye zorluyordu ki?!.
“Sen de benim kafamı şişiriyorsun. Ben şikâyet etmiyorum” dediğinde kendimi kontrol edemedim ve güldüm. Gitmesi gerekirken gelip yanıma oturması daha da büyük bir işkenceydi.
“Tamam, kafanı şişirmemeye özen gösteririm” dediğinde hırlayarak,
“Hiç inandırıcı değilsin, fındık” dedim. Ona her fındık dediğimde sinirleniyordu. Bu gerçekten hoşuma gidiyordu. Tıpkı şu anda olduğu gibi...
“Neden bana fındık diyorsun? Benim bir adım var “ diye çıkıştığında,
“Bizim oralarda sevilenlere lakap takarlar, mesela Melek’e cadı diyorum. Sana da fındık. Ne var bunda?” karşılığını verdi. Gülerek, “Rüya’ya ne diyorsun?” diye sordu. Bir an şaşırsam da kahkaha atarak,
“Ona henüz bulamadım. Kızda her şey var anası gibi” dedim. Hakikaten kızda çene vardı, cadalozluk vardı, şirinlik vardı, maymunluk hat safhadaydı. Ne diyeceğimi bilmediğim için sadece adıyla hitap ediyordum. Tam bu konuşmadan keyif almaya başlamışken duyduğum soruyla kalbimin boş olan kafesine bana acı verecek bir hançer saplandı. Fındık, “Beril’e ne derdin?” diye sordu. Konuşma sessizliğe büründüğünde yutkunarak, “Beril derdim” dedim ve içim yana yana devam ettim: “Dilim ona hep Beril dedi. Hoş geldin Beril, n’aber Beril, hoşça kal Beril” dediğimde içim acıdı. Ama fındık bu, susar mı? Ardı arkası kesilmeyen sorularına devam ederek, “Kalbin ne derdi?” diye sordu. Gözlerimi fındığın okyanus derinliğini andıran maviliklerinden çekerek gece karanlığı gözlerini andıran karanlığa, sanki Beril oradaymış da gülümseyerek bana bakıyormuş gibi odaklandım. Sonra onu her gördüğümde dilimin Beril derken kalbimin haykırdığı hitabı,
“Gülüm” dedim. Yanımdaki sessizliğin daha da büyüdüğünü hissettim. İnsan yüreğine ektiğine başka ne derdi ki? Yüreğinde filizlenen, koklamaya bile çekindiği goncasına ne diyebilirdi? Ben bu sessizlikte kaybolurken fındık,
“Sen onu çok seviyorsun ama anlaşılan o seni senin onu sevdiğin kadar sevmemiş” dediğinde kulaklarıma dolan kelimelerle donup kaldım. İçime dolan öfke sanırım saniyeler içinde bakışlarıma yansımıştı ki fındığın bakışları korkuyla dolmuştu. Sert çıkan sesimle, “Beni sevdiği için canına kıydı” diye haykırdım. Sonra ayağa kalktım ve hızla çıkışa doğru giderken arkamdan duyduğum fındığın sesiyle duraksadım:
“Sevdiğin için ölmezsin, Doruk” diye bağıran fındığa doğru hızla döndüm ve içimde patlamaya hazırlanan öfkeyle yanına kadar yürüyüp sertçe bir sesle, “Ne yaparsın, İpek?” diye sordum. Bu çıkışımdan hiç etkilenmemiş gibi net çıkan bir sesle konuştu: “Yaşarsın, savaşırsın ama pes edip ölmezsin” dedi ve gözlerime baktı. Bu da ne şimdi? Nasıl bu şekilde konuşmaya cesaret ederdi? Ve hangi hakla? Hem neden ona bu kadar yakınım? Lanet olsun, içime ölesiye bir öfke yüklenmiş olmasına rağmen hangi salaklıkla bu kızı öpmek istiyorum? Bu düşüncelerimi fark etmişçesine hızla araya mesafe koydum. Fındık konuşmasına daha bir ürkekçe devam etti:
“Seni sevmiyordu demedim. Senin kadar sevmiyordu demek dedim. O senden vazgeçtiği için canına kıymış. Belki de mutlu olacağını, onu unutacağını düşünmüş. Seven insan cesaretli olur. Canına kıymak bir sevgi gösterisi değil, korkaklığın kanıtıdır. Ya başka bir şey varsa, hiç düşündün mü?” diye sordu. Öfkem içimde çağladı ve nihayet patlayarak,
“Kes şunu!” diye bağırdım. Öfkemi kaybetmeden elimi yumruk yapıp kendime engel olmaya çabalayarak,
“Beni seviyordu! Başka bir şey yoktu! Onu unutmam için abuk sabuk konuşuyorsun. Ben ondan başkasını sevmedim, sevemem de. Yapmaya çalıştığın şeyi anladım. Yapma!” diye gürledim. O da hayatıma girmek isteyen kızlar gibi olmuştu. Artvin’de birçok kız Beril öldüğünde bana duygularını açıklamış, hayatıma girmeye çabalamış ve her defasında bu yolu izlemişti. Hepsi benim hayatımda bir şey olmak istiyordu. Hepsi dostane cümlelerle başlayıp ya başka bir şey varsa diyerek Beril’in beni sevmediğini ima ediyordu. Neden anlamak istemiyorlar ki, ben ondan başkasını sevmeyeceğim. Öfkemi dizginlemeye çabalarken fındık,
“Ben sadec...”dedi. Sözümü bitirmeden susmasını sağlayarak
“Sen hep fındık ol, İpek. Benim arkadaşımın akrabası, arkadaşım olan fındık. Ötesini sakın düşünme!” dedim. Sonrasında daha iyi anlaması için, “Anladın mı, İpek? Kalbin sende dursun, kalbi olan birine ver. Çünkü benim kalbim Beril’le beraber gömüldü” dedim ve yüzüne bir saniye bile bakmadan hızla bahçeden çıkıp motoruma doğru yürüdüm. Kapının önünde duran motoruma atladım ve hızla sürdüm. Gecenin karanlığında, denize doğru, tüm dünyamı saran karanlığı deşercesine sürdüm. Birkaç dakika içinde geldiğim yer bir deniz kenarıydı. Benim günlerime güneş doğmayacak, bu kalp onun ve başkasının da olamayacak. Beni başkasıyla görmeye dayanamayan kalbi öldüren birine bu ihaneti yapamazdım. Denizin kenarına kadar gittim. Denizin hırçın dalgasında kulaklarımda uğuldayan İpek’in söylediği şarkı, gecenin karanlığında beliren Beril’in gülüşü vardı. Kalbim sıkıştı ve dizlerim suyun içinde bedenimi taşıyamadı. Belime kadar gelen deniz suyunun içinde dizlerimin üzerine yığıldım. O an nefesim kesilircesine, ciğerlerim patlarcasına elimde Beril’in toprağının bulunduğu minik şişeyle bedenim yığıldığı denizin içinde haykırdım: “Yeter!.. Yeter, Allah’ım. Ya beni de al onun yanına ya da öyle bir şey yap ki n’olur ben de yaşayayım” diye yalvardım. O an hırsla gelen bir dalganın içinde kaldım. Dalganın içinde savrulurken elimden kayan şişeyle tuzlu suya rağmen gözlerimi açtım. Şişe denizin karanlığında yavaşça kaybolurken dalgalar bedenime daha da hırsla çarptı. Daha derinlere, daha derinlere çekerken beni gözlerimi yumdum ve kendimi karanlığa bıraktım. O an kulağıma dolan şarkıyla gözlerim açıldı. Denizin içinde beliren İpek’in o okyanus mavisi gözleriyle kalbim canlandı ve gözlerim kocaman olarak denizin yüzeyine doğru yüzmeye başladım. Hırsla denizin yüzeyine çıktığımda boğucu bir nefes almıştım. Bu da neydi şimdi?