Belime dolanan kaslı ve güçlü bir kol ile havuzun dibinden hızla yüzeye çekildiğimde ilk defa korkmamıştım. Suyun altında dans eder gibiydik ve karanlık bir yerlerden bedenime ulaşamıyordu. Suyun üstüne çıkmamız saniyeler almamıştı. Derin bir nefes alışın ardından gözlerimi açmamla endişeli ve bir o kadar da öfkeli bakan kahverengi büyüyle göz göze geldim. Gözlerindeki öfke inanılmaz bir boyuttaydı. Bakışlarımı bir an bile ondan ayıramıyordum. Korkmuyordum. Endişe ve güven benliğimi kaplıyordu. Bir insan hem bu kadar uyuz, hem de nasıl bu kadar çekici olabilirdi? Mümkün müydü? Evet, olabiliyormuş işte, mümkünmüş. Bu büyülü bakışmayı Doruk,
“İyi misin?” diye sorarak bozdu. İyiden de öteyim demek istedim. Ona sıkıca sarılmak ve o kollarda kaybolmak istedim. Fakat tutuk bir ses tonuyla,
“Evet” karşılığını verdim. Bu cevaba karşılık tekrar Doruk’un hırlayan sesini duydum:
“Sadece on dakika beklemen gerekiyordu, fındık. Her boş kaldığında kendini neden havuza atıyorsun?” diye sordu. Transtan çıkma vaktimin geldiğini anladım ve karşılık vermek için hızla cırladım:
“İlkinde beni havuza atan sendin. Bu sefer de adam bana sarkıntılık ediyordu!” Doruk dalga geçer gibi sordu:
“Sen de bağırmak yerine havuza atlayınca kurtulurum diye mi düşündün?” Haklıydı ama keyfimden atlamamıştım. Gerçi atlamadım da adam çarpınca düştüm. Üstelik onun bu sorusuna verecek bir cevabım yoktu. O yüzden sadece susmakla yetindim. Doruk beni tek kolla yüzerek havuzun kenarına getirdi ve kendi etrafımda döndürüp havuzun kenarına tutunmamı sağladı.
“Sadece burada bekle” dedi. Ardından bir sıçrayışta havuzun dışına çıktı ve sert bir sesle,
“Şimdi sana gelelim” dedi. O korkutucu bünyesiyle son derece öfkeli olarak üzerine yürüdüğü sarhoş adam Doruk’a,
“Sevgilini boş bırakma sen de” demesiyle Doruk’un yumruğunu yemesi bir oldu. Doruk ona ikinci yumruğu savurduğunda adam resmen uçarak havuza düşmüştü. Onun bu düşüşüne kendimi tutamayarak çığlık atmıştım. Havuz dalgalanmış ve ben havuzun kenarına daha sıkı tutunmaya çabalarken Doruk dibime kadar geldi ve gözlerini gözlerime dikerek,
“Bence siz kızlar çığlık atmaya bahane arıyorsunuz” diye söylendi. Sesinin tonundan ne kadar bıkmış olduğu anlaşılıyordu. Korku bedenimi ele geçirmiş gibiydi. Ve bunu yansıttığım sesimle,
“Adamı havuza attın” diye söylendim. Sanki uzaylıymışım gibi bana bakan Doruk gözlerini şaşkın şaşkın açarak,
“Tebrik mi etseydim” diye sordu. Yani haklıydı. Ne yapması gerekiyordu. Tamam, dövmesi normal ama havuza atmasa iyiydi. Aklımdan geçen düşüncenin zıttına hızla,
“Dövmek zorunda da değildin” diye çemkirdim. Ağzımdan çıkan bu cümleye ben bile şaşırırken Doruk hızla elini kafama yerleştirdi ve ne olduğunu anlamadan beni suyun içine bastırdı. Neye uğradığımı şaşırdım. Sadece iki saniye suyun altında kaldım ve beni tekrar geri çekip göz göze geldiğimizde Doruk sertçe bir sesle,
“Boğarım bak seni, bela mısın benim başıma?” diye kükredi. Daha fazla şakayı, çemkirmeyi kaldıramadığını fark etmiş ve artık susmam gerektiğini anlamıştım. Panikle,
“Tamam, tamam! Sustum, lütfen” diye bağırdım. İnsafa gelip beni artık bu sudan çıkarması gerekiyordu. Ve öyle de oldu. Doruk derin bir nefes aldı ve omuzlarımdan tutarak beni havuzdan çıkardı. Aynı hızla,
“Sadece beş dakikan var, geç kalıyoruz. Seni sağ salim Mert’e teslim edip kurtulmam lazım” dediğinde ellerimi belime yerleştirdim.
“Sana...” dedim. Doruk bana öyle bir bakış attı ki cümlemi tamamlayamadan susmak zorunda kaldım. Eminim söyleyeceğim laftan sonra havuza girişim aynı bu adam gibi olacaktı. Doruk sert bir sesle,
“Fındık seni havuza atarım ve kimsenin çıkarmasına da izin vermem. Benim sabrımı sınama ve gidip üstünü değiştir” diye gürledi. Tahminimde yanılmadığımı anlamış oldum. Hızla,
“Tamam, tamam, gidiyorum” dedim. Yanından hızla koşup yukarı çıktım. Odama girince kapıyı ardımdan kapatıp kapıya yaslandım. Üzerimdeki ıslak kıyafetlerin hiçbir anlamı yoktu. Tüm bedenim alev almış yanıyordu. Kalbimin atışını kulaklarımda hissediyordum. Sanki bir büyü gibi beni içine çeken bir his vardı. Karşı koyamadığım bir çekim, bir güç vardı. Ve bu beni Doruk’a doğru itiyordu. Bu da beraberinde ne getirecekti hiç bilmiyorum ama kalbim her saniye biraz daha kontrolden çıkıyordu. Birkaç saniye orada öylece durduktan sonra üzerimdeki ıslak kıyafetleri çıkardım. Duşa girip üzerimdeki havuz suyundan arınıp havluyla kurulandım. Valizimden çıkardığım kot ve tişörtü giyip hızla aşağıya indim. Lobiye bakındığımda Doruk’un çoktan inmiş ve öfkeli bir şekilde beni bekliyor olduğunu gördüm. Bu sinirin, öfkenin anlamını çözemiyordum. Adamın bana sarkıntılık etmesi benim suçum değildi. Havuza düşmemse tamamıyla kazadan ibaretti. Bunun için beni suçlamaması ve anlayışlı olması gerekiyordu. Kalbimin de nefesimi kesecek şekilde hızla atmasına bir son vermesi gerekiyordu. En azından bayılmamam için…
Beni görünce birkaç saniye öfkeyle gözlerini gözlerime diken Doruk hızla arkasını dönüp çıkışa doğru yürümeye başladı. Ben de hızlı adımlarla merdivenlerden inip peşinden yürümeye başladım. Tam kapıdan çıkarken karşısına havuza attığı adam çıkınca duraksadı ve hemen arkasında olduğum için bu ani duruşla kendimi kontrol edemeyerek Doruk’un sırtına yapıştım. Demir gibi sert bir sırtı vardı. Doruk omuzunun üstünden bana ters bir bakış attı ve ben hemen ondan uzaklaşarak korku dolu bir ifadeyle baktım. O esnada adam,
“İşte bu adam, bu züppeden şikâyetçiyim” dedi ve Doruk’un burnunun dibine kadar gelip,
“Sen bittin, oğlum! Seni bitireceğim! Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sordu. Hâlâ ayakta durmakta zorlanıyordu. Doruk derin bir nefes aldı. Saniyeler geçmeden adama bir baktı. Sonrasında da öyle bir yumruk savurdu ki adam tekrar uçtu sandım. Uçtu ve sert bir şekilde yere düştüğünde kesinlikle birkaç kemiğinin kırıldığına emindim. O sırada gelen güvenlik Doruk’u göğsünden kavrayıp durdurarak,
“Abi sen git, biz kameradan gördük. Adamın çıkışı yapılacak şimdi” diyerek sakinleştirmeye çabaladı. Doruk biraz rahatlayarak sakince durmaya başladı. Ardından hızla bana döndü ve gözlerini gözlerime dikerek,
“Sadece bir saat çeneni tutmanı istiyorum” dedi. Sesi tahammül sınırlarının artık tükendiğini ve kendini zor tuttuğunu gösteriyordu. Gerçekten çenemi tutmam sağlığım açısından iyi olacaktı. Onun için sadece tamam anlamında başımı sallamakla yetindim. Doruk bu halime derin bir nefes aldı ve başıyla çıkışı işaret ederek,
“Hadi bakalım” dediğinde hızla yürümeye başladım. Adam uyuz, öküz, odun, hatta kütük olabilirdi. Ama şu anda tam anlamıyla bir katil gibi görünüyordu. Sadece güvenebileceğim kişileri görebileceğim zamana kadar çenemi kapalı tutmalıydım. Elbette Doruk’a güvenebilirim ama şu anda beni öldürmeyeceğinin garantisini veremiyordum. Arabaya bindiğimizde gaza öyle bir yüklendi ki havalanacağız sandım. Doruk bana bakıp bu korku dolu halimi fark edince sıkıntılı bir nefes daha alarak,
“Senin korkmadığın bir şey var mı, fındık?” diye sordu. Elbette çoğu şeyden korkmazdım. Ama yanındayken hiç kimseden, hiçbir şeyden korkmadığım tek bir kişi vardı… O da aklıma gelince refleks olarak,
“Annem” diye fısıldadım. Doruk’un bakışlarında bir an bir yumuşama oldu ve aynı yumuşamayla arabanın hızı da düştü. Sonra ise arabaya ölümcül bir sessizlik çöktü. Kalbimin atışı yavaşladı. Sessizlik koca bir karanlığa dönüştü ve uzun bir yolculuk başladı. Karanlık ve arada bir uzaktan şehir ışıklarını gördüğümüz bir yoldaydık. Bir saat içinde, belki de daha kısa bir sürede Adnan Menderes Havalimanına varmıştık. Otoparka arabayı park ettik ve yavaşça alana girdik. Ben artık yorulduğum için karşılama salonunun bekleme bölümündeki koltuklara oturdum. Doruk da benden çok uzakta durmayacak şekilde kapının dibinde ayakta beklemeye başladı. On beş dakika sonra uçak inmişti ve yaklaşık yarım saat sonra içeriden çıkan Mert, Melek, Rüya ve Savaş o mükemmel gülümsemeleri eşliğinde bize baktılar. Lanet olsun, onları çok özlemiştim. Fazlasıyla özlemiştim. Ta ki Melek bu büyülü anı,
“Merhaba, Dev!” diye bağırıp bozana kadar. Duyduğum hitapla şaşkınca Dev mi, odun odun diye mırıldandım. Bu mırıldanmayı duyan Doruk keskin bakışlarını bana diktikten sonra hızla Melek’e dönüp,
“Merhaba mı? Ne merhabası, cadı! Seni parçalayabilirim” diye karşılık verdi. Melek bir an duraksadı. Duyduğuna şaşırdığı gözlerini kocaman açarak Doruk’a bakmasından belli oluyordu. Doruk uyuzu onun bu haline aldırış etmeden beni işaret etti.
“Cadı, bu nasıl bir cezadır? Ya da bunun gibi bir cezayı hak edecek ne yaptım?” demez mi! Öfkem bir anda tüm bedenimi istila etti. Sanki adama bana barda karış, o da yetmezmiş gibi beni havuza at, beni delirt dedik. Üstelik bu akşamki olay tamamen onun öfkesinden çıkmıştı. Adam sarhoştu. Dövmesi gerekmezdi. Tamam, gerekirdi. Çünkü bana sarkıntılık etmişti. Ama bu durum da benim suçum değildi. Onun için hızla,
“Aaa oduna bak! Şu iki günü zehreden sensin. Bir de utanmadan şikâyet ediyor” dediğimde Doruk,
“Allah’ını seversen bir sus be fındık!” karşılığını verdi. İçimden kafana şu fındık kadar taş düşsün diye söylendim. Sürekli bana beş yaşında bir çocukmuşum gibi davranmıyor mu? Avazım çıktığı kadar bağırasım geliyordu. Ama sakin kalmaya çabalayarak,
“Bak yine fındık dedi ya” diye şikâyetçi bir tonda söylendim. Doruk gözlerini kısarak gözlerime sabitledikten sonra,
“Sen nasıl bir belasın?” diye sordu. Bela falan değildim. Tam bir şey söyleyecektim ki Mert abimin ağzımı açık bırakacak yorumu kulaklarıma ulaştı. Mert abim
“Püsküllü” diye karşılık vermişti. Bu da gerçekten ciyaklamama neden oldu.
“Ne yaptım ben ya?” diye sordum. Gerçekten ben ne yapmıştım. Sadece şu iki gün biraz eğlenmek istemiştim, hepsi o kadar. Bana her defasında karışmasaydı bu kadar sorun olmazdı. Doruk hayretle kaşlarını kaldırdı ve yine hayret dolu bir sesle,
“Ne mi yaptın? Ne yapmadın ki, fındık? Ne yapmadın?” diye sordu. Ben de artık beni öldüremeyeceğinin garantisini gördükten sonra cesaretimi toparladım. Hızla,
“Adamı dövmeseydin sen de” diye çemkirdim. Ardından,
“Beni havuza atmasaydın” diye söylenerek devam ediyordum ki Mert abim, “
Ne adamı ya?” diye sordu. İşte o an susmuştum. Ama Doruk uyuzu durur mu? Anında durumu değerlendirerek sitemle,
“Abi akşamı ayrı dert, gündüzü ayrı. Ne sen sor ne ben söyleyeyim. Ama beni bu kızdan kurtarın” dediğinde şoke olmuştum. Gören de benim ona işkence ettiğimi falan sanırdı. Onun için buna daha fazla dayanamayarak,
“Sanki ben ona yanımda dur diyorum. Yanımda dur, bana bakanları da döv. Senin babamla bir anlaşman mı var?” diye sordum. Doruk sıkıntılı bir nefes verdikten sonra,
“Ya fındık, senin susturma düğmen nerede?” diye sordu. Artık kabalıkta ve uyuzlukta sınır tanımıyordu. Sonra Melek’e dönerek,
“Cadı, ben de Karadeniz kızlarına çok konuşur derdim. Ama bu fındık bizim kızlara taş çıkarır” dedi. Melek o sıra bir kahkaha attı. Sonra da kahkahalarının arasından Doruk’a,
“Doruk, İpek Rize’li” diyerek açıklama yaptı. Doruk duraksadı. Evet, uyuz, ben de Karadenizliyim diye her ne kadar çemkirmek istesem de şaşkın gözleriyle bana bakmasına şeytanlıkla,
“Haçan karadenuz kiziyum ben, uşak” diyerek karşılık verdim. Mert abim Doruk’a,
“Abi he de geç, bir süre sonra sıkılıyor” diyerek taktik verdi. Doruk,
“Onu da denedim ama olmuyor. Ya hiç susmuyor! Abi bir de bunu barlardan topluyorum. Kime söylüyorsanız söyleyin, durum fena” dedi. Kocaman olan gözlerimle,
“İspiyonlamasan olamaz, değil mi? Sadece bir bardaydım ben” dediğimde Doruk,
“On sekiz yaş üstü için orası” dedi. Dengesiz alay ettiğini sanıyordu. Takındığı ses tonu gerçekten sinir bozucuydu. Ve içimden şu uyuza biri benim yirmi yaşında olduğumu söylesin diye isyan edeceğim sıra Melek sıkı bir kahkaha daha attı.
“Yirmi yaşında” dedi. Uyuz durur mu? Bu sefer daha alaycı bir tavırla,
“Senin neren yirmi, bildiğin on beş-on altı yaşında bir paçi gibi duruyorsun” dedi. Artık dayanamayıp gözlerimi ona diktim. Acaba ne kadar uyuz olduğunu bugüne kadar söyleyen biri olmuş muydu? Hızla ellerimi belime yerleştirdim ve tam konuşacakken Doruk eliyle ağzımı kapattı. Bu hareketine sadece gözlerimi kocaman açarak karşılık verebildim. Doruk,
“Gözünü seveyim sus, istersen yirmi beş ol, hiç umurumda değil. Yeter ki sus” dedi. Kahkahalara boğulduk. O kadar bıkmıştı ki sesimden. Artık susmam için yalvarır duruma gelmişti. Bu da sıkı bir intikam aldığım anlamına geliyordu.
Havaalanında gırgıra son verip valizleri arabalara yerleştirip otele geri döndük. Mert ve Savaş havalimanından araba kiralamıştı. Melek ve Doruk işleri dolayısıyla birkaç şeyi halletmek için gözden kayboldu. Ortalıktan neredeyse iki saat kaybolmuşlardı. Sonra geri döndüklerinde yemek yedik. Fazlasıyla geç olmuştu. Fakat bu dışarıya çıkmamıza engel değildi. Gittiğimiz kulüpte gayet eğlenceli vakit geçirmiştik. Eski defterler açılmış, anılar, komik hatıralar ortalığa saçılmıştı. Alaçatı’da tek bir mekânda takılmak yerine Mert abimlerin de kararıyla Çeşme’ye geçmiştik. Doruk olabildiğince benden uzak dururken bense ona sadece kötü kötü bakışlar atıyordum. Fazlasıyla birbirimize gıcık oluyorduk. Ve bu gece birbirimizle uğraşma istihkakını doldurmuştuk. Gece ilerledikçe yorulmuş ve plajda kumların üzerine oturmuştuk. Muhabbet güzel anılarla devam ederken Savaş bana dönerek,
“İpek, sesini duymayalı uzun zaman oldu” dedi. Her buluşmamızda mutlaka şarkı söyletirlerdi. Ama bu gece fazlasıyla yorgundum. Fakat Rüya, Savaş’ın isteğini devam ettirerek,
“Evet, hadi bir şarkı söyle” dedi. Kendimi köşeye sıkışmış ve şarkı söylemeden kurtulamayacakmış gibi hissettim. Doruk ise bu isteklere karşı tüm uyuzluğuyla kahkaha atarak,
“Fındık, şimdi bir gâvur şarkısı söylemeye kalkma, inan bu sefer seni şu denizde boğarım” dedi. Gözlerimi Doruk’a diktim. Ukalanın, uyuzun ve odunluğun artık dibine vuruyordu. Dişlerimin arasından sinirle konuştum:
“Ben Türkçe müzik dinler ve söylerim. Evet, Amerika’da yaşıyoruz ama nedenlerimiz olduğu için oradayız. Amerikalı değilim” dediğimde Doruk suratını buruşturdu.
“Tamam, tamam! Ama çok cırlama, kulaklarım bana laz...” O daha sözünü bitirmeden çenesini kapatması için aklıma gelen ilk Karadeniz şarkısını söylemeye başlamıştım. (Şarkı: Nesrin Kopuz - Yaylanın çimenine şarkısı. Tam burada açıp dinleyin isterseniz.) Doruk şarkıya başlamamla başını çevirdiği taraftan döndürmeden duraksadı. Yutkundu ve birkaç saniye öylece kalakaldı. Ben şarkıyı söylemeye devam ederken onun başka âlemlere daldığını anlayabiliyordum. Şu anda her nereye göçüp gittiyse orada hüzün vardı, acı vardı. Canı yanıyordu. Hissedebiliyordum. Bu şarkının onda bir yeri olduğu kesindi. Ama onu bu kadar etkileyebileceğini tahmin etmemiştim. Hele bir de buradan gözlerinin dolduğunu fark ettiğimde şaşkınlığım iki katına çıkmıştı. O kalpte nasıl bir acı vardı, nasıl bir dram, nasıl bir haykırış?.. Şarkının son kelimelerinden oluşan Yar senden başkasını gönlüme koyamadım cümlesini de söylediğimde gözlerim Doruk’a kaydı. Dolan gözlerinin birinden süzülmek üzere olan yaşı fark ettim. Gözleri öyle acılı, öyle yaralıydı ki sesimin gırtlağımda düğümlendiğini hissettim. Bu öyle bir ayrılık acısı bakışı değildi. Bu bakış acı, keder, kayıp bakışıydı. Şu iki günde onun bir ton bakışını görmüştüm ama bu bakışa diyebileceğim tek kelime yoktu. İçinde bir yerlere dokunmuş ve canını yakmıştım. Gözlerim hâlâ Doruk’un gözlerinden ayrılmamıştı. Tam bir şey söyleyecektim ki Doruk eliyle susmamı işaret etti. Yutkunduğunda gözünden süzülen yaş kalbime damlayan kor misali içimi acıttı. O ise hızla kalkıp bizden uzaklaştı. Şaşkınca Melek’e baktım. Bu şekilde olmasını istememiştim. Ona uyuz oluyordum ama onu üzmek istememiştim. Bu bakışımın ardından Melek,
“Doruk’un sevdiği kız, saçma bir yanlış anlama yüzünden intihar etmiş. İkisi de birbirlerini çok seviyorlarmış ama yıllarca söyleyememişler. Üstelik birbirlerini sevdiklerini de bilmiyorlarmış. Herhalde onu hatırlattı” dediğinde içimden kendime resmen küfrettim. Adamın bir de bu özel duygusuyla saçma sapan yorumlar yapmıştım. Kahretsin, adam acısı yüzünden kimseye bakmıyordu. Kadınlardan o yüzden uzak duruyordu. Hayatında o yüzden bir kadın yoktu. Dün yaptıklarım geldi aklıma ve kendime iki kat sövdüm. Sonrasında da içimi Doruk’un yanına gitme istediği kapladı. Bunu telafi etmem gerekiyordu. Melek abla ve Mert abiye baktım. Çekingen bir şekilde,
“Ben bir yanına gideyim, üzmek istememiştim” dedim. Melek hızla ve sıkıntılı çıkan sesiyle,
“Şey, aslında şim...” diye konuşmaya başladı. O daha lafını bitirmeden Mert abi,
“Git ama canını sıkma, seni boğmasın “dedi. Şaşkınlıkla Mert abime baktım. Normalde asla böyle bir şeye izin vermezdi. Özel hayat derdi, yalnız bırak derdi. Ama şimdi kendi gönderiyordu. Gülümsedim ve hızla Doruk’un gittiği yöne doğru yürüdüm. Doruk’u karanlık bir kuytuda denize karşı oturmuş düşünceli bir şekilde görünce yavaşça yanına yaklaştım. Gergin görünüyordu. Uzaklara dalmış, denizin karanlıkta kıyıya vuran dalgalarını seyrediyordu. Geldiğimi fark eden Doruk,
“Hiç sırası değil, fındık” diyerek canını sıkmamam için uyarıda bulunduğunda duraksadım. Bu kadarı yeterdi. Ellerimi belime yerleştirerek,
“Bana fındık demeyi ne zaman keseceksin?” diye sordum. Doruk gayet rahat bir ses tonuyla,
“Dilini kestiğim zaman” karşılığını verdi. Gözlerim kocaman oldu. Adam bu acısına rağmen hâlâ öküzdü. Şaşkınlıkla,
“Dilimi kesersen konuşamam ki” diye söylendiğimde Doruk gür bir kahkaha attı. Ben bu kahkahayla öylece ona bakakaldım. Bir insan böyle gülmemeli. Bir kahkaha bir insana bu kadar yakışmamalı, bu çok ama çok büyüleyici bir durumdu. Yüzü aydınlanmış, sesi melodi gibi kulaklarıma dolmuştu. Bu büyüden cesaret alarak hemen yanına oturdum. Doruk’a gülümseyerek,
“Tamam, çok konuşuyorum ama sıkıcı da değilim” dediğimde Doruk tebessüm ederek,
“Tam baş belası bir fındıksın” karşılığını verdi. Ben de hızla,
“Fındık değilim. Bir baş belası da değilim. Ama sen tam anlamıyla bir uyuzsun” dedim. Doruk hızla bana döndü.
“Uyuz olabilirim, odun olabilirim ama kimseyi rahatsız etmiyorum” karşılığını verince kahkaha atarak,
“Beni bardan zorla çıkardığın ve havuza attığın günü unutma. İlk sen başlattın” dediğimde Doruk sesini yükseltti ve gözlerini gözlerime dikerek,
“Seni o havuzdan hiç çıkarmamam lazımdı da sen Melek’e dua et” dediğinde hızla ayağa kalktım. Doruk’a,
“Uyuz olduğun kadar ayısın da... Kimse sana bir kadına nasıl davranman gerektiğini öğretmedi mi?” diye çıkıştığımda Doruk,
“Bir kadına nasıl davranmam gerektiğini biliyorum, fındık. Ama karşımdaki bir kadın değil, bildiğin cadı” karşılığını verdi. Hızla,
“Tabi, bardaki talibini çağırmalıyım aslında, belki o gönlünü alı...” Daha cümlemi tamamlayamadan, aslında daha hiç söylememem gereken bir şeyi söylediğimin farkına vardım ve,
“Şey, valla birden ağzımdan kaçtı!” dediğimde Doruk çoktan ayağa kalkmış ve üzerime gelmeye başlamıştı. O bana adım adım yaklaşırken ben bu işin kurtuluşu olmadığını, eğer bağırırsam Mert abim ve Savaş’ın beni kurtarabileceğini ümit ederek bir çığlık attım. Kaçmak için tam arkamı döndüğüm sırada Doruk beni belimden kavradı ve beni karanlık denize doğru sürüklediğinde hâlâ bağırıyordum. Ta ki beni denizin sokup omuzlarımdan kavrayarak beni suyun dibinde tutmaya başlayana kadar. Ben suyun içinde çırpınırken Doruk,
“Seni ilk gün boğmalıydım” dedi. O esnada denizin kenarından yüksek sesli kahkahalar atılıyordu. Sonra bir kahkaha daha yükseldi. Tuzlu suyun acıttığı gözlerimi zorla açarak kahkahaların Mert abim ve Savaş’a ait olduğunu gördüm. Arkadan gelen kızların da kahkaha eşliğinde bana bakmalarına dayanamayıp Doruk’un elinden kurtulmaya çabaladım. Mert abim kahkahasının arasından,
“Ya ben sana canını sıkmamanı söylemedim mi?” dediğinde zar zor aldığım nefesin arasından
“Mert abi bir şey demedim. Valla deli bu” dedim. Doruk,
“Yok, abi, ben bunu boğuyorum! Ömür boyu hapis yatayım, razıyım. Bu ne ya, resmen insana eziyet etmek için dünyaya gelmiş bu fındık” dediğinde herkes kahkahalara boğuldu. Bense hâlâ bu uyuzun elinden kurtulmaya çabalıyordum.
Mert abim ve Savaş beni o uyuzun elinden kurtardığında sırılsıklam olmuştum. Odunlukta adamın üstüne kimse yoktu. Açık ara şampiyonluğa koşuyordu. Bir de haline üzülüp gitmiş, aklını dağıtayım demiştim. Halt etmişim. Onu öyle bırakacaksın, girdaptan kurtulamayacak, insanlık da rahat edecek diye söylene söylene üzerimi değiştiriyordum. Bu gece yorucu olmuştu. Amerika’da birçok okul eğlencesine katılmış, sabahlara kadar çılgınca eğlendiğimiz günleri hatırlıyorum. Ama hiçbirinde bu kadar yorulmamıştım. Adam bu akşam resmen dozer gibi üzerimden geçti. Bu düşünceleri aklımdan uzaklaştırıp yatağa girdim. Yarın bu uyuzu deli etmek için var gücümle savaşacaktım. Ama deniz ve havuzdan uzak olmak koşuluyla…
Etrafta dolanan Melek ve Doruk’la birlikte yapılan otel inşaatındaydık. Melek birçok konuşma yapıyor, o anlamadığım devasa kağıttaki çizimlere bakıyor ve bazı yerleri işaretliyordu. Doruk’la arada bir ters düşse de çoğu fikirde birbirlerini onaylıyorlardı. Oturduğum yerden şöyle bir Doruk’u süzdüm. Adam cidden yakışıklıydı ve işinde eminim çok başarılı olacaktı. Baştan savma işleri bir radar gibi bulup ustaların canına okuyordu. Çıkık bir çene ve üzerine uyarı levhası asılması gereken dudaklar. Tabelada dikkat öpücük çıkabilir yazısını da yazmayı unutmamalı tabi. Ama gözleri insanı hüzne boğuyordu. Her ne kadar uyuz olsa da o kahverengi gözler hüzün denizinde bir o yana bir bu yana vurup duruyorlardı. İstediği kadar kahkaha atsın, insanları görmeyi bilen her kişi tarafından bu gözler sadece gözyaşını temsil ediyordu. Aşk hayatında kaybetmiş ve her kahkahası bir hıçkırığı andıran... Aslında karşısına kendisini sevebilecek binlerce kız çıkabilir. Onu çok fazla sevebilirler ama buna izin vermediğini bu iki gün içinde anlamıştım. Ama bu durum gerçekten çok saçmaydı. O ölmüştü ve ölenin arkasında yaşarken ölmenin bir anlamı yoktu. Eminim ölen Doruk olsaydı o kız hayatına devam ederdi. Bu düşünceler içinde gezinirken kolumu çarptığım şeyin büyük bir gürültüyle masadan düşmesinin verdiği korku sebebiyle gözlerimi sıkıca yumdum. Tabi saniyeler sonra,
“Fındık!” diye bağıran uyuza önce tek gözümü açarak baktım. Ellerini belinin iki yanına dayamış ve o keskin gözleriyle sinirli sinirli nefes alıyordu. Sonra diğer gözümü de açtım.
“Pardon, yanlışlıkla oldu” diye mırıldandım. Doruk,
“Bence sen yanlışlıkla yaşıyorsun ve biraz daha zorlarsan ben bu yanlışlığı düzelteceğim” dedi. Oflayarak daha ne kadar öküz olabileceğine bakıyordum ki sakin bir ses tonuyla,
“Sadece meraktan soruyorum, uyuz şey, hiçbir doktora görünüp sana sakinleştirici vermesi için danıştın mı? Bu sinir ne ya, altı üstü bir biblo heykel” dediğimde Doruk gözlerini kocaman açtı.
“O biblo heykel dediğin 120 yıllık. Adamın antika koleksiyonundan... Ve bir eşi daha yok! Yurtdışında bir açık arttırmada alınmış ve bu adama da hediye edilmiş” dediğinde yutkundum. Ya bir kere de ben haklı çıksam ne olur? Resmen bir antikayı kırdım. İyi ama bu antikanın bu inşaatın içinde ne işi var? Bunun evin salonunda yerini almış ve ihtişamıyla göz dolduruyor olması gerekmiyor mu diye içimden söylenirken hırlayarak,
“Antikanın burada ne işi var?” diye söylendim. Doruk sert bir sesle,
“Adam onun otelinde bulunmasını istiyordu. Onun için bir yer ayarlayacağımı söylemiştim ve onun için görmem gerekiyordu. Adam da getirdi” dediğinde dudaklarımı ısırdım. Kahretsin, ben onu sakarlığımla çok zor bir durumda bırakmıştım. Tereddütle Doruk’a baktım ve Doruk derin bir nefes alarak,
“Neyse adama artık yarın söylerim, umarım sorun çıkarmaz. Mümkünse sen de kırılacak her ne varsa uzak dur” dediğinde gözlerimi devirdim. Sanki isteyerek yapmıştım. Neyse, bu tip antikaların birebir aynısını yaptıkları bir yerler mutlaka vardır, onun için hızlı bir araştırma yapmam gerekli. Ben bunları düşünürken Doruk yanıma kadar gelip yerde birçok yere dağılmış olan antikanın parçalarını toplamaya başladı. Hızla eğildim ona yardım etmek istedim. Gözlerini devirerek,
“Uzak dur, fındık! Şimdi de bir yerini keseceksin. Gerçekten artık uğraşamam” dedi. Hırlayarak,
“Beceriksiz değilim ben, tamam mı? Sadece bir kazaydı” diye söylenmemle elime saplanan kırılmış parçanın verdiği acıyla ciyakladım:
“Ayy!” Doruk gözlerini yukarı kaldırarak derin bir nefes aldı ve indirirken göz göze geldik.
“Fındık bunu söylediğim için beni hoş gör ama gerçek bir karın ağrısı olmaya başladın” dedi. Gözlerim kocaman olmuştu. Doruk elindekileri yere bıraktı ve beni de kaldırarak inşaatın hemen hemen bitmiş olan kısmında durduğunu gördüğüm sağlık dolabına doğru yürüttü. İçinden çıkardığı sağlık malzemeleriyle parmağımı temizlemeye başladı. Doruk bu işi dikkatle yaparken,
“Tamam, kendim yapabilirim. Teşekkür ederim” dedim. Doruk duymamış gibi yapmaya devam etti. Parmağımı çekmek istediğimde elini sıkılaştırdığı için bunu beceremedim. Doruk’un işi bittiğinde elime bir yara bandı yapıştırdı ve gözlerini gözlerime dikerek,
“Bir dahaki sefere elini değil, dilini kesmeye çalış” dedi ve elimi bırakıp gitti. Arkasından,
“Odun” diye hırladım. Bana hiç dönmeden duraksadı.
“Duydum” diye söylendi ve yine hiç bana dönmeden yoluna devam etti. Yılın öküzüydü. Nezaketsiz ayının tekiydi. Ama tüm bunlara rağmen çok seksi ve etkileyiciydi. Hem de dayanılamayacak kadar. Bugün aslında bana Doruk ve Melek’i oyalama görevi düşmüştü. Mert abim Melek’e evlenme teklifinde bulunacaktı. Rüya, Savaş ve Mert abim otelde hazırlık yapıyordu. Melek sabahtan beri kendini işe kaptırmış, hatta kaybetmişti. Doruk her defasında telefonla konuşup işleri uzatacak durumlar yaratıyordu. Aslında buradan bakınca Melek’in gerçekten çok sıkı arkadaşı olduğu belli oluyordu. Bu ikili, dost olarak cidden kıskanılırdı. Hava kararmış ve sanırım hazırlıkların tamamlandığına dair onay gelmiş olmalı ki Doruk bizi otele götürüyordu. Otele girdiğimizde Melek hızla odasına çıkmıştı. Biz de hemen Mert abimi bulduk. Karşılaştığımız manzara ile büyülendim. Mert abim mükemmel bir hazırlık yapmış, rüya gibi bir evlilik teklifi için harika bir ortam hazırlamıştı. Tam ışıkların ortasındaki kalbe doğru gidiyordum ki, Doruk,
“Hey, dur bakalım sakar fındık” dedi. Anlamayan gözlerle ona baktım. Doruk,
“Bak bu gece çok özel ve senin sakarlığın sınır tanımıyor” dedi. Öfkeli bakışlarla ona baktım. Öküz zerrece etkilenmedi. Mert abim,
“Melek birazdan gelecek, ben geçiyorum” dediğinde ona şöyle bir baktım. Heyecandan sesi titremişti. Bu adı gibi mert olan adam Melek’i nasıl bir aşkla seviyordu ki heyecandan sesi titriyordu. Dakikalar sonra gelen Melek’e baktığımda ise gözlerimin dolduğunu hissettim. Hemen yanımda biten Savaş ve Rüya da hayranlıkla onları izliyordu. Melek eline aldığı her fotoğrafta gözyaşlarına boğulurken biz de tebessüm ediyorduk. Melek son fotoğrafı da eline aldığında Mert’le karşı karşıya kalmıştı ve heyecan bizlere de bulaşmıştı. Mert konuşmasını yaptığında Melek gözyaşlarına boğuldu ve teklifini kabul ettiğinde tam öpeceği esnada arkamızdan,
“Gençler, bu sahne özel ve yalnız bıraksak iyi olur” diyen Doruk’a baktığımızda gözlerindeki hüzün resmen içime işlemişti. Melek’in söylediğine göre yaklaşık üç yıl olmuştu. Üç yıldır yokluğuna alışamamış ve hâlâ onun eksikliğini hissediyordu. Bu nasıl bir aşktı ki elini bile tutmadığın, aşkını söyle yemediğin birini bunca zaman kalbinde taşımıştı. Ölmüş olan bir kişinin ardından hayatına başka birini alacak olsa bunun adına aşk değil, ihanet diyecekmiş gibi duruyordu. Çok garipti. Melek ve Mert’i bu özel anlarında baş başa bırakıp uzaklaştık. Savaş, “Babam kalpten gidecek” diye söylendi. Doruk, “Bora Bey aşk adamı, anlayacaktır” dediğinde Rüya kahkaha atarak, “Annem Bora amcamın Melek ilk kelimesini söylediğinde bu savaşı kaybettiğini söylemişti” dediğinde hızla,
“Melek’in ilk kelimesi Mert miymiş?” diye sordum. Savaş sırıtarak,
“Mep demiş. Yiğit amcam eğer Mert’i korumaya almamış olsa çoktan babamın elinde kalırmış” dediğinde oflayarak,
“Ya ben burada yaşamak istiyorum. Amerika hiç eğlenceli değil” diye söylendim. Savaş,
“Kerem amcamın Amerika’da kalma nedenleri var demişlerdi” diye söyledi. Doruk,
“Her ne sebebi varsa bence geçerli. Kızının ülke sınırlarından uzakta olması bence en iyisi” dedi. Sinirle çıkıştım:
“Nedenmiş o?” Doruk,
“Milyarlık vazoyu kırdın, elini kestin, kendini boğmaya çalıştığını söylemiyorum bile” dedi. Savaş,
“Ne boğması ya?” diye sordu. Doruk dalga geçer gibi bir tavırla,
“Bu fındık kendisine sarkıntılık eden bir adamdan kurtulmak için yüzme bilmediği halde kendini havuza atmaya kalkıyor. Ve nedense beni de peşinden sürüklüyor” dediğinde içimde bir şeylerin sıkıştığını hissettim. Ben yüzme bilmiyor değildim. Yüzme biliyordum. Sadece beş yaşındayken biri tarafından denize fırlatılmış ve annemle babam sayesinde kurtulmuştum. O kişinin kim olduğunu bilmiyorum. Hiçbir zaman da öğrenemedim. Ama o gün yaşadıklarım, hayatım boyunca denizin kıyısından öteye gitmeme izin vermedi. Bu anılar aklıma gelince gözlerim doldu. Hızla,
“Şey, ben biraz dolanacağım. İyi geceler” dedim ve dolan gözlerimle yanlarından uzaklaşırken Doruk arkamdan şaşkın bir ses tonuyla,
“Yanlış bir şey mi söyledim. Sadece takılmak istemiştim” dedi. Savaş ve Rüya’nın ne söylediğini duymamıştım. Otelin kapısından çıktım. Otelin bulunduğu o mükemmel sokakta yavaş yavaş yürümeye başladım. Babam benim her zaman kahramanım olmuştu. Her ne kadar beni anlamasa ve hayallerime engel olsa da onun bana verdiği güveni bir tek kolları bana dolanan Doruk’ta hissetmiştim. Annem her zaman sevginin güvenle başladığını söylerdi. Aşk güvenle gelir, tüm bedenini kavurur derdi. Kimi seversen sev sadece güvendiğin adam âşık olursun cümlesi aklımda yankılanırken aklıma Mert’le Melek geldi. Onların bu geceki halleri gerçekten mükemmeldi ve bu mükemmel görüntü bir gün benim için yaşanacak mı diye düşünürken karşıma çıkan iki kişiyle duraksadım. Sarhoş olanı havuzda bana sarkıntılık eden adamdı ve beni tanıdığı bakışlarından belli oluyordu. Gözlerim kocaman oldu ve bedenimi saran korku yere çivilenmeme neden oldu. Tüm bedenim korkuyla titremeye başlamıştı. Nefesim sıklaşmış ve ciğerlerime yetmemeye başlamıştı. Kahretsin, panikatağım tutmuştu. Şu anda kaçmam gerekirken ayaklarımın bırakın koşmayı, beni taşıyacak gücü yoktu. Kulaklarımda karşımdaki adamın,
“Vay vay, burada kimler varmış?” diyen iğrenç sesi yankılandı. Bu iğrenç sesle daha da hızlanan kalbim ayakta durmamı engelliyordu. Ellerimi dizlerime dayayarak hızlanan nefesimi kontrol etmeye çalışırken adamın bana yaklaşan adımlarını görebiliyordum.
“Sevgilin seni yine yalnız bırakmış?” diye sarhoş ağzıyla söylenmesinin ardından duyduklarım kulağıma uğultu gibi geliyordu. Tam o anda,
“Çok mu özledin?” diye hırlayan bir ses ve ardından da bir inleme sesi. Adamın yere yığılan cüssesiyle aynı anda dizlerimin gücü tükenmiş, alamadığım nefesimle hızla yere çökmüştüm. Ellerimi destek almak istercesine yere dayadım ve saniyeler sonra tam karşıma çöken Doruk’la göz göze geldim. Onun o korku dolu gözleriyle yüzümü taraması ve titreyen sesiyle,
“Neyin var?” diye sormasına alamadığım nefesimle kesik kesik fısıldayarak,
“Pa-panikatak” diye karşılık verdim. Doruk,
“Hastaneye gidelim” diyerek beni kucakladı. Ben nefes nefese,
“Hayır, birazdan geçecek. Geçecek, lütfen. Hastaneye gitmeyelim, lütfen” diye mırıldandım ve başımı onun kaslı göğsüne dayayarak o keskin kokusunu derin derin nefes alarak içime doldurdum. Sonrasında ise gözlerimi yumdum..