Bir uçurum kenarındayım, zihnim bulanık; belki biraz sisli. Yolumu arıyorum ama kendimi dahi bulamıyorken yolumu nasıl bulabilirdim ki? Önce kaybettiğim yanlarımı bulmalıydım.
Öylee de yaptım.
Kaybettiğim yanlarımı bulmak için büyük bir arayışa girdim, ancak nereden bilebilirdim ki kaybettiklerimin hep acıdan ibaret olduğunu?
Acı...
Üç harften ibaretti lâkin anlamı derindi.
Şuan beklediğim şey belki de acıydı, bilmiyorum ama acı henüz yoktu. Onun yerine bol çığlık, gürültü ve vahşet vardı. Müzik susmuş, kırılan cam parçalarının çıkardığı sesler kulaklarımı tırmalamıştı. Silah sesleri yeni yeni diniyordu.
Bu vahşet yalnızca 10 dakika içerisinde olmuştu.
Birkaç erkeğin bağırdığını duruyordum fakat Feza'nın zarar görmemem adına sarmaladığı kolları nedeniyle ne konuşulduğunu anlamıyordum. Hoş, anlasam da bir şey fark etmiyordu. Şoktan hâlâ çıkamamıştım. Gözlerim irice açılmış vaziyette olan biteni kavrama çabalarım, aklıma Mila'nın gelmesiyle sekteye uğramıştı. Nitekim bu sayede Feza'nın kollarından kurtulup nihayet kafamı kaldırabilmiştim.
Gözlerim dehşetle etrafa bakarken içerinin boşaldığını, ortada siyahlı adamların olduğunu görebilmiştim.
Mila yoktu.
İyi miydi?
Bilinçsiz bir şekilde, "Mila?" dediğimde Feza koluma dokunmuştu. Bu yatıştırma adına yapılan bir eylemdi, farkındaydım.
Feza'ya baktım. Ela gözleri bir bataklığı andırırcasına koyulaşmıştı. Etrafımızda bir sürü cam kırıkları vardı ve Feza'nın elinin üstünden akan kana bakılırsa bu cam kırıklarının çoğundan oda nasibini almıştı.
"Sakin ol, Mila iyi. Onu üst kata göndermiştim, burada değil." Açıklaması içimi bir nebzede olsa rahatlatmıştı ancak onu görmeden tam olarak içim rahat etmeyecekti.
Ayaklanacağım sırada kolumu tutup kendine çekti ve kalkmama engel oldu. Bunu neden yapmıştı bilmiyordum, itiraza meyl eden dudaklarım aralandı. “Ne yapıyorsun? Mila'yı bulmam gerek."
"Hayır, kafanı kaldırma. Seni görmemeliler. " neden beni görmeyeceklerdi? Sorun neydi? Ve biz neden fısıldaşarak konuşuyorduk?
Düşüncelerime çektiğim zincirler kırılmış, akıbetinde gelişen olaylara anlam veremiyor, ve kendimce isyanlara girmiştim. Bir gün içinde bu kadar olay, bünyeme fazlaydı.
Berbat ve bol düşünülesi bir gündü.
Avuç içlerimi yere yaslayıp soluklandım, birkaç cam parçası etime saplansa da şuan için pek umurumda olduğu söylenemezdi. Nefeslerim düzensiz, bakışlarım büyük bir boşluktaydı. Kemiklerime kadar saplanan soru işaretleri zihnimin boş duvarlarında yayılan feveran ile eko yapsa da, kendimi zapt edebiliyordum. En azından bunu yapabiliyordum.
"Bu yaptığını unutmayacağım Leylifer." Diyen sert, donuk ve tamamen insanın içi buz kestiren bir ses etrafı hakimiyeti altına aldı. Titredim, fazla güçlü ve kendinden emin bir sesti. Bir an bu sesin sahibini görmek istedim ancak Feza beni sabit tuttuğu için buna yeltenemiyordum.
"Tıpkı senin yaptığını unutmadığım gibi mi Veziray? Bu daha başlangıç. Elinden her şeyini alacağım." Tüyler ürperten bu sesten daha şimdiden haz etmemiştim. Kaşlarım çatıldı, Şeytan'ın Mekanında şeytanlık taslamaya çalışıyordu.
"Bekliyor olacağım. Ama ondan önce," diyerek durakladığını ve adım attığını işittim. Bunu sessizliği bıçak gibi yaran ayakkabısının sesinden anlamıştım. “Sevdiklerine dikkat et. Zira oyunu kuralına göre oynamayı sevmem." Diğer adam neden sessiz kaldı bilmiyorum ancak bu ses tonunu biri bana karşı kullansa oracıkta altıma yapabilirdim. Ya da topukluyor da olabilirdim, her şey mümkündü.
Toplu bir adım sesi işittim. Ardından etraf tekrar sessizliğe gömüldü. Etraf karanlıktı, içeriyi aydınlata tek şey tavanda asılı kalan spot ışıktan ibaretti.
Üşüdüğümü hissettim.
Bakışlarımı Feza'nın yüzüne çıkardığımda göz göze geldik. Ela gözleri gölgelenmişti. İçinde fırtınaların ev sahipliği yaptığı ifadesiz bakışları arka tarafımı buldu. Ardından oturmakta olduğu bar tezgahının arkasından ayaklandı ve elini bana uzattı. Elini tutarak doğruldum, dizime ve ellerime takılmış olan cam parçalarını yere atarken yüzümü buruşturdum. Bu biraz acıtmıştı.
Etrafa kısaca göz attığımda durumun pekte iç açıcı olmadığını gördüm. Maalesef ki bu kargaşayı toplayacak olan bizdik.
Kahretsin.
Biraz önce siyahlı adamların olduğu bölgeye göz atsam da etraf durgundu, kimse yoktu. Etrafı yutmuş karanlık tüyler ürperticiydi. O an anladım ki sessizlikten pek haz etmiyordum. Feza yanımdan ayrılıp biraz önce siyahlı adamların olduğu bölgeye doğru ilerlerken kaşlarımı kaldırmış onu izliyordum.
Neden oraya gidiyordu?
Yanıtsız kalan sorularıma bir tanesi daha eklenecek diye düşünürken, konuşması ile irkildim.
"Abi, iyi misin?" Gözlerim bir atmaca gibi onu takip ediyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Önüme düşen kahverengi tutamları kulağımın arkasına sıkıştırmaya çalışsam da birkaç asi tutam tekrar yüzüme düşüyor, beni rahatsız ediyordu. Bu karmaşada saçlarım fazlasıyla dağılmıştı ancak şuan buna takacak durumda değildim.
Gri gözlerimin odağına Feza'nın sırtını almışken attığı adımlara dikkat kesilmiştim. Orada biri mi vardı? Göremiyordum. Anlaşılan oradaki kişiyi karanlık yutmuştu.
İçli bir nefesi içime çektim.
Ardından beni titretecek bir ses duydum.
"İyiyim." Gözlerimi Feza'nın sırtından ,sesin sahibini görmek adına karanlığa çevirsem de sonuç başarısızdı.
Dilhuna uğraşmış sözlerim dilimin ucuna gelemiyordu, gelse bile nasıl dışarı çıkacağından bir haberdi zannımca. Derin bir nefes aldım, zira şuan en çok ihtiyacım olan şey doya doya nefes almaktı. Körüklenen göğsüm eski haline dönerken bar tezgahının arkasından yavaşça çıkarak Feza'ya doğru adımladım.
Ayağımın altında çatırdayan camlar dişlerimi sıkma isteğimi artırıyor olsa da buna mâni olabilmiştim. Ah tanrım, etraf savaş alanıydı.
Meraklı bakışlarımı etraftan alıp karanlığın içine dikerken saniyeler içerisinde karanlığa gömülen Feza ile kaşlarım ister istemez çatılmıştı. Beni bırakıp nereye gidiyordu ve orada kim vardı?
Adımlarım her ne kadar kendinden emin olsa da gözlerimden tedirginliğimin bir kitap gibi okunduğuna emindim. Omuzlarımı dikleştirerek yürüdüğüm sırada Feza'nın sesini tekrardan duydum.
"Siktir. Abi, omzun yaralı." Kısa bir süre duraksadım, ancak yeniden yoluma devam ettim. Kim olduğunu bilmiyordum ancak yaralıydı ve yardıma ihtiyacı olabilirdi. Feza'nın yaralardan anladığını pek sanmıyordum. Karşıdaki adam ses çıkarmamıştı Feza'nın bu çıkışına. İkisinin de hapsolduğu karanlığa bende dahil olarak deri koltukların olduğu bölmeye ilerledim ve onları gördüm. Feza bana arkası dönük yaralı adamın önünde dikilirken onun yüzünü kapatmıştı. Ancak adam o kadar rahat bir şekilde oturuyordu ki yaralı olduğuna şüpheliydim.
İki kaşımın arasında, hâlâ kendini koruyan çukurum ile onlara ilerledim ve Feza'nın tam yanına geldim. Ancak geldiğim gibi adımlarım sekteye uğramış bakışlarım şokla irileşmişti.
Ama nasıl olurdu?
Bu mavi gözlü adamdı.
Hani dün çarpıştığım ve bana arabayla neredeyse bodoslama dalacak olan herif.
"Sen..." dedim bilinçsizce. Dudaklarım, gözlerimle aynı orantıda aralanmıştı. Dün olanlar gözlerimin önünden kısa bir filmin fragmanıymışçasına geçerken nutkum tutulmuş vaziyetteydi. Amiyane olamayacak kadar tuhaf bir anın içerisindeydim.
O kimdi?
Feza kolay kolay kimseye 'abi' sıfatıyla seslenmez, saygı göstermezdi. Başına buyruk biriydi. Dövmeli iki parmağının arasında bulunan sigarayı, biçimli dudaklarıma götürdü ve içine bir nefes çekti. Bunu yaparken yanakları içeri göçmüş keskin yüz hatları daha da belirginleşmişti. Kirpiklerinin gölgelediği gözlerini kaldırdı ve sakince yüzüme baktı.
i
Ürperdim.
Bakışları bomboş, yüzü haddinden fazla donuktu.
Aynıydı, tıpkı dün ki gibi. İlk çarpıştığımızda oluşan yakınlaşma gözlerime beyaz perde indirircesine düştüğünde, kendimi gözlerimi kırpıştırırken buldum.
Mantıklı düşünmeliydim.
Gözleri gözlerimden bir saniye olsun ayrılmazken gerilmiştim. Bu gerginliği yok etmek amacına omuzuna baktım. Sol omzundan yara almıştı ve siyah tişörtü hafif bir karartıyla daha da koyulaşmıştı. Ortam karanlık olsa da koridordan gelen ışık şimdi daha fazla yüzünü aydınlatıyordu.
"Ben mum getireyim, lambalar patlamış." Ne ben ne de mavi gözlü dövmeli adam Feza'nın bu cümlesine tepki vermedik. Şuan ikimizin de ilgi alanı birbirimizin vücuduydu.
Gözlerim itinayla omzunda dolaştı. Kanın durdurulması gerekiyordu. Feza yanımızdan ayrıldığında sessizlik hüküm sürmeye devam etmiş, giydiği elbiseyi çıkartmamıştı.
"Yarana bakabilir miyim?" Dedim gözlerimi omzundan çekip mavi gözlerine dikerken. Oldukça donuk bakışları diken üstünde olmama neden oluyordu ancak anladığım kadarıyla yapısı böyleydi.
Cevap vermedi ancak itirazda etmedi. Buna güvenerek ona yaklaştım ve bir bacağımın diz kısmını onun gevşekçe oturarak araladığı bacak arasından deri koltuğa yasladım. Şuan dizim iki bacağının arasındaydı. Bu şekilde daha rahat yaraya bakabilirdim.
Tepkisiz kaldı.
Tişörtün V yakasını omzundan aşağı acıtmayacağını düşündüğüm bir şekilde çekeledim ve yaraya baktım. Allahtan kurşun sıyırmıştı.
Tişörtü çıkartması daha uygun olurdu ancak yaptığı herhangi ani bir hareket yarayı açabilirdi. Keskin bir şey ile tişörtün omuz kısmını keserek yaranın olduğu bölgeyi açmalıydım.
"Bıçak veya keskin bir alet yanında var mı?" Her ne kadar sesim oldukça düz olsa da içimde ona yakın olduğumdan kopan büyük bir fırtına vardı. Elini cebine attı, kalçasını hafif kaldırarak cebinden bir şey çıkardı. Dikkatle çıkardığı şeye baktım, bir hançerdi.
Hançeri elime uzattığında yutkunarak avuçları arasındaki hançere uzandım. Ellerimiz temas etti ve bu hafif titrememe neden oldu, hissetmiş olmalıydı.
Kahretsin.
Hançerin kılıfından çıkarıp hayranlıkla izledim. Gerçekten kusursuz bir tasarımdı. Özenle işlenmiş gibiydi.
Tutma yerinde Azrail’i andıran bir figür vardı, elinde tuttuğu asasının ucu hançerin sırt kısmıydı. Azrail’e benzettiğim kemikli figür, mavi renginden oluşuyordu. Etrafı ise siyahtı, tıpkı bu adamı ifade ediyor gibiydi. Ancak en çok dikkatimi çeken bıçağın keskin yüzüyle buluşacağı noktada işlenmiş göz figürüydü.
Tıpkı...
Tıpkı Şeytan gözünü anımsatıyordu.
Elbette daha önce şeytan gözünü görmemiştim ancak bu figürü görünce akla gelebilecek ilk şey buydu.
Bıçak kısmı ise ikiliydi. Tek bir bütün halinde değildi. Ayrı ayrı iki bıçak birleştirilmiş gibiydi. Nutkumun tutulacağı derecede hoş bir hançerdi. Daha fazla hançere bakmaya ara verip gözlerimi beni izleyen mavi gözlerle çarpıştırdım. Siyah saç tutamları alnına düşmüş, bir kısmı gözlerini gölgelemişti. Boynunu saran dövmeler insanın dokunma isteğiyle yanıp tutuşmasına sebebiyet veriyordu.
"Tişörtünü keseceğim, sorun olmaz umarım." Yine cevap vermedi. Bu sinir bozucu bir durumdu. Şuan onunla konuşup kim olduğunu öğrenmek istiyordum ancak heykel gibi bana bakmaktan başka bir şey yapmıyordu. Nefes alıp verdiğini,
gözlerini kapatıp açtığını görmesem yaşadığına dair şüphelerim olabilirdi.
Tuhaf bir adamdı.
Feza ise hâlâ gelmemişti. Ya mumu bulamamıştı ya da kaçmak için yer arıyordu. Umarım akıllılık edip Mila'yı aramaya giderdi.
Tişörtün yakasından itibaren kesip yarayı açarken gözlerim üzerinde dolaşıyordu. Kan durmamıştı ve acil tampon yapılması gerekiyordu. Canı hiç mi acımıyordu? Nasıl bu kadar ifadesizdi ki?
Gözlerimi etrafta gezdirip tampon yapmak adına bir bez parçası aradım ,ancak beze dair hiçbir şey ortalarda yoktu. Tişörtünden kestiğim parça yeterli değildi. Gözümü önce tişörtüme ardından onun üzerine çevirdim. Sigarası bitmek üzereydi, son dumanları çekiyordu. Sigara kokusu beni rahatsız etse de sesimi çıkarmadım.
İç geçirerek ellerimi tişörtümün uçlarına koydum, Allahtan altımda lambada vardı. Bu nedenle herhangi bir sorun teşkil etmiyordu. Gerçi sutyenle kalsam dahi utanacağımı düşünmüyordum. Pek utangaç bir kız değildim, olmamıştım.
Mor badiyi üzerimden sıyırıp elimde der top ederken beni izleyen delici bakışlarını hissedebiliyordum. Elimde topladığım tişörtü yarasına bastırıp beklerken ayağım fazla ayakta durmaktan ağrımaya başlamıştı. Hançeri deri koltuğun kenarına koymuştum.
"Bacağıma otur, yorulduğunu görebiliyorum." Aniden konuşması ile yerimde sıçramıştım. Sıçramamdan dolayı dizimi yasladığım deri dizimin altından kaydı ve ben düşmemek adına elimi onun sağlam omzuna attım. Sağlam koluyla belimi sarıp düşmemi engellerken dudaklarından, yaralı omzuna yüklendiğim için arsız bir küfür firar etmişti.
"Siktir!" Telaşla baskıyı azalttım. Sigaranın kalanını yere atarak ayak ucuyla ezdi ve oldukça yakın bir profilden yüzüme baktı.
"İyi misin?" Dedim omzuna kısa bir bakış atarken. Tekli koltuktaydık ve ben şuan bacağında oturuyordum.
Ah, kahretsin buda neyin nesiydi? Nereden çıkmıştı bu iyilik meleği hâllerim?
"Evet." Kısa cevabı net, kendinden emin ve sarsılmazdı. Bu kadar kısa bir cevapla nasıl bu kadar çok şey hissettiriyordu, garipti doğrusu.
"Yara güzelce temizlenmeli, mikrop kapabilir." Derin bir nefes çekti içine, diğer elim hâlâ heybetli omuzlarındaydı ve bu hoşuma gitmişti. İnkar edemeyeceğim.
"Bu konuyla fazla ilgilisin," diyerek bir çukuru aratmayacak derecede koyu olan gözleriyle beni süzdü. Sağ eli belimdeydi, dokunduğu yerin alev alev yandığına yemin edebilirdim.
"Annem doktordu." Bu sefer sesim bir mırıldanıştan ibaretti. Eskiden annemi iş yerinde izlemeyi severdim. Bu sayede çocuk yaşta da olsa çok şey öğrenmiştim.
İlk yardım önemliydi.
Dediğime karşı bir cevap vermese de bakışlarını ve elini üzerimden çekmemişti. Soğuk bakışlarının mengenesi altındayken kesinlikle rahat olamıyordum. Gerim gerim gerilen bedenim bana hiç yardımcı olmuyordu.
Zihnim alelade bir karmaşa içerisinde girmiş, oluşturduğu fırtınada boş bir yön bulma çabası içerisindeydi.
Yaklaşık bir 10 dakika o pozisyonda durduk. Tişörtü çekip yaraya baktığımda kanın durduğunu görmem ile yutkundum.
"Pekâlâ, kan durdu. Gerekeni siz yaparsınız." Belimdeki eline aldırış etmeden ayaklandım ve elimdeki tişörtümü koltuğun kenarına bırakıp arkamı döndüm. Bu sırada ileriden duyulan birkaç ses kulağımda ufak bir baskı oluşturmuştu.
Kafamı eğip elime baktığımda kan bulaştığını gördüm.
Nedensizce bu kanı elime yakıştırdım.
Onun kanı elime yakışmıştı.
"Susacak mısın artık? Boş konuşuyorsun." Diyen sert bir kadın sesi duyduğumda kaşlarım çatıldı. Peşine duyduğum diğer kadın sesi oldukça tanıdıktı.
"Hadi ya? Sen konuşta görelim nasıl dolu konuşuluyormuş." Bu Mila'ydı.
"Kızlar şu atışmaya bir son verin, bu kadar olayın içinde birde sizinle uğraşamam." Bu sesin sahibini tanımıyordum. Yabancı bir erkek sesiydi.
Kaşlarım artık alılık olduğu pozisyona gelirken bir an için işaret parmağımı iki kaşımın arasına koyarak bundan kurtulmak istedim ama dediğim gibi sadece bir anlık...
Elindeki mumlarla 4 kişi buraya yaklaştığında ikisini tanımıştım.
Mila ve Feza.
Diğer ikisi ise yabancıydı.
Burnunda septumu olan gotik giyinişli kız oldukça sert görünüyordu. Yanındaki erkek ise ona uyum sağlarcasına boş bakışlı ve donuktu.
Sanırım burada ifadesizlik yaygındı.
Gerçi burası Zemheri'ydi.
İnsanı, duygularını bu sokağın dışında bırakıp geliyordu.
Benimde pek güler yüzlü olduğum söylenemezdi. Kanlı parmaklarım yumruk biçimini alırken Mila'yla göz göze geldik.
"Leva!" Adımı haykıran sevinçli nidası dudağımın kıvrılmasına neden olmuştu. Anlaşılan o ki beni gördüğüne oldukça sevinmişti.
Sessizce ona bakmaya devam ettiğimde hızla yanıma gelip ince kollarını boynuma dolamış ve beni sarmalamıştı. Boyu benden birkaç santim uzundu. Boşlukta sallanan ellerimi beline yerleştirip iç çektim.
"İyi misin?" Mırıltım ona ulaştığında daha bir sıkı sardı bedenimi. Onu çokça sevdiğimi bilirdi. Eğer bugün ona bir şey olsaydı neler olacağını tahmin dahi etmek istemiyordum...
"Ben iyiyim. Ya sen?" İyi miydim? Sanırım. Ama nefes almakta zorlandığım kesindi. Bu ortam beni fazlasıyla boğmuştu.
"Bozacının şahidi şıracı." Piercingi olan huysuz kızın tekrardan sesini duyduğumda, Mila'nın omzunun üzerinden kıza baktım. O sırada bakışlarımız kesişti, boş boş suratına baktım.
Mila hafif geri çekildi ve alev alan bakışlarını kıza dikti.
"Sen bir sussana ya her şeye atlıyorsun. Sana ne kızım?" Kız hiç Mila'yı umursamadan mavi gözlü adamın yanına ilerledi.
"Tanrım, ne oldu sana?" Dehşetle sorduğu soruya baygınca baktı mavi göz.
Olduğu yere daha fazla yayıldı. Bu sırada elinde tuttuğu hançeri çeviriyordu. Bakışları boş bir şekilde kızın üzerinde dolandı.
"Bir şey yok Lal"
"Ama..."
"Uzatma." Lâl adındaki kız sustu. Bu şaşırtıcıydı. Gördüğüm andan beri ağzı hiç susmuyordu. Asabi bir kız olduğu belliydi.
Lâl, siyah uzun saçlarını omzunun arkasına atıp çatık kaşlarıyla bana döndü. Anlaşılan Mila'dan sonra bana sarmıştı.
"Ne bakıyorsun?" Açıkçası bunu demesini beklemiyordum. Gözlerimi kırpıştırdım, dikkatle yüzüne baktım.
"Sana ne?"
"Baktığın kişi bensem bana sana ne diyemezsin." Kollarını göğsünde birleştirmiş asık bir surat ile bana bakıyordu. Bir ayağı yerde kendince bir ritim tutturmuştu.
Yavaş yavaş soğumaya başlayan mekana aldırmadan boş bakışlarımı etrafta gezdirdim. Feza ve yanındaki çocuk film izler gibi bizi izliyor, lâkin kesinlikle bana bakmıyorlardı.
"Ama dedim." Bunu beklemiyor olacak ki önce bir duraksadı. Aynı şekilde bende.
Burada durmuş çocuk gibi onunla laf dalaşına giriyordum. Ah, bu delilikti. Kendi kendime sövgülere başlamadan önce arkamı döndüm ve bar tezgahına doğru ilerledim.
"Hey! Burada bir şey konuşuyoruz dimi? Ne dönüp gidiyorsun? Hemen buraya gel." Onu dinlemedim. Serzenişlerine devam etti, “Ya kime diyorum ben? Kızım sen kimsin de bana kıçını dönüyorsun? Hah şuna bak." Durdum, başımı omzumun hizasında arkaya çevirdim ve direk onun harelerine odaklandım. Koyu birer bataklığı andıran gözleri üzerimdeydi.
"Ben Leva," dedim esrarengiz bir tınının ev sahipliği yaptığı sesimle. “Leva Miranmir."