"Sadece...67...Gün..."

1023 Words
"Oyunlar güzeldir, gerçekten ölmediğin sürece..." Awan'ın desteğiyle sekerek dışarı çıktığımda derince bir nefes alıp etrafa baktım. Awan bir eliyle elimi tutmuş diğer eliyle dirseğimi tutmuştu. "Do you want it?" (İster misin?) dedikten sonra işaret parmağı ile uzun bir ağacın, kalın bir dalına bağlanmış salıncağı gösterdi. Hevesle gözlerimi kapatıp açtım. "Yes, Please."( Evet , lütfen.) Awan gülerek gözlerime baktığında hevesle gülümsedim. Beraber salıncağa yürürken aklımda tatlı bir şarkı vardı. Bir de çocukluğum. Salıncağın önüne geldiğimizde belimden tutmuş , hafifçe kaldırıp beni salıncağa oturtmuştu. Ellerimi iplere koyduğumda sırıtarak yüzüme baktı ve arkama geçip belimi tuttu. "Are you ready?"( Hazır mısın?) dediğinde başımı heyecanla salladım. İlk defa böyle bir an yaşıyordum. Yabancı bir adam beni salıncakta sallayacaktı. "Yes!" Belimden tuttuğu gibi bir iki adım geri gitti ve sonrasında hızla ileri itti. Çığlık atarak gökyüzüne baktım. Sallanan salıncak nedeniyle sallanan ağaç dalından aşağı birkaç yaprak döküldü. Etrafta süzülen yemyeşil yapraklar ile savrulan sarı saçlarımın arasından dönüp arkamdaki Awan'a baktım. Hızla ileri savrulurken inatla geriye doğru uçan saçlarım beni nedensizce mutlu etmişti. Çığlık atarak anın keyfini çıkarmış, benim çığlıklarım Awan'ın kahkahaları karışmıştı. En son yavaş yavaş bu küçük eğlence sona gelince derince bir nefes aldım. "Amazing!"(Bu çok iyi, harika!) diyerek ellerimi çırptığımda gülerek başını salladı. "Yes, me too."(evet, benim için de.) Saçlarımı geriye atıp gözlerine baktığımda gergince etrafa baktı. Kaşlarımı çattım. Ne gibi bir problem vardı? "I don't know, how can I say?"( Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum?) diyerek ellerini ovuşturdu. "You know, because I'm bad at speak in English."(biliyorsun, çünkü ingilizce konuşmakta kötüyüm.) dediğinde kaşlarım daha da çatıldı. "Don't be afraid."(Endişe etme, korkma.) diyerek destek olmaya çalıştım. "Tell me?" (Söyle bana.) Yutkunup başını salladı. "Ok."(Tamam.) diyerek etrafa bakıp birkaç defa kendi ekseninde döndü. En son bir şey bulmuş gibi yerden bir çubuk aldı ve karşıma geldi. Çubuğu kaldırıp havada salladı. "This is your plane." (Bu senin uçağın.) diyerek etrafta çubuğu uçurmaya başladım. "İt's flying."(uçuyor.) Hafifçe gülümsemiştim ki Awan elindeki çubuğu küçük bir su birikintisinin içine atınca yüzümdeki gülüş de yüzümden silindi. "It's was down on the ocean?"(okyanusa düştü.) diyerek tek kaşını havaya kaldırdı. "Everbody thought you dead."(Herkes öldüğünü sandı.) Dedikten sonra elini ensesine attı."me too."(ben de öyle.) diyerek önüme diz çöktü ve üzülmüş yüz ifademe anlayışla baktı. Ellerimi tuttu. "Your manager cryed on the TV." ( Menajerin televizyonda ağladı.) dedikten hemen sonra derince nefes aldı. "What's happened Mina? Why you are here right now."( Ne oldu Mina? Neden tam da şu an buradasın?) dediğinde gözlerimi kapattım. "How can I go to Turkey?" (Nasıl Türkiye'ye gidebilirim?) dedim ağlamaklı bir ifadeyle. "I'm so sorry...I don't know."(çok üzgünüm...bilmiyorum.) dedikten sonra sırıtarak geri çekildi. Gözlerimi şaşkınca yüzünde gezdirdiğimde göz kırptı. "But I'm also so happy."( Ama çok da mutluyum.) diyerek sırıttı. Onun bu lafıyla üzgün yüzümde tatlı bir gülümseme oluştu. Salıncağın iplerini tutup geri ittirdi ve tekrardan salladı salıncağı. "You are Mina!"( Sen Mina'sın!) Karşıma geçmiş kahverengi gözlerini gözlerime kenetlemişti. Elinde hayali bir mikrofon tutup da sahnede ve kliplerde yaptığım hareketleri taklit etmeye başladı. Gülerek onu izledim. Hatta arada bir kahkaha bile atıp alkışlamıştım. Bir de kısa saçlarını benim gibi havalı havalı geriye atmaya çalışması kadar komik bir şey yoktu. Bazı şeyler için artık çok geçti. Türkiye'ye dönmek çok daha zor ve imkansız bir hâl almıştı. Menajerimin numarası ezberimde yoktu tabii ki, yabancı birinden attığım mesajlara da zaten sahte gözüyle bakılacaktı. Çünkü güya Çin'e gitmiş olan uçak düşmüş ve ben çoktan ölmüştüm... . . . "No!" (Hayır!) diye bağırdığımda Awan kötü adam kahkahası atmış ve elini zafer yumruğu yapar gibi havaya sallamıştı. "Yes babe!"(evet bebek!) dedikten sonra sinsice bana bakıp dil çıkarttı. Karanlıkta yüzünün yarısı televizyonun ışığıyla aydınlanıyor arada bir dalga geçer gibi sırıtıyordu. Televizyon çekmiyordu, Awan ise buraya gelirken bunu bildiğinden dolayı, yanında birkaç film getirmişti. Altyazılardan bir şey almasam da Allah'tan orijinal dildi ve az buçuk bir şeyler anlayabiliyordum. Zaten Amerikan dizilerinde sözlerin bir anlamı yoktu. Sadece izleyecek ve "seni lanet olası..." deyip geçecektin. Bu kadar. En son süper güçlü adamımız koşarak kendini uçurumdan attığında ikimiz de gözümüzü kısmıştık ki altta çıkan devasa bir yaratık adama kuyruğu ile vurmuştu. "Oww!" Çığlık atarak geri çekildiğimde üzerimdeki battaniye omuzumdan aşağı katmıştı. Battaniyenin diğer tarafına sarılmış olan Awan gülerek bana baktı. "Not funny!"(komik değil!) dediğimde dil çıkartarak ölü adam taklidi yapınca gülmeden edemedim çünkü baş karakter şu an sinek gibi kayalara çarpmıştı ve tipi aynı Awan'ın yaptığı surat ifadesine benziyordu. Elimdeki patlamış mısır kabine elimi daldırırken Awan gözlerini ekrandan ayırmayarak uzanıp battaniyeyi tekrardan omzuma koydu. Gerçekten çok heyecanlıydı ve film zevklerimiz çok benzerdi. Çünkü her sahneye neredeyse aynı tepkiyi veriyorduk. Sarıp sarmalanmış bacağıma giren hafif sızı ile yüzümü buruşturdum. Elimi baldırıma atmam ile dönüp bana baktı. "Does it hurt?"(acıyor mu?) dediğinde başımı aşağı yukarı salladım. Uzanıp bacağımı kavradı ve dizleri üzerine koydu. Yavaş yavaş masaj yaparken sırıtarak elimi mısır kabına atıp ağzına mısır doldurdum. Boğulur gibi ses çıkarıp zar zor gülmeye başladığında gülerek onun komik tipine bakmıştım ki televizyondan gelen patlama sesiyle ikimizin de sesi kesilmişti. O neydi kız? O bacağıma masaj yaparken , ben ona mısır yedirirken pür dikkat film izliyorduk. Sanırım Awan benim dünyanın öteki ucundaki kayıp ikizimdi. Sadece o erkekti, bense bir kız... Tam iyi adam kötü adamın boğazını kavramış, gökyüzünde kısa vadeli bir tura çıkartmıştı ki nefesimizi tutmuştuk. Hevesle ölmesini beklerken birden bire giden elektrikler ile dönüp birbirimize baktık. "Don't be panic. My grandfather's has got a lot of candle." (Panik yapma. Büyükbabamın çokça mumu var.) diyerek bacağımı nazikçe bıraktı ve telefonunun flaşını açıp içeri gitti. Kucağındaki mısır kabını el yordamıyla sehpanın üzerine koyduğum sıra Awan bir tepsi mum ile içeri geldi. Odanın birçok yerine mumları koyduktan sonra gülümseyerek odadan dışarı çıktığında kaşlarımı havaya kaldırdım. Merakla onu beklerken elinde gitarla gelmiş ve sırıtarak karşıma oturmuştu. "Please. I love your vocie."(Lütfen, sesini seviyorum. ) dediğinde gülümseyerek gitara uzandım. Memnun bir ifadeyle gözlerime bakıp sırtını koltuğa yasladı. "Ok..."(Tamam...) derince bir nefes alıp gitarın tellerine sürttüm parmaklarımı. "Gece çöker, güller solar; Gözlerime yaşlar dolar..." Derince bir iç çekip kahverengi gözlerine baksam da gözlerim bir müddet sonra pencereye kaymıştı. "Hatıralar bende ağlar... Neredesin Ay yüzlüm?" Kayboldum. Hem de çok garip yaban bir elde. "Karakollar mı kuruldu? Kelepçeler mi vuruldu?" Buraların ne havasına aşinayım, ne de kara toprağına. "Bak bugün de akşam oldu, Neredesin Ay yüzlüm?" Tanıdık gelen sadece bir insan var... Ona da kayıbım...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD