"Sadece...68...Gün..."

1106 Words
"Komik değil mi? Ölmek için yaşıyorsun..." Ensemden omuriliğime doğru inen garip bir sancı oradan belime doğru yöneliyor, bir cımbız damarlarımı itinayla çekip beni huzursuz ediyordu sanki. Ağlamaklı bir ses çıkarttığım sıra birinin eli alnımda gezinince gözlerimi hızlıca açmıştım ki , bir anda açmamın getirisi ile, gözlerim kamaştı. Gözlerimi sımsıkı yumup yüzümü buruşturdum. Bu nasıl bir güneş ışığıydı böyle? Kurumuş boğazım yüzünden zar zor yutkunurken gözlerimi hafifçe açmaya çalışıyor, kimin elinin saçlarımı geriye ittiğini görmek istiyordum. Yiğit beni bulmuş olabilir miydi? Gözlerimi açtığımda bana bakan ormandaki adam ile kaşlarım havaya kalktı. "Are u ok?" (İyi misin?) dedi garip bir aksan ile. Başımı aşağı yukarı salladığımda hafifçe gülümsemiş ve kenarda duran bir tepsiyi kucağına almıştı. "Ohm..." Sanırım ingilizcesi benimki gibi biraz sıkıntılıydı. Bu yüzden konuşmadan önce kafasında kuruyor ve düşünüyordu. "Do you want something to eat?" (Bir şeyler yemek ister misin?) dedikten hemen sonra tepsiyi sıkıca tutup yatağın yan tarafındaki yastığı aldı ve kucağıma koydu. Tepsiyi de üzerine koyduğunda kaşlarımı kaldırırak tepsiye baktım. Garip, çirkin bir kaşık ve çatal vardı. Pirinç ve etli sebze yemeği... Biraz acı kokuyordu ama iştahımı da açmıştı. "Thank you..." Kendimi ya da yemeği hiçbir şekilde sorgulamadan kaşığı elime aldım ve pilav daldırdım. Ağzıma aç bitap düşmüş bedenimi güçlendirmek adına büyük bir lokma attığımda bana memnun bir ifadeyle bakmıştı. Yemeği yadırgamamam ya da yüz çevirmememden dolayı mutlu olmuş bir hâli vardı. "I don't know, how can I say but..?" (Bilmiyorum, nasıl söyleyebilirim ama?) dediğinde ellerini ovuşturup siyah düz saçlarını geriye attı. Gerçekten bendeki bu şans kimsede yoktu sanırım. Şansızlığın şanslılığı. Evdeki erkekler çok yakışıklı değillerdi ama asker oldukları için aşırı derecede karizmatiklerdi. Bu adam ise kız güzeliydi sanki. Ne bileyim? Yüzü düzgün, gözleri hafifçe çekik, dişleri bembeyaz... Bir de inci gibi sıraya dizilmiş. Ben ise diş teli takmak zorunda kalmış, altı ayda bir de doktora gitmiştim. Bazıları doğuştan şanslıydı... "I already know you." ( Seni zaten tanıyorum.) dediğinde tek kaşım havaya kalktı. Ağzımdaki pirinç pilavını zorla yutarken heyecanla yüzüne baktım. "Really?" (Gerçekten?) Mutluluktan gözlerim dolarken başını heyecanla aşağı yukarı salladı. "Yes! You must be Mina!" ( Evet! Sen Mina olmalısın!) diyerek güldüğünde dişleri gözümü kamaştırdığı için gözlerimi kıstım. Ne yiyordu da bunlar böyle beyaz oluyordu cidden? "I love you so much! I absolutely your fan." (Seni çok seviyorum! Kesinlikle senin hayranınım!) dediğinde kaşığı yemek tepesisine koyup ellerini tuttum. "Yes! I love you to!" diyerek çığlık attığımda ellerini tutmama şaşırıp güldü. Yakışıklı bir hayranım var! Endonezya'da hem de! "Eat more Please..." ( Daha fazla ye lütfen...) ellerini gülerek bıraktım ve tepsideki yemeğimi yemeye devam ettim. Ben yerken o gülümseyerek beni izliyor, mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Ben de en az onun kadar mutluydum. Takii bacağımı hareket ettirmek isteyene kadar. Kıpırdattığım bacağımın acısıyla yüzüm buruştu, bir an acı bedenime ağır geldi. "Ah!" tepsiyi zar zor kaldırırken Awan uzanmış ve tepsiyi elimden alarak bana yardım etmişti. Üzerimdeki ince pikeyi kaldırıp da sol bacağıma baktığımda Awan'ın özenle sardığını ve bir şeyler sürmüş olduğunu gördüm. Dizlerime kadar yükselen morluklar, yer yer koyu yer yer kırmızı gözüküyordu ki bunun sarılan kısmı kim bilir nasıldı? Bacağım benim için çok değerli! Nasıl dans edeceğim? Kendi aptal düşüncelerim içerisinde Awan nazikçe elini ayak bileğime koydu. "İt's must be hurt." (Acıyor olmalı.) dediğinde alt dudağımı sarkıtıp uzunca bacağıma baktıktan sonra merakla gözlerim yüzüne döndü. "Have you got phone? Can I use?"(telefonun olmalı, kullanabilir miyim?) dedim hevesle. İnternete girebilir ve bazı şeyleri araştırabilirdim! Arayamasam da sosyal medyadan menajerime falan da ulaşabilirdim. "Sure."(tabii ki) diyerek ayağa kalkıp küçük odadan çıkınca kaşlarım çatıldı. Bulunduğum yer küçücüktü. Oda küçüktü, yatak küçüktü, koltuklar küçüktü. Tamamıyla küçüktü. Mobilyalar biraz değişikti, dışarıdan ise sürekli kuş sesi geliyordu. Geri gelen Awan ile kafamdaki garip soruları kenara atıp doğruldum. Şu an hiç gereği yoktu bu durumu düşünmemin. Gülümseyerek elime uzattığı 'gerçek' bir telefon ile içimin kıpır kıpır oluşunu hissettim. Telefonunun ekran kilidini açıp bana baktı ve sonrasında yüzünde küçük mutsuzluğu andıran bir ifade oluştu. "Sorry Mina but we are so far from the City now. And so no ethernet no Signal." (Üzgünüm Mina ama biz şu an şehirden çok uzaktayız. Ve bu yüzden internet ve sinyal yok.) Kalp çatır çutur kırılırken yüzümdeki gülüş de paramparça olmuştu. Ağlamaklı bir ifadeyle yüzüne baktım. "Are you serious?" ( Ciddi misin?) dediğimde başını aşağı yukarı sallamış ve gergince elini ensesini atmıştı. "Thia my grandfather's house..." nasıl diyeceğini bilemez bir şekilde önce sağa sonra sola baktı. "...forest house?" (Orman evi?) "I don't know but it's in the forest center. And this is big forest. We can't out whit your leg. " (Bilmiyorum ama bu ev ormanın tam ortasında. Ve bu orman çok büyük. Senin bacağın ile çıkamayız.) Sırtımı yatak başlığına dayayıp gözlerine baktım. Yine hiçbir şey kaybetmemiş ve yine hiçbir şey kazanamamıştım. Belki de bacağımdan olmuş olabilirim. "Ok, but İ'm really curiouse, what are you doing here?" (Tamam, ama merak ediyorum, burada ne yapıyorsun?) dediğimde elini ensesine attı. Tedirgin ya da canı sıkkın bir ifade vardı yüzünde. "I broke up whit my girl friend. And I wanted to stay here. " (Kız arkadaşımdan ayrıldım. Ve burada kalmak istedim.) dediğine yüzüne üzgün bir ifadeyle baktım. "I got it." (Anladım.) diyerek gözlerimi kaçırdıktan sonra yaralı bacağıma ve etrafa baktım. "Now, I broke up whit my leg to." ( Şimdi, ben de bacağımdan ayrıldım.) diye iğrenç bir espri yapmaya çalıştığımda dönüp önce yüzüme sonra bacağıma baktı. Kısa bir bakışmanın ardından espiri anlamış olacak ki bembeyaz dişlerini gözlerimin önüne serdi. "Oh! Can I ask you something?"(Senden bir şey isteyebilir miyim?) dedi heyecanla. Gözlerindeki o ışık imza attıp arkasından el sakladığım hayranlarımı hatırlatıyordu. Özlemiştim. "Ofcourse." (Tabii ki, elbette) dedim içtenlikle gülümseyerek. Kalkıp bir yere gitti geri, birkaç dakika gelen giden olmadı. Bu boşlukta önce bacağıma sonra cama baktım. Onur kimbilir ne kadar telaş yapmıştı. Bir de Yiğit o kadar uyarmıştı beni, yaramazlık yapma diye. Kesin çok fena şeyler olacak. Sıkıntıyla elimi pembe saçlarımın arasına koymuştum ki Awan elinde eski bir gitar ile çıka geldi. Tellerinin üzerine üflemiş, tozu havaya karıştırmıştı. Gülerek gözlerine baktığımda o da gülümseyerek yanına gelmişti. Elleri arasında tuttuğu güzel işlemeli gitarı, nazikçe kucağıma koydu. "Let's sing something." (Hadi bir şeyler söyle.) Dudaklarımı yalayıp gülümsedim. "Ok, but it's Turkish." ( Tamam ama Türkçe.) Kafasını iki yana salladı. "No problem."(Problem değil.) dediğinde gözlerimi kıstım. Hadi bir de problem olsun (!). Bir ayrılık şarkısı... Parmaklarımın uçlarına sürtünen tellerin çıkarttığı muazzam ses. Önceden akor edildiği ne kadar da belliydi. Kuş cıvıltıları bir anda kesildi gitarın sesiyle. Ürkmüşlerdi sanırım. Belki de onların da hoşuna gitmişti. Kim bilir? Bir ayrılık şarkısı lazımdı bize. Biri sevgiliye giden... Biri ölüme... Bir an için çıksam hayatımdan Yanık tenli omuzunda Haykırsam maziden, uzaklardan Şu anda yanında Deniz rüzgara karışmış güneşte Martı sesleri vardı, gülüşlerde Gülüşlerde Gülüşlerde Sen geçerken sahilden sessizce Gemiler kalkar yüreğimden gizlice Sen geçerken sahilden sessizce Gemiler kalkar yüreğimden gizlice
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD