"Sadece...80...Gün..."

1054 Words
"Gece boğazına sarıldığında gündüz bir daha gelmeyecek..." Nefes nefes sırtını izlediğim adama ters bir ifadeyle bakıp yüzümü gökyüzüne çevirdim. Saatlerdir yürüdüğümüz yolun haddi hesabı yoktu. Ağlamaklı bir ifadeyle etrafa baktım ve elimdeki sopayı toprağa saplayıp boştaki elimin tersiyle alnımı sildim. Tam 582. kez ne kadar daha yürümemiz gerektiğini soracaktım ki ağzımı açmamla dönüp bana ters bir ifadeyle baktı. "Akşama kadar yürüyeceğiz, akşama kadar..." Ağzımı sonuna kadar açıp haykırırcasına gökyüzüne baktım. "Nasıl oluyor da günlerdir yağmur yağarken tam yola çıkacağımız gün her yer çöl gibi sıcak oluyor?" Diyerek güneşe bir selam çaktım. Hiçbir şey söylemeden yürümeye devam ettiğinde yüzümü astım. Bacaklarıma değen otlar kaşındırdığı ağaç köklerinin üstünde garip bir şey görerek zıplaya zıplaya Yiğit'in yanına gittim. "O ne!?" diye bağırıp da sopanın ucuyla garip şeyi gösterdiğimde kaşalrını çatmış, kendin emin bir ifadeyle yerdeki hayvana bakmıştı. "Kertenkele. " Elimi beline attım ve hırkasını tutup biraz daha yanaştım. "Zehirli mi?" "Hayır." "Isırır mı?" "Hayır." "Kovalar mı?" "Hayır." "Üstüme çıkar mı?" "Hayır." "Korkmalı mıyım?" "Hayır." "İsmin Yiğit mi?" "Hayır." Elimdeki sopayı çevirip de kafasına vuracağım sıra sopayı tuttuğu gibi bükmüş, benim pejmürde bedenimi ters çevirmişti. "Lan!" diye bağırıp düşmemek için sağa sola tutunmaya çalıştım. "Bir askere vurmaya çalışmak fazla aptalca. " dediğinde sinirle dişlerimin üzerinde dilimi gezdirdim. Tersime gidiyor, canımı sıkıyor ve en önemlisi benimle dalga geçiyordu. "Kendini oyuna kaptırıp da aslında isminin Yiğit olmadığını söylemen de çok komikti." Tehdit edici bir bakış vardı gözlerinde. "Yaklaşık sekiz saat daha yürümemiz gerek." der demez olduğum yerde birkaç kez zıpladım. "Lan Endonezya ne kadar ki? 8 saatte çevresini 8 tur atarız! Ne sekiz saati ya?" diye bağırdığımda şakaklarını ovaladı. "Biraz sessiz olsan?" dedi bir de pişkin pişkin. "Ben bunu menajerime derdim..." Eli sıcak sudan soğuk suya girmeyen ama son derece çalışkan olan ben, bu durumlara ayak uydurmak kısmında hâlâ zorluk çekiyordum. Ne kadar çalışsam da sonuç olarak -klip çekimleri dışında- ormana gelmemiştim. Bir ailem olmadığındandı herhalde, piknik bile yapmaya gitmemiştim. Elimdeki sopayı baston gibi yere vurdum ve Yiğit'in -yada artık adı her neyse- peşinden yürümeye devam ettim. Bir bayırı çıkmış, patika yolu aşmış ve hiç dinlenmemiştik. Güneş sabah önümüzdeyken artık sırtımıza dayanmış, gölgemiz önümüze düşmüştü. "Daha var mı?" dediğimde Yiğit sinirli bir nefes alıp verdi. "Var." dedi bastıra bastıra. "Ne var?" dedim ben de ters ters. "Muhabbetin sıfır, misafirperverlik sıfır, espiri yeteneğin sıfır." diyerek göz devirdim. "Eğlencesiz bir şeysin." Önümden vahşi doğada yaşama dersi almış gibi artist artist yürüdüğünde kaşlarımı havaya kaldırdım. Ben o kadar ünlüyüm, şöyle yürüyemedim ya. "Ondan mı bana yürüdün?" dedi kibirli bir ses ile. İstemsizce kahkaha attım. Hatta atarken, yaşlı bir dede gibi, elimi karnıma koydum. "Yürüyebileceğim başka erkek mi var?" dediğimde dönüp öyle bir baktı ki içim yağları eridi aktı... "Yürümeye ihtiyacın mı var?" dedi ayıplarcasına. "Şunun şurasında kaç günüm kaldı ki burada?" diyerek pembe saçlarımı öne alıp gözlerine baktım. "Ünlü Mina Çavuş 24 yaşında sevgili yapmadan öldü, dedirtmem." Kaşlarını çatmış, anlamadığını açıkça belli eden tavrıyla yürümeye devam etmişti. "Seni anlamıyorum. " dediğinde güldüm. "Anlasan zaten, cinlenmiş der kaçarsın." Ufak bir toprak birikintisinin üstünden çıkarken elini uzattı. Hevesle tutup geçmişi yâd ettim. "Eskiden sahneye çıkarken, bir de inerken elimi tutarlardı. " Gözlerini devirdiğinde sırıttım. "Asker falansın ama bak nasıl iki günde seni kokoş Necati yaptım?" dediğimde anlamayarak yüzüme baktı. "Eskiden ne söylesem muşmula suratınla aval aval yüzüme bakardın. Şimdi hem laf sokuyorsun hem göz falan deviriyorsun." diyerek koluna yumruk attım. Elimin, kolundan daha çok acıdığına yemin edebilirim. "Taş mı doldurdun biraderim, bu ne böyle?" Şiş pazularını gözüme sokarcasına önden önden yürümeye devam edince istemsizce güldüm. Bu adam da olmasa Çinliler tarafından yarasa yahnisinde garnitür olacaktım. "Türkiye'ye dönünce ne yapacaksın?" dediğinde beynimden vurulmuşa döndüm. "Röportaj, basın toplantısı, birkaç televizyon kanalı, YouTube videosu, tabii önce hastane, menajerim ile konuşmam gereken birkaç konu var. Çin'e savaş açmam gerek..." elini kaldırıp da sözümü kestiğinde dönüp merakla yüzüne baktım. "Ne oldu? Daha bitmedi. " Kurumuş bir ağacın köklerinden birine oturdu ve çantasından konserve bezelye çıkarıp attı. Her şeyi boşverip ciğerci kedisi gibi dizinin dibine oturdum. Konserve açma yeteneğim ve bıçak tutma yeteneğim ölümüne kapışırdı. 20 günün sonunda Yiğit de anlamıştı zaten. Yeteneksiz bir şarkıcı olduğumu. Bu yüzden elindekini tek bir hamlede açmıştı. Ceketinin iç cebinden de kaşık çıkarttığında sırıttım. Tam takır kuru bakır. "Yalnız." dedim gülerek bezelyeden ağzıma atarken. "Sen bunları nereden buluyorsun? Diğer bordo bereliler ile toprağı kazıp kendinize Endonezya'da zula mı kurdunuz?" diyerek sırıttım. Eğlenen bakışlarım bana dik dik bakan gözleriyle uçtu gitti. Alt dudağım şaşkın bir ifadeyle üst dudağımdan ayrılırken gözlerimi sonuna kadar açtım. "Sen ciddi misin?" dediğimde kaşlarını çatarak yüzüme baktı. "Beni mi takip ettin?" Kaşığı ağzıma sokup iki elimi havaya kaldırdım. Sonrasında telaşla kaşığı ağzımdan çekmiş ve imalı imalı yüzüne bakmıştım. "Eğer seni takip edip de gömünün yerini bulabilseydim bu kadar zayıflamazdım!" Kısa bir bakışmanın ardından, bana inanmış olacak ki, başını aşağı yukarı sallayarak yemeğine geri döndü. "Doğru. " Bezelyeden telaşla bir kaşık daha alıp etrafa baktım. "Bu orman çok korkunç." dediğimde gelişi güzel etrafa bakmış, sonrasında hiç umurunda değilmiş gibi yemeye devam etmişti. "Bordo berelilere çok umursamazlık yüklemişler. Tepkilerin çok kıt." dedikten sonra kendimce bir düzeltme yaptım. "Yani tahmin edilebilir. Be şaşırtmıyorsubn." der demez kafamın üstünde sokak lambası yandı. "Gideceğimiz yerde erkekler var mı?" Bezelyesi boğazına kaçmış olacak ki bir anda öksürmeye başladı. Elimi sırtına attım ve bile bile tüm gücümle vurdum. "Yarasınnnn!" Ciğeri düşmeden bir saniye kala doğruldu. "Niye, onlara da mı yürüyeceksin?" dediğinde dudaklarımı yalayıp gözlerimi kıstım. "Sevgili yapmadan ölemem. Öpüşmek istiyorum." diyerek dudaklarımı büzüp dalga geçtiğimde dudaklarıma midesi bulanmış gibi bakarak yüzünü çevirdi. "Ne arsız bir kızsın. Terbiyesiz." dediğinde çenem resmen yerinden çıkacaktı. "Ne biliyorsun ki sen?" dedikten sonra bezelyemden bir kaşık daha aldım. "Zamanım olsaydı evlenirdim de işte. Türk erkekleri 20 senede zor evleniyor. 20 gün içinde kim benimle evlenir?" sonrasında saçımı arkaya attım. "Bu balta girmemiş ormandan çıksak bulurum da aslında. Çıkamıyoruz!" Sanki çok korkunç bir şey anlatmışım gibi yüzüme baktığında gözlerimi kısıp kahverengi gözlerine baktım. Sakalları çok çıkmamıştı. Nasıl kesiyordu burada? Dikkatlice yüzüne bakınca...aslında fena değildi. Kaşığı kenara koyup, çekirdek yerine, bir tane bezelye aldım ve onu izlerken ağzıma attım. Hakkını yemeyelim. Ya da dur... Yiğit'i öldür, hakkını yeme... Cuk oturdu ya. "Bir daha denemeye kalkma." dediğinde bir bezelye tanesi daha attım ağzıma. "Aslında giderin var ya..." dedikten sonra geniş omuzlarına baktım. Bir röntgen makinesi olsaydım kesinlikle karın kaslarına da bakma çabasına girerdim. "Uzak dur." diyerek arkasını dönmeye çalışınca pis pis sırıttım. "Yavrum baban nereli?" dedikten sonra ağzıma bir bezelye daha atıp bağırdım. "Nereden bu kaşın gözün temeli?"
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD