"Sadece...58...Gün..."

1004 Words
"İnsan öldüğünde, Tanrı karşısında beş parasız kalacak. Akıllarına gelen tek şey aciz bedenlerini sunmak olacak. Ama bil bakalım bedenleri nereden gelmiş, nereye gitmiş?" Kayra nazikçe bacağıma masaj yaparken gözlerim dolmak için an kolluyordu. Elimi baldırıma koyup bastırıyor, acının bedenime yayılmasını engellemeye çalışıyordum. "Neden geri dönmüyoruz?" diye bir soru attığımda muhabbet eden Mahmut, Polat ve Yiğit dönüp bana bakmışlardı. "Dışarıdan haberin yok herhalde popkek." dedi başını iki yana sallayarak. "Anlamadığımız şekilde bir heyelan olmuş, ormanın bir kısmı aşağı göçmüş." dediğinde gözlerimi kaçırdım. Hiç haberim yokmuş gibi bacağımı ufalayan Kayra'yı izlemeye devam ettim. "Toprağın bu şekilde kaymasından sonra da yağmur yağınca her taraf çamur olmuş. Bu yüzden yarın yola çıkabiliriz." dediğinde başımı sallayıp hiç o tarafa bakmadım. Neydi o? Hani buz devrinde buzdan dağları çatlatıp da ortalığı karıştıran şerefsiz? Adını hatırlayamıyorum ama...şu an aynen öyle hissediyorum. Bir poğaça , bir sincap ve aptal ben koca bir heyelana sebep olmuştuk... Rezillik. Kayra ufak ufak parmaklarını gezdirdi ve gülümsedi. "Merak etme iki üç güne geçer." dedikten sonra bir bandaj ile güzelce sarmış, özenle kancalarını takmıştı. "Ama iki gün de üstüne basamazsın." dediğinde yüzümdeki gülümseme birden silindi. "Ne?" dedim. "Öyle." dedi. Ben gözlerimi kırpıştırdım. Bu ne saçma bir diyalogtu böyle? Kayra ise anlamamış ifadeyle gözlerine baktığım için gülerek diğerlerine baktı. "Ya var ya şu tip çok tatlı değil mi? Yüzü gözü kir pas içinde ama böyle masum masum bakıyor. " Uzanıp yanaklarımı sıkınca kaşlarımı çatarak geri çekilmeye çalıştım. "Ben 24 yaşımdayım! İlk okul çocuğu değilim, yanaklarımı sıkıyorsun!" diye karşı çıkmaya çalıştığımda gülerek geri çekilip dağılmış saçlarımı kabaca geriye ittirdi. Şerefsiz, Yiğit ayısı bile saçımı kibarca geriye atıyordu. Gözlerimi devirip elimin tersiyle elini ittirdim. İki dakikada canımı sıkmıştı. "Aynen, eğer işime aşık olmasaydım şansımı denerdim."diyen Mahmut ile ağzım açık kaldı. "Yavaş ol Çinli." dediğimde gözlerini kısarak bana döndü. "Vazgeçtim." dedi hızla. Ben bile dayanamayıp onlarla birlikte kahkaha attığımda Yiğit ile göz göze geldim. Yüzünde memnuniyetsiz bir ifade, bakışlarında garip ama ters bir şeyle bakıyordu. Sanki "ne gülüyorsun?" der gibi bir hâli vardı. Öksürerek gülüşümü kesip yüzümü çevirdim. Şerefsize de bakın ayak üstü keyfimizi de kaçırıyor. Polat oturduğu yerden kalkıp ellerini pantolonuna sürttü. "Biz...." dedikten sonra dönüp bana kısa bir bakış attı ve gülümsedi. "...gidip bir dönüş yoluna bakalım Ozan..." dediğinde öyle bir şey planlamadıkları oldukça belliydi. Göz devirdim. "Saftirik misin? Beni mi salak sanıyorsun anlamıyorum ki." dedim imalı imalı. "Yürüyün gidin, oynayın askerciliğinizi." dedikten sonra sırt üstü uzandım. "5 yaşında ajancılık oynayan çocuklar gibi..." Kolumu gözlerimin üzerine örttüğüm Kayra sessizce kıkırdamıştı. "O zaman biz çıkıyoruz." diyen Polar ile birkaç fısıltı oldu. Merakla dinlesem de hiçbir şey duyamamıştım. Alt dudağımı sarkıtıp uyumaya çalıştım. Birkaç ayak sesi, bir iki takırtı, gıcırtı. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Gitmişlerdi sanırım. Kolumu gözlerimden çekmeden bir şarkı mırıldandım. "Gecenin en siyahında, umudun bittiği yerdeyim..." Derince bir nefes aldım. "Gecenin en siyahında, umudun bittiği yerdeyim..." Gereksiz, alay dolu bir gülüş peyda oldu. "Köşeyi dönsem ölüm..." Bana beni anlatan güzel bir şarkı. "Düz gitsem hayat..." Gözlerimin üstündeki kolumu çektim. "Gölgeler içindeyim..." Dolan gözlerimden usulca akan bir damla yaşın sessiz sessiz tenimden süzülüşünü hissederken biri elini saçlarıma koydu. Gözlerimi açtım telaşla. "Girmemiş miydin?" dediğimde kahverengi gözleri uzunca yüzümde gezindi. Ürkütücüydü. Görüyor gibiydi çünkü. Gözlerimin arkasındaki acıyı biliyor gibiydi. "Canın, bu kadar çok mu acıyor?" dediğinde yutkundum. Ağlamayacağım, ağlamayacağım; diye diye bu hâle gelmemiş miydim zaten? Belki de ağlamam gereken yerde oturup ağlamalıydım. Lazımdı çünkü. Nefes gibi, ihtiyaçtı çünkü. Alt dudağım titrerken başımı hafifçe salladım. Saçlarımın arasındaki eli alnıma doğru çıktı ve baş parmağıyla alnımı okşamaya başladı. "Anlatmak ister misin?" İsterim. Hem de çok. Ama anlatırsam daha da erken ölürüm... Başımı zorla sağa sola salladığımda yanıma oturdu. Dirseğini baldırına yasladı, alnımı usul usul okşamaya başladı. "Ağlamak ister misin?" Başımı aşağı yukarı salladığımda hafifçe güldü. "Ağladığında çirkin olduğunu bildiğin hâlde mi?" dedi ortamın havasını dağıtırken. Başımı yine aşağı yukarı salladım. "Tabii ki istersin. Acıyan benim gözlerim. " Yutkundum. Benim de acıyordu. Ağlamaktan. En kötüsü de aklımda kötü bir tilki daha olmuştu. Yapmam gereken şeyler vardı. Birini bulmam. Ama tamamıyla iyi olduğunu nasıl anlayabilirdim ki? Sen iyi birisi misin Yiğit? Senin sayende yaşayabilir miyim? Peki, iyi birisini şeytana getirdiğimde o ne yapacaktı? Aklım giderek karışmaya başlamıştı. "Ne düşünüyorsun da yüzün böyle çekilmez bir hâl aldı?" dediğinde gözlerimi kırpıştırıp yattığım yerden doğrulmaya çalıştım. Ancak alnımdaki baş parmağıyla ittirmiş, beni geri yere yatırmıştı. "Neden asker oldun?" dedim birden bire. Elini alnımdan çekti hızlıca. Kahverengi gözlerindeki güçlü ifadenin birden kaskatı oluşunu izledim. Ateşe dokunmuş gibi, benden uzaklaştığında kaşlarım çatıldı. "Ben biraz odun getireceğim." dediğinde oturduğum yerden dönüp arkama baktım. Polat'ın getirdiği onlarca oduna. "Gerek yok." dediğim sıra o çantaların yanından bir hırka alıp giyinmeye başlamıştı. "Sen anlamazsın." diyerek çıkmak için basamaklara gitmişti ki bağırdım. "X!" Durup ayaklarına baktı. Yüzünü bana dönmeyişi onun için endişelenmeme sebep olmuştu. Dışarıdan kusursuz gözüküyordu. Hiç sorunu yokmuş gibi. Hiç canı yanmıyormuş gibi. O an anladım ki "kusursuz" diye bir şey yoktu. Yiğit de kusursuz değildi. Belki de onun bile kalbini kıran şeyler vardı. "Odun getirmene gerek yok." dedikten sonra derince nefes aldım. "Anlatmana da gerek yok. Kaçmana hiç gerek yok." Yürümek için ayağını kaldırdığını görünce hızlıca son sözlerimi söyledim. "Çünkü bazı şeyler anlatılmaz, hissedilir! Ben anlatmadım, ama senin acımı hissettiğini hissediyorum. Ben de seninkini hissettim." dedim en son. "Bu yüzden, bir şey olursa eğer. Ya da olmasın, benim için fark etmez. Her zaman saçlarını okşayabilirim. Senin gibi..." Başını çevirdiğinde kahverengi gözlerinin içine bakıp gülümsedim. Kusursuz insanlar olmadığı gibi kusursuz hayatlar da yoktu. Hiçbir şey söylemeden çekip gidişi kalbimde garip bir boşluk oluşturduğunda sıkıntıyla gözlerimi tırnaklarıma çevirdim. Günlerin böyle hızlı giderken birine bağlanman ne kadar mantıklı Mina? Söyle bana? Bunca zaman işine aşık, sürekli çalışan, hırslı bir kızken ölümün ucundayken başka birine bağlanmanın sebebi neydi? Ne sanıyorum? Birine bağlanırsam onun beni kurtarabileceği mi? Mümkün müydü? Prensin beni kötünün elinden kurtarması? Saçma bir peri masalı. Ama şeytan ile anlaşma yapmak da fantastik değil miydi? Yıldızları içmek? Tırnaklarımdaki 40 siyah gül, 60 kırmızı gül... Dalga geçer gibi yavaş akan zamanın öleceğimi öğrendiğim günden beri hızlı akması falan. Ciddi ciddi dalga geçiyor olmalıydı. Ellerimi yumruk yapıp gözlerimi başka bir tarafa çevirdikten sonra kendimi sırt üstü yere attım. Aptallık etme Mina. Birine bağlanmak gibi bir aptallığa düşme...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD