CERES...
Yok oluştan sonra geriye kalan üç gezegenden biri. Sırların su olup aktığı, yalanların yel olup estiği, kötülüğün ağaç gibi yeşermeye devam ettiği bir yer.
Koca gezegende bütün bunlardan uzak, şimdiye kadar kimsenin gitmeye cesaret edemediği derin uçurumun eteğinde saklı bir yer vardı. Gezgenin kirli geçmişinden uzakta yaşayan bir grup insan.
Uçurum halkı...
Yerin altından gelen değerli su her ne kadar orayı ikiye bölüyor gibi dursa da aslında onları birbirlerine bağlayan esas şeydi.
Bir tarafta Habil'in halkı, bir tarafta Kabil'in halkı. Sıcağa karşı soğuk, siyaha karşı beyaz, geceye karşı gündüz... Zıtlıkların kutuplaştırdığı gezegende bununla yaşamayı benimsemiş yegâne milletti onlar.
Vivian, bu uyumun merkezine adeta bir biblo gibi yerleşmişti. Kendini tablonun merkezindeki en renkli noktadan farklı görmüyordu. Herkesin ilgisini çeken ama tam olarak ne olduğunu neden orada olduğunu bilmediği o nokta.
O muhteşem tahtadan oymalı çift kapıdan girdiğinde onu büyük bir avlu karşılamıştı. Avlunun ortasında özenle yapıldığı belli olan şadırvan vardı. Suyun şakırtısı ortamdaki bütün sesleri bastırmak ister gibi gürültülüydü.
Küçük kız biraz önceki tavrından ödün vermeden ileride gördüğü genç kadına doğru ilerliyordu. Onu buraya getiren ve orada tanıdığı yegâne kişi oyken onu yabancılarla bırakması içinde terk edilmekten korkan bir yeri harekete geçirmişti.
Büyük avluda şadırvanın etrafına derilerle süslenmiş olan bir sürü koltuk vardı. Su götürmez bir gerçekti ki kapının karşısındaki en geniş, en heybetli olandı. Aradia ise çoktan o koltuğa geçmiş sağındaki koltukta oturan kişi ile derin bir sohbete girmişti.
Vivian, kendince büyük olan ama oldukça minik adımları ile kadının yanına gittiğinde bir anlığına nereye oturacağını bilememişti ama genç kadın dönüp ona bakmamış olsa bile buna çözüm bulmuştu. Hafifçe kızın bileğini tutup kendi yanında kalan ufak boşluğa yerleştirmişti onu. Onun oturması ile geriye kalan koltuklarda birer birer dolmaya başlamıştı.
Mora çalan gözlerini Aradia'nın konuştuğu adamdan adeta ayırmadan dinliyordu onları. Ufak tefek sorunlardan bahsediyorlardı.
"Ateşlenenler oldu. Onlara zamanında senin anlattığın şekilde müdahale etmeyi denedik. Bazılarında işe yaradı ama bazılarına ne yapsak da fayda etmedi. Zaten ilk ölümlerde orda başladı. Bizim tarafta çok hasta olan yok ama Kabil... Onlarda baya kişi bu durumdan mustarip. Duyduğuma göre oğlunda da belirtiler görülmeye başlanmış."
Aradia adamı oldukça dikkatle dinliyordu. "Belki buraya bile gelemez."
"Kaç yıldır burada yoktunuz. Geleceğine eminim." Adamın bu sözlerinden sonra yüzüne biraz daha dikkatli bakmıştı.
Öyle farklı dikkat çeken bir hali yoktu. Oldukça dinç ve genç gözüküyordu. Uzun süre güneş altında kalmaktan yandığı belli olan hafif esmer cildinde yer yer kızarıklıklar vardı. Saçları yaşına göre oldukça gürdü. Yüzündeki hayat çizgileri henüz yer edinmemişti.
"Erzak durumları nasıl? Hastalık sadece sizde mi var yoksa ekinler de ya da hayvanlarda da bir sorun var mı?" genç kadının ses tonu onunla konuştuğu gibi duygu barındırmıyordu. Yine de kurduğu cümleler değindiği noktalar ile onlara değer verdiğini anlayabiliyordu.
Galia da insanlara olan davranışı ile şu an ki davranışı arasında dağlar kadar fark vardı.
"Hayvanların bazılarında garipliklere rastladık ama onları yemedik. Zamanında önerdiğin gibi öldürdük ve yaktık. Toprağa kanlarının akmasına izin vermedik. Ekinler şu an için iyi. Birkaç tarlada o hayvanların gübresini kullananlar olmuştu. Onları olmadan hasat ettik bir yıllık nadasa bıraktık." Habil büyük bir ciddiyetle olanları anlatıyordu.
Aradia her ne kadar ondan daha genç duruyor olsa da adam garip bir şekilde bilge birine bakar gibi bakıyordu ona. Daha çok bir aile büyüğü gibi görüyordu.
"Ayan'a bensiz mi başladınız?" adeta avluda yankılanan ses ile herkesin bakışı çift kapıya dönmüştü.
Habil ile bire bir aynı görüntüye sahip biri gelmişti. Kardeşi... Kabil...
Vivian henüz hiçbir isme hâkim değildi ama etrafında olan fısıltılar sayesinde öğrenmek üzereydi.
Kabil ve arkasından gelenler içeri girdikten sonra hiç kapanamazmış gibi görünen kapı sonunda kapatılmıştı. Aradia'nın sağındaki koltuklara da bu yeni gelen insanlar oturmuştu. Geldiklerinden beri ortamdan hiç eksik olmayan uğultu bıçak gibi kesilmiş arkasında insanın tüylerini ürperten bir hava bırakmıştı.
"İkimizden biri yokken Ayan'a başlayamayız biliyorsun." Habil bunu söylerken durumdan memnun olmadığını ifade eden bir tavır takınmıştı.
Aradia iki kardeşin her an tartışmaya hazır halinden hiç memnun olmadığından sessiz kalmadı, "Eğer sen gelmeseydin biz sana gelirdik."
“Sen öyle diyorsan.” Derken inanmadığını belli etmişti. Yine de olayı daha fazla uzatma gereği görmemişti.
“Öyle diyorum. Hatta gelmiş olsan bile evini ziyaret etmek isterim.” Genç kadın adeta olayın seyrini değiştirmişti.
“Neden?” Kabil bu istekten rahatsız olmuş gibiydi.
“Misafire neden geliyorsun denmez kardeşim.” Habil onun bu durumundan eğleniyor gibi bir hali olsa da hiçbir mimiği ile bunu belli etmiyordu.
“Bırak da kendi evime gelen misafirle nasıl konuşacağıma ben karar vereyim.” Kabil’in sesi kadar bakışları da keskin bir kılıç gibi kardeşine yönelmişti.
“Anahun gelmek istediğinde hepimizin kapısı ona açıktır. Onun istekleri sorgulanmaz.” Habil kardeşini sinir etmek için mi özellikle böyle davranıyordu yoksa gerçekten mi böyle düşünüyordu bunu Aradia bile anlamamıştı.
“Sorgulamak insani bir davranıştır. Özür dilerim kardeşim ben senin gibi koyun davranışları sergileyemiyorum.”
Bu tartışmanın son noktası olmuş gibiydi. Her iki tarafta da yumruklarını sıkmış ilk harekete geçecek kişiyi bekliyordu. Tutuşmak için bekleyen saman gibi atılacak ilk kibrit tanesi ortamı yangın yerine çevirecekti ki Aradia her yeri sulamaya başladı.
“Hastalığın sizdeki durumunu görmek için gelmek istemiştim. İstemiyorsan gelmem Kabil.” Derken içinden geçen bambaşka şeylerdi.
İki kardeş her zamanki gibi birbiri hakkında en kötüsünü düşünmeye devam ediyordu. Kabil, Habil’in Anahun’a ne anlattığını tam olarak duymadığı için başka şeyler düşünmüştü. Oysa o, ondan önce onun evladını düşünmüştü.
“Oğlun biraz rahatsızlanmış sanırım.” Aradia yanlış anlaşılmayı ortadan kaldırmak ister gibi bilerek söylemişti bunu.
Kabil’in yüzündeki ifade tam anlıyla değişmemiş olsa da bir nebze yumuşamıştı. “O zaman neden hala oturuyoruz. Oğlumun sağlığı ise konu bir an önce gidelim.”
Kabil’in ifadesinde duruşunda sanki birine bir şeyi ispat eder bir hal vardı. Oğlu gece biraz ateşlenmiş olsa bile sabaha bu geçmişti. Ona göre abartılacak bir şey yoktu. Çocuktu bu arada hastalanması kadar normal bir şey yoktu.
Kısa sürede Kabil’in evinin önünde hatırı sayılır bir kalabalık oluşmuştu. Bunların birkaçı Anahun’u görmek için gelmiş olsa da çoğunluğu Kabil’in söylediği gibi oğlunda ufak bir hastalık olup olmadığını görmek için gelmişti.
Olayın rengi köprüyü geçtikten sonra neredeyse belli bile olmuştu. İkna edilmesi gereken hiçbir zaman Anahun değildi Kabil’di.
Anahun’la beraber Kabil’i gören halkı bir şey demiyordu ama hepsinin ifadesinde çocuğun ağır bir hastalığa yakalandığının ifadesi vardı. Evlerinin önüne geldiklerinde ise onları bekleyen kalabalık yarılırcasına onlara yol vermişti.
Aradia kapıyı çalma gereği duymamıştı çünkü kapı hali hazırda açıktı. Kabil önce girmek için adım atmış olsa da genç kadından daha hızlı değildi. Onları takiben aralardan ilerleyen Vivian da çok da içeri girmişti.
Karşılaştıkları manzara ise hiç umdukları gibi değildi.
Salondaki büyük koltukta yatan çocuğun gözleri kapalıydı. Üzerinde ince bir örtü vardı. Örtünün inceliğinden mi yoksa iyice hasta olduğundan mı çocuğun sarsılan omuzlarını Vivian bile ilk bakışta fark etmişti.
Annesi; Edna baş ucuna çökmüş yarı ağlamaklı yarı yalvaran ses tonu ile yaratıcıya yalvarıyordu. Odanın diğer köşelerindeki kadınların da ondan hiçbir farkı yoktu. Kabil oğlunun hastalığı konusunda feci anlamda yanılmıştı.
“Tekrar mı ateşlendi?” işte o zaman gerçek bir endişe vuku bulmuştu yüzünde. Eşinin yanına gidip oğlunu daha net görmek istemişti ama bir teselli cümlesi duymak isteyen kadın adeta kocasının kollarına atılmıştı.
“Geçmiyor Kabil geçmiyor! Ne yaptıysam fayda etmedi.” Edna’nın sesi ağlamaktan çatallı çıkmıştı artık.
Aradia daha fazla vakit kaybetmeden çocuğun başına ilerlemiş alnından ateşini kontrol etmek istemişti. Elinin tersini çocuğa değdirir değdirmez çekmişti. Sanki harlı bir sobaya değmiş gibiydi. Çocuk ateşler içinde yanıyordu.
“Hemen! Hemen ılık su hazırlayın!” dediği esnada çocuğun üzerinde emanet duran örtüyü çekip aldı.
Aradia bir yandan baygın çocuğun üzerinde ne varsa çıkarırken odanın içindekiler anlamsızca onu izliyordu. Hepsi yerlerine çakılmış gibi bir tepki verememişti.
“Ne duruyorsunuz öyle! Biri ılık su hazırlasın! Biri kekik kaynatsın! Temiz havlu getirin!” Aradia’nın çıkışı ile hareketsiz duran kadınların her biri başka bir köşeye koşturmaya başlamıştı.
Kabil, olayın şokundan çıktığında genç kadına çocuğu soyması için yardım etmeye başladı. Edna ise endişeli gözlerle elleri çocuğuna uzanıyordu ama hiçbir şey yapamıyordu.
Küçük kız istemsizce geriye doğru birkaç adım atmıştı. Ayak altında durup birinin işine engel olmak istemiyordu. Sindiği köşeden Aradia’nın emirlerini gerçekleştiren kadınları bir tiyatro sahnesi izler gibi izliyordu.
“Sence iyileşecek mi?”
Hareket eden o kadar şeyde gezen gözleri hemen yanında onun gibi kenarda bekleyen diğer kızı fark etmemişti.
“Aradia elinden geleni yapacaktır.” Bunu demiş olsa bile içten içe ona tam anlamıyla güvenmiyordu. Yapabileceği şeyleri daha görmemişti. Bilmediği bir şey için kesin bir yorum yapmamayı tercih etti.
“Anahun hep şifacılığı ile anılıyor. Bu sefer de başaracak.”
Yanındaki kız bunu söyledikten sonra Vivian onun yüzüne bakma ihtiyacı hissetmişti. Başını çevirdiğinde bulduğu şey gözleri bir süre önce ağladığını belli edercesine kızarıktı. Kısa bir anlığına onun üzüntüsünde kendi yaralarını gördü. O an kendisinin en çok ihtiyacı olan şeyi ona verdi. Sarıldı. Sadece sarıldı.
Ailesini kaybettiğine emin olduğu o akşam eksikliğini hissettiği şeyin bu olduğunu o akşam gördüğü rüyadan sonra anlayabilmişti. Sarılmak… Aradia’nın ona vermemekte direndiği şeyi o Leila’ya hiç düşünmeden vermişti. Sıcak iki kol…
O akşam Aradia’ya karşı kaybettiği saygının bir kısmını geri kazanmıştı.
Başta iki ama sonrasında üç küçük kız olarak bütün akşam kadını izlemişlerdi. Etrafındakilerin çocuğu daha fazla hasta edeceği iddialarına kulak asmadan çocuğu defalarca yıkayışını, havanda dövdüğü değişik bitkileri ağzına tıkıştırmasını, bir gram uyku uyumadan çocuğu sürekli nemli tutuşunu izlemişlerdi.
Sabah karşı, artık herkesin umutları bitmiş Edna ağlamaktan şişmiş gözleri ile bir parmağı küçük çocuğun parmakları arasındayken başını yatağa yaslamış bir şekilde uyur uyanık bir şekilde bekliyordu. Akşam hararetle etrafta koşuşturan kadınlarında sayısı azalmış geriye sadece birkaç tanesi kalmıştı. Onlarda evde buldukları köşede uyukluyordu. Tam da o esnada küçük oğlan tembelce gözlerini aralayabilecek gücü kendinde bulabilmişti.
“Anne!” sadece fısıltıdan ibaret olan kelimesine hasta nefesi yetmemiş olmalıydı ki duyulmamıştı.
“Anne!” bu sefer biraz daha güçlü çıkmıştı sesi. Bu ton bile bir insanın zar zor duyabileceği bir fısıltıdan ibaretti. Lakin diken üstünde bekleyen annesi için durum farklıydı. Ondan gelebilecek en ufak bir harekete duyarlı olan kadın anında gözlerini açmıştı.
“Annecim! Buradayım annem.” Genç kadın gözlerini hafif aralayan çocuğunu coşku ile karşılamıştı.
Edna’dan gelen coşkulu ses odanın bir köşesinde baş başa vermiş şekilde uyuya kalan üçlüyü uyandırmaya yetmişti. Kızlar kadının sesinden mi yoksa birbirinin irkilmesinden mi daha çok etkilenmişlerdi emin değillerdi ama bir şekilde uyanmışlardı.
Onlar oldukları yerde toparlanmaya çalışıp coşkunun sebebini anlamlandırdıkları sırada odaya yine bir sürü kişi girip çıkmaya başlamıştı bile. Küçük oğlandan gelen yaşam belirtisi ile ortalık adeta şenlik yerine dönmüştü.
Aradia, aileye sevinmeleri için kısa bir zaman tanımıştı. Küçük oğlan her ne kadar gözlerini açmış olsa bile bu tam anlamıyla iyileştiği anlamına gelmiyordu.
“Bir şeyler yese iyi olur Edna.” Sevinçten gözleri dolmuş olan kadına sakince bunu söylemişti. Gürültülü kalabalıkta hemen yanından gelen sesi çok net duymuştu.
“Doğru! Ben daldım…” yaşlı gözlerini hızla silip anlık bir telaşa ile yapacağı şeyi düşünürken iki kelimeyi neredeyse bir araya getiremiyordu.
Genç annenin iki yumurtayı bile kıramayacak kader telaşeli olduğunu fark eden diğer kadınlar neyse ki onu sakinleştirip oturtmayı başarabilmişti. Onun şu an yapması gerek tek şey oğlunun yanından ayrılmamaktı.
Vivian, o gün eve geri döneceklerini düşünmüştü ama hiç de öyle olmamıştı. Neyse ki Kabil’in halkı da en az Habil’in halkı kadar misafirperver davranmıştı. Hayatında görmediği kadar büyük bir ilgi ve iyi niyet görmüştü son iki günde.
Geçen iki gün iyi niyetten başka şeylerde kazandırmıştı ona. İki yeni arkadaş… Edyth ve Leila… Kahvaltılarından uykularına kadar her şeyi paylaşmışlardı bu iki günde.
Vivian yapısı gereği onlardan her şekilde daha sessiz ve çekingen kalıyordu. Yaşadığı şeyler onu ister istemez böyle bir tavır takınmasına neden oluyordu. Leila ara sıra aklına gelen hasta kardeşi sebebi ile sessizleşiyor olsa da çoğunlukla sevgi ve neşe doluydu.
Edyth ise tam anlamıyla bir yumurcaktı. Ele avuca sığmaz bir hali vardı. En kötüsü de bitmek bilmez konuşma hevesiydi. Edyth konuşmak için yer, zaman ve durum ayırt etmiyordu bile. Özellikle de yemek yerken konuştuğunda az kalsın ona susması için yalvaracaktı.
Üçüncü günün sonunda kendi evlerine; göl kenarına döndüklerinde ikisi de hiç konuşmadan odalarına çekilmişlerdi. Küçük kızın yaptığı ilk şey yatağına bedenini sertçe bırakmak olmuştu. İki günde bu rahatlığı özlemiş olduğuna inanamamıştı. Ayaklarını, kollarını sanki yatakta tek başına olduğundan emin olmak ister gibi iki yanına açmıştı.
“Sonunda, sessizlik…” duyduğu tek şey dışarıdan gelen hayvanların gece çıkardıkları seslerdi. En çok huzur bulduğu şey bu gibiydi. İnsanlardan çok diğer canlıların varlığı onu rahatlatıyordu.
Gözlerini kapatıp duyduğu çıtırtıların tadını çıkarmaya çalıştı. Kendini o ana öyle bir kaptırmıştı ki neredeyse yüzüne esen serin ama arkasında tatlı bir titreme bırakan rüzgârı hissedebiliyordu. İster istemez yüzünde hafif bir gülümseme oluşmuştu. Geçen her saniye de bütün duyuları ile kendini dışarda taze çayırların ortasında yatıyormuş hissinden alıkoyamıyordu.
“Alfrida! Alfrida!” uzaklardan gelen belli belirsiz ses giderek artmaya başlamıştı.
“Alfrida! ALFRİDA” ses onu gözlerini açmaya zorluyordu adeta.
Duyduğu sese daha fazla kayıtsız kalamadı. İsteksiz bir şekilde gözlerini araladığında karşılaştığı şeye içten içe şaşırmış olsa bile bedeni bunun farkında değildi. Baktığı yer odasının tavanı olmaktan çok uzaktı. Alabildiğine masmavi bir gökyüzünün ardından yemyeşil çayıra çevirmişti başını. Geçen her saniye onun kontrolü dışında devam ediyordu.
“Alfrida!” defalarca duyduğu sesi bu sefer arkasından çok daha yakınından duymuştu. Bu sefer seslenmekten çok isyan eder gibiydi.
“Dakikalardır size sesleniyorum Leydim. Geç oluyor artık dönmemiz gerekiyor.” Ona kendisini duyurmaya çalışan kadının yanakları al al olmuştu. Onun bu haline az kalsın gülecekti ama yapmadı.
“Geliyorum Bayan Melior!” derken bir yandan da dikeldiği yerden eteklerini toplayarak kalkmıştı. Ardından sakin adımları ile onu sabırsızca bekleyen Bayan Melior’a doğru ilerlemeye başladı. O zaman çayırın arkasında kalana sık ağaçlı ormanı fark edebilmişti.
Nerede olduğundan bir haberdi ama sanki bedeni her gün yürüdüğü yolda gidiyor gibi rahattı. Önünden koşar adım ilerleyen Bayan Melior dediği kadın ara ara dönüp ona bakıyordu. Gözlerinden her an hızlanması için sızlanacağı belliydi ki çok geçmeden tahmin ettiği gibi oldu.
“Leydim, adımlarınızı biraz daha büyük ve hızlı atmaya ne dersiniz?” bir yandan hızlı yürümeye çalışırken bir yandan konuşmak karşısındaki tombul kadını nefes nefese bırakmıştı.
“Koşmasak da kaleye vaktinde yetişebiliriz.” Demesine rağmen adımları arasındaki mesafeyi arttırmıştı.
Yürüdükleri yolda evinde yürüyormuşçasına rahattı. Zaten evindeymiş hissini içinden atamıyordu. Oysa o ormanı ilk defa gördüğüne emindi. Üstüne üstlük ona Alfrida diye seslenilmesi de garipti ama o an bunların hiçbirini düşünemiyordu. Bir anıyı hatırlamak gibiydi her şey.
Sık orman kendini daha seyrek ağaçlara bıraktığında önlerinde ince bir patika belirmişti. Bilinçli adımları o yolda hızla ilerlediğinde karşılarına muhteşem bir yapı çıkmıştı.
Duvarlarının neredeyse tamamını hanımelinin sardığı büyük bir evdi. Evden çok şato; hatta bir kaleyi andırıyordu. Taştan duvarların aralarındaki yosunlar bile canlılıkla parlıyordu. Burnuna ormandakinden daha çok huzur veren bir koku dolmuştu. Bu kadar çok çiçek kokusu karıştığında insan büyük bir karmaşa olacağını düşünüyordu ama öyle olmamıştı. Gözlerini kapatıp derince içine çektiği solukta huzur vardı.
“Derse geç kaldınız Leydim!” kapının yanında onu beklediği her halinden belli olan orta yaşlı adam başını hafifçe eğip ona selam vermeyi ihmal etmemişti.
“Hiç sanmıyorum Komutan. Bence siz biraz erken geldiniz.” Sesindeki muzip ton ile karşısındaki adam gülmemek için kendini zor tutmuştu.
Ciddi ifadesini toparlamaya çalışırken “Derslerinize önem vermelisiniz Leydim.” Dedi.
“Sen de bir Leydi’yi oyalamamalısın!” küçücük bedeninde yaşlı bir kadının özgüvenini taşıyordu adeta.
Adamın yanından geçerken bile özgüvenli vücut dilinden ödün vermiyordu. Adımları onu karşılayan geniş avluyu hızla arşınladı. Onu takip eden Komutanın varlığını neredeyse ensesinde hissedebiliyordu.
Kalenin içi koşuşturmaca aile doluydu. Önünden arasından elinde eşyalarla veya boş bir şekilde hızlı adımlarla kaç kişinin geçtiğini saymamıştı bile. Doğru bu çok umurunda gibi de değildi. Sanki her gün gördüğü bir manzarayı izliyormuş gibiydi. Dolambaçlı yolları gaz lambalarının aydınlattığı koridorların ardından karşısına sonuna kadar açık olan büyük bir demir kapı çıkmıştı. Kapının her iki yanında elinde mızraklar ve bellerinde parlaklığı göz alan kılıçlar ile dikilen iki asker vardı. Onlara attığı kısa bir bakıştan sonra hiç düşünmeden kalenin içindeki açıklığa adımını attı.
GÜM…
Duyduğu ses ile istemsizce irkilmişti. Sadece ruhen de değil gözleri ile baktığı beden de adeta yerinde sıçramıştı. Arkasından gelen sesi neyin çıkardığını tahmin dahi ediyor olsa da bizzat görmek ister gibi başını hafifçe geriye çevirmişti. Biraz önce yanında iki askerin dikildiği koca kapı kapatılmıştı.
Gözlerinin gördüğü şey ile irice açıldığına yemin edebilirdi. Onu bu kadar şaşırtan şey kapının kapatılması değildi, hemen kapının yanında elindeki kılıç ile sıkılmışça bekleyen delikanlıydı.
“Sen de kimsin?” derken karşısındaki genci incelemeden duramamıştı.
Açık kahve saçların kesilmeyi unutmuş gibi omuzlarına kadar uzamasına izin vermişti. Saçları ile uyumlu olan açık kahve gözleri sadece birkaç saniyeliğine ona dönmüştü. Sanki oradaki varlığını umursamıyor gibi işine: kılıcını silmeye devam etmişti. Üzerindeki gömlekten belli olan kasları ile ne zamandır eğitim aldığını merak etmişti. Yüzünden yaşının kendisinden fazla olmadığını söyleyebilirdi ama bedeni sanki doğuştan gelen bir iriliğe sahip gibiydi.
“Sana bir soru sordum.” Derken onu kale almayan adama doğru bir iki adım atmıştı. Bir yandan da her ne yapıyorsa içinden sağ koluna devam eden bir gıdıklanma hissetmişti.
Delikanlı istifini bozmamıştı bile. İkinci adımının ardından tam üçüncüyü atıyordu ki delikanlı tam olarak nerede olduğunu bilir gibi direk gözlerine bakmıştı. Bu onu durdurmaya yetmişti. Bakışları ile birbirlerini tartıyorlardı.
“Leofric nerede?” dediği esnada kolundaki gıdıklanma hissi parmak uçlarına kadar ulaşmıştı bile. İçinde dolmuş parmak uçlarından taşmak üzere olan bir sel vardı.
“Artık derslerini onunla değil benimle alacaksın.” Sonunda genç delikanlının kendinden gür çıkan sesini duymuştu.
“Demek bir dilin varmış.” Sesi oldukça mesafeli ve iğneleyici çıkmıştı. “Bana Leofric’den daha fazla ne öğretebilirsin ki onun yerini aldın.” Bakışları küçümseyici bir şekilde onu baştan aşağı süzmeyi de ihmal etmemişti.
“Denemeden bilemezsiniz Prenses.” Delikanlı onun küçümseyici ifadesinden çok kendi son kelimesine özellikle vurgu yaparken onu küçümsemeyi denemişti.
Genç kız bu meydan okumayı seve seve kabul etti. Tek kaşıyla beraber küçük burnunu bunu kanıtlamak ister gibi havaya kaldırması istemsizce yaptığı bir beden diliydi. Tam da o an parmak uçlarından akmak için an kollayan o hissi serbest bırakmıştı.
Genç delikanlı belli belirsiz bir duman ile ona yaklaşan şeyi anlamak ister gibi kıstığı gözleri ile ona bakıyordu. Birkaç saniye içerisinde kime kafa tuttuğunu anlayacağına emindi. Sabırsa geçen saniyelerin sonunda delikanlının o dimdik duran vücudu hızla kasılmaya başlamıştı.
Alfrida gördüğü görüntüyü hiç yabancılamamıştı. Bunu ilk defa yapmadığı belliydi. Lakin ilk defa başka bir şey oldu.
Yerde dizlerinin üzerine çökmüş yaşadığı acıyı anlamlandırmaya çalışan genci izlediği sırada aynı onun gibi kalbinde minik bir kasılma hissetmişti. Başta ufak bir sızı ile başlamış olsa da gittikçe artmaya başlamıştı. O da aynı genç adam gibi acıdan yere dizlerinin üzerine çökmüştü. Acı yüzünden güçleri üzerindeki hakimiyetini bırakmış delikanlıya yaptığı şeye arar vermişti. Bunu yapması ile her ikisi birden derin bir nefes almıştı.
Açık alanda her ikisinin de ciğerlerine doldurdukları nefes sesi yankılanıyordu. Alfrida ilk kez başkalarına yaptığı şeyi kendi de yaşamıştı. Olan şeye anlam vermeye çalışan bakışlarını yukarı, gence kaldırdı.
Göz göze geldiklerinde kendi şaşkınlığına rağmen delikanlı ne olduğunu bilir gibi bakıyordu. Onun sorgulayan bakışlarına hala derin nefesler alıyor olsa da cevap verdi.
“Luther… Adım Luther… Gardiyan Luther…”