Dikkat! Bu bölüm İstanbullu Gelin adlı kitabımda geçen bölümlerin birleşimidir. Okuyanların tekrar okumasına gerek yoktur.
Sidar Atasoy/ Berdel Kararı Toplantısı
Ağaların toplantısında otururken, içimdeki öfkeyi zor bastırıyordum. Gözlerim sürekli Zozan Ana’ya kayıyordu. O yaşlı kadın, yıllardır etrafına korku salmıştı, herkes onun önünde eğiliyordu. Ama bu kez, karşısında diz çökmeye hiç niyetim yoktu. Bize yaptıkları haksızlığın bedelini ödeyeceklerdi. Oğuz’a olanları düşündükçe içim daha da kaynıyordu. Kardeşimi topal halde bırakan Hazar, sadece bizim ailemize değil, bana da meydan okumuştu. Buna izin veremezdim.
Oğuz haksızdı, buna diyecek lafım yoktu ama ona yıllardır beslediğim öfke bu anı fırsata çevirmemi sağlıyordu.
Zozan Ana, sanki her şey kontrolündeymiş gibi, ağırbaşlı bir edayla konuşuyordu. İbo Ağa’nın otoritesine bile meydan okur gibi, “Barış istiyoruz,” diyordu. O sırada onun soğukkanlı ifadesine bakarken içimdeki öfke daha da büyüdü. Hazar’ın bize yaptığını bu kadar kolay örtbas edebileceğini mi sanıyordu? Kendi torununu korumak için, kardeşimin canını hiçe saymıştı. Ama bu böyle kalmayacaktı. Kardeşimin ölmesi gerekiyorsa bile biz yapardık, başkaları değil.
“Eğer Hazar,” diye başladığında, sesini bile zor duydum. O an için bana sadece laf kalabalığı yapıyormuş gibi geldi. Kardeşim ölümden dönmüşken, bu kadının böyle bir duruş sergilemesi kanıma dokunuyordu. Sözde barış istiyorlardı, ama aslında kendi çıkarlarını korumaktan başka bir şey düşünmüyorlardı. Gözlerimi kısarak ona baktım. Eğer gerçekten barış isteselerdi, bu noktaya gelinmezdi.
Sonunda sabrım tükendi. Ayağa kalktım ve sesim tüm odayı doldurdu, “Biz bu sözleri kabul etmiyoruz!” dedim. Herkes bana döndü. Zozan Ana da beni dikkatle izliyordu. İçimdeki öfke, her kelimemde biraz daha dışarı çıkıyordu. “Eğer kanımızın hatası varsa, cezasını biz verirdik. Ama siz, Hazar, bu hakkı çiğnediniz. Bizim irademizi yok saydınız.”
Bu sözleri söylerken Hazar’ın gözlerini aklıma getirdim. Kardeşimle ilgili meseleyi bile bana haber vermeden, kendi adaletini uygulamıştı. Onunla geçmişte konuşmuştum; Oğuz bir hata yaparsa bana söylesin, ben cezasını vereceğim dedim. Ama Hazar, benim bu sözüme ihanet etti. Zaten sırf bu yüzden de Oğuz’un haksız olması umrumda değildi. Bu, sadece aileme değil, bana da yapılmış bir hakaretti. Ve bu hakareti, asla unutmazdım.
“Belki de kardeşim haksızdı,” dedim, herkesin içinde. Bu sözler, ağaların yüzünde bir şaşkınlık yaratmıştı. Ama içimdeki gerçek hislerim farklıydı. “Ama haksızsa da değildir artık! Bu meselede haklı ya da haksız olmanın önemi kalmadı. Oğuz’un cezasını biz verirdik, ama siz işi bu noktaya getirdiniz.” Her kelimemde öfke vardı. Kardeşimi koruyamamış olmamın utancı, Zozan Ana ve Hazar’a karşı duyduğum kinle birleşiyordu.
Bütün oda sessizdi. Herkesin bakışları bana çevrilmişti, ama ben sadece Zozan Ana’ya bakıyordum. Onun gözlerinde hiçbir pişmanlık yoktu. Kendini haklı görüyordu. Torunun başı bile onun yüzünden beladaydı ama umrunda değil gibiydi. Bu kadın, her şeyin üstesinden geleceğine o kadar emindi ki, Hazar’ın yaptıklarının bedelini ödeyeceğini bile düşünmüyordu. Ama ben, onun sandığı gibi kolay bir rakip değildim.
İbo Ağa’nın sesi odadaki sessizliği bozdu. “Hazar sadece Atasoylara değil, bize de meydan okudu. Onun bu tavrı, ağalar meclisinin de sözünü hiçe saymaktır. Haklıykrn haksız duruma düşürdü kendini.” İbo Ağa’nın bu sözleri, Zozan Ana’nın stratejisini zora sokuyordu. Bu mesele artık sadece bizim aramızda değildi; tüm ağaların onuru da işin içine girmişti. Bu, Zozan Ana’nın karşısında daha fazla güç topladığım anlamına geliyordu.
“Torunum namusunu temizleme peşindeydi. “ dedi. Bu doğruydu. Benim aptal kardeşim geçmişte onun karısı ile nişanlanmış sonra da bir salak gibi kızı evli olmasına rağmen nikah masasında bırakıp gelmişti. Tabi bu durumdan bizim haberimiz yoktu, meğer mihrimah’ın babasından intikam alma peşindeymiş. Okumak bahanesi ile İstanbul’a gidip ortalığı karıştırmıştı. Sonra da Mihrimah’ın kansız dedesi ve onun kardeşinin oyununa gelmiş, Mihrimah ile yeniden barışırız hevesine farkında olmadan kıza tuzak kurmuştu.
Hazar ise bu tuzağı yakalamış, en sonunda da Oğuz’un ayağına sıkmıştı.
Şimdi ise olaylar iyice sarpasarmıştı.
Herkes susmuş, ne olacağını bekliyordu. Sonunda babam Murad Ağa, ağırbaşlı bir şekilde ayağa kalktı. O an, odadaki tüm gözler ona döndü. Babam her zaman soğukkanlı ve hesaplı bir adamdı. Ne söyleyeceğini bilmiyordum, ama onun benimle aynı hisleri paylaştığından emindim.
Evde ne yapılması gerektiğini zaten konuşmuştuk.
“Atasoy ailesi olarak bu kan davasını sona erdirmek istiyoruz,” dedi babam, sesi odayı doldurdu. Bir an için Zozan Ana’nın yüzüne baktım. Onun da ne olacağını merak ettiğini biliyordum. Ama babamın sözleri herkesin beklediğinden farklıydı. “Ama bir şartla,” dedi ve durdu.
O anda tüm oda donmuş gibiydi. Herkes nefesini tutmuş bekliyordu. Babam, gözlerini Zozan Ana’ya dikerek konuştu, “Bu kan davasını ancak, Şahindağlar’ın kızı Suzan’ı bize vererek durduracağız.”
Bu sözler odada bomba gibi patladı. Zozan Ana’nın yüzü ilk defa değişti. O her zamanki soğukkanlı bakışı silinmiş, yerini şaşkınlık ve öfke almıştı. Oğulları da aynı şekilde donup kalmışlardı. Suzan, onların en sevdiği yeğenleri, Ciwan Ağa’nın ise kızıydı. Onu bize vermek, aileleri için büyük bir kayıp olurdu. Ama bu, bizim için mükemmel bir fırsattı. Onlara en değer verdikleri yerden vuracaktık.
Suzan’ı çocukluktan tanıdığım için onu özellikle istemiştim. Bir zamanlar aşık olduğum kadını çekmek belki daha kolay olurdu.
Babam, sert bir ifadeyle devam etti: “Ya berdel ile Suzan’ı bize verirsiniz, ya da bu kan davası devam eder. Kanımıza kan isteriz!”
Bu sözlerle birlikte Zozan Ana ve oğullarının yüzünde beliren ifade, içimdeki intikam ateşini körükledi. Şimdi, onları en zayıf noktalarından vuruyorduk. Artık mesele Hazar ya da Oğuz değildi. Şimdi onların en değer verdiklerini ellerinden almanın eşiğindeydik. Eğer Suzan’ı vermezlerse, bu savaş devam edecekti. Ama verirlerse, bu bizim zaferimiz olacaktı.
Gözlerimi Zozan Ana’nın üzerinde tuttum. Onun karşısında asla geri adım atmayacağımı göstermek istiyordum. Artık bu işin geri dönüşü yoktu. Kan davasını sona erdirmek için tek bir yol vardı: Suzan’ın bizimle evlenmesi. Eğer kabul etmezlerse, savaş kaçınılmazdı.
En sonunda el mecbur Zozan Ana, berdeli kabul ettiğinde zafer, benimdi.
Suzan Şahindağ
Avluda oturmuş, sessizce bekliyorduk. Herkesin yüzünde bir endişe vardı, ama kimse bir şey söylemiyordu. Saatlerdir Asım babalar dönmemişti. Toplantıya gitmişlerdi, ama hala bir haber yoktu. Kalbimde derin bir huzursuzluk vardı; sanki yaklaşan bir felaketi hissediyordum. İçimdeki ses, kötü bir şeyler olacağını fısıldıyordu, ama ne olacağını bilmiyordum.
Yanımda Mihrimah vardı ve sessizce oturuyordu. Gözlerimizi birbirimize diktiğimizde, onun da en az benim kadar tedirgin olduğunu gördüm. Hafifçe gülümsedi, ama o gülümsemenin ardında korkusunu gizleyemediğini biliyordum. O an bana sarıldı. Bu sarılma, içimdeki korkuyu hafifletmeye yetmiyordu. Bize güven veriyormuş gibi fısıldadı: “Her şey yolunda gidecek.” Ama o da benim gibi inanmakta zorlanıyordu.
Zaman geçtikçe, avludaki hava daha da ağırlaşıyordu. Her geçen dakika, kalbimdeki korkuyu büyütüyordu. Tam o sırada, kapının önünde bir hareketlenme oldu. Adım sesleri yaklaşırken, kalbim hızla atmaya başladı. Babamlar ve diğerleri dönmüştü. Yüzlerinde ciddi ifadelerle avluya girdiler. İçimdeki huzursuzluk daha da arttı. Kalbim göğsümde sıkışıyordu.
Gözlerim babam Ciwan’a kaydı. Yüzünde alışık olmadığım bir hüzün vardı. Ne olduğunu bilmiyordum, ama hissettiğim şeyin beni asla mutlu etmeyeceğini artık anlamıştım. Babamın yüzündeki ifadeyi gördüğüm an, içime bir korku doldu. Öyle bir korku ki, nefes almakta zorlanıyordum.
Babaannem, avluya adım attığında, gözlerindeki öfkeyi hissedebiliyordum. Sert adımlarla üzerime doğru geldi, herkes sessizce onu izliyordu. O an kaçacak yerim yoktu. İçimdeki korku, bir dalga gibi büyüyordu. Babaannem bize yaklaştığında, suratındaki öfke beni adeta delip geçiyordu. Herkesin önünde, kimse kılını bile kıpırdatamadan, Mihrimah’a bir tokat savurdu. Şok içinde ona baktık.
“Bu kız geldiğinden beri torunum zıvanadan çıktı! Hepsi onun suçu!” diye bağırıyordu babaannem. İçimden bir şeyler kopuyordu. Bu suçlamalar, bu öfke... Mihrimah bunları hak etmiyordu çünkü her şeyin suçlusu babaannemdi. Babam dayanamayıp hemen araya girdi;
“Suç, Mihrimah’ın değil! Hazar’ın öfkesine sahip çıkamaması yüzünden bunlar oldu. Hüküm varken, nasıl böyle bir hata yapılır?!” diye bağırdı. babamın sesindeki öfke, avluyu sarmıştı. Bir yandan bizi korumaya çalışıyor, bir yandan da kendi içinde Zozan Ana’ya karşı bir hesaplaşmaya giriyordu. Gözlerim yaşlarla dolu halde babama baktım. Neler oluyordu?
O sırada, Mihrimah bağırdınu öfke ve çaresizlikle, “Sadece benden ötürü mü?” diye bağırdı. “Her şeyin nedeni ben miyim sanıyorsunuz?” Zozan Ana’nın suçlamalarına karşı kendini savunmak istiyordu. Sonrasında bağırıp çağırmaya devam etti ama ben hala endişeliydim, babam ara ara bana tuhaf bakışlar atıyordu.
Sözleri, avludaki herkesi şoke etmişti. Zozan Ana, öfkeden daha da delirmiş gibi görünüyordu. Tam yine kavga edeceklerken babam bir kez daha araya girdi. O an, avludaki herkes birbirine bakıyordu. Ortam öylesine gergindi ki, kimse nefes almaya bile cesaret edemiyordu.
Babam biraz bağırdıktan sonra yeniden öfkeyle konuştu. “Çocukların hatası değil ana bu, sende gayet iyi bilirsin,” diyen Ciwan amca dişlerinin arasından tısladı. “Sizin geçmişiniz yüzünden olan çocuklarımıza oldu. Şimdi ise olan kızım Suzan’a olacak!” demesiyle kısa süreli bir sessizlik yaşandı. Ne demek olan bana olacak?
“Ne olmuş Suzan’a?” dedi annem korkuyla ayağa kalkarken. Uzun zamandır koruduğu sessizliği bozmuştu. Ben ise nefes bile almadan diyeceklerini bekliyordum.
Babam dudaklarını birbirine bastırdı ama bir şey söylemedi. Annemse bunun üzerine hiddetlenip onun yanına gitti bir omuzlarını tutup sarstı. “Söylesene Ciwan! Ne olmuştur kızıma? Ne dersin, ne ima edersin sen?!”
Babam, gözlerinde biriken yaşları tutmaya çalışırken, ağır adımlarla avlunun ortasında durdu. Bir an için hepimizin yüzüne baktı, gözleri en son bende ve annemde durdu. Derin bir iç çekişle, kelimeler ağır ağır döküldü dudaklarından, hepimizi sarsan o cümle, kalplerimize bir hançer gibi saplandı. “Kan davasının bitmesi karşılığında Sidar Atasoy, Suzan ile evlenmeyi talep etti.”
Bu sözler avluya adeta ölüm sessizliği getirdi. Annemin elleri, birden güçsüzleşerek iki yana düştü, sanki vücudundan bütün yaşam çekilmiş gibiydi. Ondan aşağı kalır yanım yoktu. Sert bir şekilde yutkundu, dudakları titrerken, acı dolu bir sesle konuştu: “Ağalar ne dedi? Kabul etmediler, de mi? Biz hata yapmadık, kabul etmemişlerdir... Söyle hele, etmediler değil mi?”
Babamın sesi, acıyla karışık bir fısıltıya dönüştü: “Hüküm verildi... Suzan’ı, Sidar Atasoy’a verdiler.”
Sözleri avluda yankılandı. Kalbim durdu sanki. Babamın ağzından çıkan bu cümle, her şeyi yerle bir etti. Gözlerim dehşetle açıldı. Ne dediğini anlamakta zorlandım. “Ne demek istiyorsun baba?!” diye bağırmak istedim, ama sesim çıkmadı. Gözlerim istemsizce anneme döndü. annem, olduğu yerde donup kalmıştı. Gözlerindeki korku ve acı, yüreğimi daha da sıkıştırdı.
Bu sözler üzerine dünya benim için durdu. Nefes alamadım. Gözlerim karardı, her şey üstüme çöktü. İstemediğim bir hayatın kapıları sonuna kadar açılmıştı. Korku ve dehşetle doluydum. Annem acıyla yere yığıldı, avluda yankılanan çığlıkları tüm ruhumu parçalıyordu. Ama ben hiçbir şey yapamıyordum, hareket edemiyordum. Sadece kalbimin durduğunu hissediyordum.
Bir anda bacaklarımın beni taşımadığını fark ettim. Gözlerim kararıp, bedenim yere yığıldı. Avluda herkes çığlık atarak başıma toplandı. Ama benim için her şey çoktan bitmişti. İstemediğim bir hayatın ortasında kaybolmuş, çaresizce teslim olmuştum.
Herkes ne yapacağını bilemez haldeydi. O an yalnızca acıyı hissedebiliyordum, her şey sanki ağır çekimde ilerliyordu. Nefes almakta zorlanıyordum, sanki boğuluyordum.
Annem, gözlerindeki dehşetle yanıma diz çöktü. Titreyen elleriyle elimi tutmaya çalışarak, “Suzan! Suzan, kızım aç gözlerini! Allah’ım ne olur yardım et bize!” diye yalvarıyordu. Sesindeki acı, yüreğimi dağladı. Herkesin içinde aynı korku vardı: Beni bu karanlıktan geri getirebilecekler miydi? Bilincim yerindeydi. Gözlerim hafif aralıktı ama kendime gelmiyordum.
Babaannem ise hâlâ avlunun ortasında ifadesiz bir şekilde duruyordu. Herkesin paniği, korkusu ona işlemiş gibi görünmüyordu. Ama ben, onun soğukkanlılığının altında neler düşündüğünü merak ediyordum. O an, her şeyin onun yüzünden bu hale geldiğini düşündüm. Suçluydu, ama kimse ona karşı gelemiyordu.
Babam, bu sessizliği bozdu ve babaanneme doğru bir adım attı. Gözlerinde hem acı hem öfke vardı. “Başımıza bela ettin Kaya aşiretini Ana! Şimdi çık işin içinden çıkabilirsen! Benim yavrum feda oluyor bu yolda!” diye bağırdı.
Sözleriyle kalbime bir darbe daha vuruldu. Babam haklıydı. Biz hepimiz birer kurbandık, ama asıl suçlu Zozan Ana’ydı. Onun kararları, onun gururu yüzünden herkes bedel ödüyordu. Mihrimah, Hazar... Ve şimdi de ben.
O sırada beni yerden kaldırıp odaya çıkardılar. Her adımda, sanki bedenim daha da ağırlaşıyordu. Başım dönüyor, etrafımda olan biteni anlamakta zorlanıyordum. Nefes alamıyordum. Yatağa yatırıldığımda gözlerim kapalıydı, ama her şeyin farkındaydım. Kulağıma dışarıdaki kavga sesleri geliyordu; herkes birbirine bağırıyordu. Bu kavgaların bir parçası olmak istemiyordum. Kendimi, bu hayattan kaçmanın yollarını ararken buldum.
Annem ise yanı başımda dua ediyordu, gözleri yaşlarla dolmuştu. Bana kolonya koklattıklarını hissediyordum, ama gözlerim açılmak istemiyordu. İçimdeki acı, kalbimi sıkıştırıyordu. Hayatımın böyle bir noktaya geleceğini asla düşünmemiştim.
Babamın dışarıdaki bağırışları hâlâ sürüyordu: “Ana! Yeter artık, bu işi çöz! Yoksa daha kaç cana mal olacak bu kin, bu nefret? Senin inadın yüzünden bu aile dağılacak, farkında mısın?”
Babamın bu sözleri içimde bir yerleri kırdı. Herkesin çektiği acının tek bir kaynağı vardı: Zozan Ana yani babaannem. Onun yüzünden hayatımın karardığını düşünüyordum. İçimde ona karşı biriken öfke büyüyordu. Kendime geldikçe, zihnimdeki bulanıklık dağılıyor ve her şey daha net görünmeye başlıyordu.
“ANNEM NE OLUR YALAN DE! NE OLUR BABAM ŞAKA ETTİ DE!” diye yalvararak ağlamaya başladığımda, Annem bana sıkıca sarıldı. “Gerçektir kızım,” dedi, sesi acıyla doluydu. “Ne kadar istemesem de gerçektir.”
Hıçkırıklarım odanın dört bir yanına yankılandı. İçimde, kaçamayacağım bu zorunlu evliliğin dehşeti büyüyordu. Neden ben? Neden benim hayatım da böyle bir çıkmaza sürüklenmişti? Annemin teselli etmeye çalıştığı her kelime, daha da yaralı hissetmeme neden oluyordu. İçimdeki kederi hiçbir şey hafifletmiyordu.
“İstemiyorum!” diye bağırdım birden. Sesim titriyor, ağlamaya başlıyordum. “İstemiyorum ana! Atasoylardan biriyle evlenmek istemiyorum! Onlar bana eziyet edecekler, biliyorum!”
Gözyaşlarımın içinde boğulurken, aklımda sadece bir soru vardı: Bu kan davasının, törenin yükü ne zaman bitecekti? Hepimiz kurbandık, her birimiz bir şekilde bu sistemin altında eziliyorduk. Dışarıdaki sesler bir an için durdu, ama bu sessizlik beni daha da huzursuz etti.
Her şeyin bir kâbus olmasını o kadar çok isterdim ki...
Ama gerçek, acımasızdı. Herkes sessizdi, herkes bu gerçekliğin ağırlığını taşıyordu. O sırada içimde, babaanneme karşı bir öfke kabarmaya başladı. Beni bu hale getiren o kadındı. Her şey onun yüzünden böyle olmuştu. Ve şimdi ben, istemediğim bir hayatı yaşamak zorunda kalıyordum. Bağırdım, içimdeki tüm acıyı ve öfkeyi dışa vurdum: “YETER BE! HER ŞEY ONUN YÜZÜNDEN! KAÇ KİŞİNİN DAHA HAYATINI KARARTACAK!”
Odada bir sessizlik oldu. Herkes şaşkındı. Annem bile ne diyeceğini bilemiyordu. Ama haklıydım, bunu herkes biliyordu. İçimdeki bu öfke ve acı, sadece bana ait değildi; herkes babaannemin yükünü taşıyordu.
O an kendimi daha yalnız hissettim. Anneme sarıldım, ama bu sarılma bile içimdeki boşluğu dolduramadı. Titreyerek, “İstemiyorum,” dedim tekrar, “onunla evlenmek istemiyorum.”
Ve o an, içimdeki tüm umut kırıntıları kayboldu. Bu kısır döngüden kaçamayacağımı, kaderimin bu olduğunu anladım. Ama yine de içimde bir yerlerde, bu karanlıktan bir çıkış yolu bulmayı diliyordum.
Sidar Atasoy/ İlk Karşılaşma
Şahindağ aşiretine duyduğum öfke, içimde alev gibi yanıyordu. Bu öfkeyi bir şekilde Suzan’dan çıkarmaya kararlıydım. Ama önce, ailemizin onuruna leke süren kardeşime verilen hükmü değerlendirmem gerekiyordu. Oğuz… O her şeyi berbat eden, bizi bu duruma düşüren kardeşim. Topal ayağıyla avluda sessizce oturuyordu. Kendi başına açtığı belayı bile fark edemeyecek kadar acizdi.
Adımlarım ağır ve kararlıydı, onun başına dikildim. İçimdeki öfke, onun sessizliğiyle daha da büyüyordu. Zozan Ana denilen o kadın, yeniden ağaları toplamış ve Oğuz için de bir hüküm verilmesini istemişti. Bu, bizim için büyük bir hakaretti. Kendi kanımızı bizden daha iyi kimse yargılayamazdı. Ama şimdi, bu durumu kabullenmek zorundaydık.
Hüküm ise Mardin’den sürülmesi olmuştu. Oğuz, bu topraklardan, bizim evimizden sürülecekti. Bu kararı sindirmekte zorlanıyordum. Bir yandan onun yaptıklarının cezasını çekmesi gerektiğini biliyordum, ama diğer yandan, bu cezanın dışarıdan gelen bir emirle verilmiş olması, gururuma dokunuyordu.
Oğuz’a bakarken, içimde bir şeylerin koptuğunu hissediyordum. Onun bu haline acımak yerine, sadece öfke duyuyordum. “Zozan Ana’nın bu kararı dayatmasına nasıl izin verdik?” diye düşünüyordum. Ama yapılacak bir şey yoktu. Ailenin onurunu temizlemek için bunu kabul etmek zorundaydık. Kardeşim sürülecekti, ama Şahindağlar’dan birinin canını yakarak kendi içimde bu lekeyi temizleyecektim.
Suzan… Şimdi sıra sende.
Oğuz’un yanına öfkeyle yaklaştım. İçimdeki ateş, beni kontrolsüz bir öfke dalgasına sürüklüyordu. Oğuz, topal ayağıyla sessizce dururken, ona baktım ve içimdeki kızgınlıkla dolup taştım. Daha fazla dayanamadım. Sesim titremeden, ama sert bir şekilde konuştum: “Ben sana demiştim, değil mi? Mihrimah denilen o kıza yaklaşma diye!”
Sözlerimle yetinmeyip, kolundan kavradım ve onu sertçe duvara vurdum. Duvarın soğukluğu, belki de içimdeki buz gibi öfkeyi hissettirmek istiyordu. Oğuz’un yüzündeki acı, beni durdurmaya yetmedi. “Senin cezan aslında ölüm, Oğuz. Dua et, kardeşimsin. Yoksa yaptığın bu namussuzluğu görmezden geldim sanma!”
Sözlerim her kelimeyle daha da ağırlaşıyordu. Onun aptalca davranışları yüzünden ailemizi nasıl bir duruma soktuğunu, bizi nasıl küçülttüğünü gözler önüne seriyordum. Oğuz, hala gözlerini yere dikmiş, ne söyleyeceğini bilemez haldeydi. Ama bu, beni sakinleştirmedi. “Her ne kadar başkaları senin cezanı kesme peşinde olsa da hak ettin,” diye ekledim, sesimdeki öfke net bir şekilde duyuluyordu. “Yeni hüküm verildi sana. Bu topraklardan sürüleceksin, Mardin’den defolup gideceksin!”
Oğuz’un bu duruma düşmesinin, Mihrimah’a olan zaafı yüzünden olduğunu biliyordum. Onun bu zaafı, sadece kendisini değil, hepimizi tehlikeye sokmuştu. Şimdi ise, bu bedeli ödemek zorundaydı. Ama ona olan öfkem, bu kararla dinmeyecekti; içimde bir yerde, onun bu yaptıklarının cezasını tam olarak çekmediğini düşünüyordum. Kardeşim olması, onu ölümden kurtarmıştı. Ama bu, ondan nefret etmemi engelleyemiyordu.
Oğuz, şaşkınlıkla yüzüme baktı. Gözlerindeki korku ve çaresizlik, beni bir an duraklattı ama öfkemin üzerine çıkamadı. “Nasıl sürüldüm? Nereye gideceğim ben?” dedi, sesi titreyerek. Gözlerinde yaşlar birikmeye başlamıştı, sesi ise giderek daha da boğuklaştı. “Bir yuvam bile kalmadı... Gülten de terk etti beni.”
Ağlamaya başladığında, onu bir an için kardeşim olarak görebildim, ama bu bile içimdeki öfkeyi tam olarak bastıramadı. Oğuz’un gözyaşları, yaptığı hataları telafi edemezdi, ama yine de içimdeki bir parça, onun bu haline üzülmeden edemiyordu.
Yine de sözlerim sert kaldı. “Bu yaptıklarının bir bedeli olacaktı, Oğuz,” diye içimden geçirdim, ama bu sefer kelimelerim onun yüzünde değil, içimde yankılandı. Kardeşimin bu çaresiz hali, bana kendimi hiç hissetmediğim kadar boş ve yenik hissettiriyordu. “Ne sanıyordun? Her şeyi yapıp yapıp rahatına bakacağını falan mı?”
Oğuz’un gözyaşları yanaklarından süzüldükçe, içimdeki öfke ve hayal kırıklığı arasında gidip geliyordum. “Beni bırakma,” diye yalvardı, sesi boğuk ve acı doluydu. “Gidecek yerim yok. Hiçbir şeyim kalmadı!”
Bir an, onun bu çaresizliğine karşı koymakta zorlandım. Sonuçta, benim de bir zamanlar onun yanında güvende hissettiğim anlar olmuştu. Ama o anki hali, artık o tanıdığım Oğuz değildi. Oğuz’un bu durumu, benden başka herkesin gözünde bir suçlu olmasını sağlıyordu.
“Suçlu olduğun gerçeği değişmeyecek,” dedim, sert bir sesle. “Senin yüzünden ailemizin onuru zedelendi. Karın Gülten’in terk etmesi de senin hatan. Herkes senin yüzünden bizimle alay edecek. Senin için bir fazla bir kayıp yok ama aile için kayıplarımız çok büyük!”
Oğuz, yüzümdeki öfkeyi ve kararlılığı gördükçe daha da çaresizleşti. “Ama ben… Ben her şeyi geri almak istiyorum. Mihrimah’ı seviyorum, gerçekten seviyorum! Pişmanım ama lanet olsun ki vazgeçemiyorum!” dedi, başını ellerinin arasına alarak.
O an, Oğuz’un aşkı benim için tamamen anlamsız hale gelmişti. “Aşkın senin için bir mazeret olamaz, Oğuz,” dedim, sesim hala sertti ama içimdeki boşlukla karışık bir üzüntü vardı. “Madem bir şey yaptın, şimdi bunun sonuçlarıyla yüzleşmek zorundasın.”
Gözlerim Oğuz’dan kaçarken, içimdeki çatışma büyümeye devam etti. Kardeşim olmasına rağmen, onun bu düşüşü, benim için bir sondu. “Senin için bir yer ayarlayacağım,” dedim, sesimdeki sert ton hafifledi. “Kendine orada sakin bir hayat kurarsın. Gideceğin yerde bulursun sen birilerini.”
Oğuz’un yüzü aydınlansa da, aklındaki düşünceler yine karışıyordu. “Ama nasıl… Ben sizden ayrı mı olacağım?” diye sordu, sesinde hala çaresizlik vardı.
“Bunda üstüne yok, bulursun yine birilerini!” diye iğneledim, ama kendimi de zor tutarak. “Senin yaşadıkların, bizim ailemizin onuruna bir leke. Bu yüzden, hayatını kurtarmak için başka bir yere gitmek zorundasın. Mihrimah’la olan bu takıntın, seni daha da dibe sürüklüyor.”
Oğuz’un gözleri, içinde yaşadığı karmaşanın ağırlığını taşıyordu. “Biliyorum, ama ben onu gerçekten seviyorum,” dedi, ama sesinde kaybetme korkusu vardı.
“Taktın, yapılan bu hataların üstünü örtemez, Oğuz,” dedim sert bir dille. “Sadece sana zarar verir. Geçmişte ne yaşadıysan yaşadın ama artık onunla bir araya gelmek mümkün değil. Aşkın bedeli ağır oluyor.”
“Her şeyi düzeltmeye çalışacağım,” dedi, ama o anki hırsıyla konuşmasına güvenmiyordum. “Belki de Mihrimah’a bunu anlatabilirim,” diye ekledi.
Oğuz’un hâlâ Mihrimah’dan bahsetmesi, içimdeki öfkeyi daha da alevlendirdi. “Bunu artık bırak!” dedim, sesim istemsizce biraz daha yükselirken. “Mihrimah, senin için bir takıntı haline gelmiş durumda. O’na olan bu düşkünlüğün, seni daha da zayıflatıyor. Ölmek istemiyorsan ondan vazgeç, Oğuz!”
Gözlerimdeki öfke, bakışlarıma yansıyordu. Oğuz’un sözleri, bıçak gibi içimi kesiyordu. “Ama onu seviyorum! Vazgeçemiyorum amına koyayım her şey çok taze!” dedi, çaresiz bir şekilde.
“Sevginin bu şekilde bir intihar olabileceğini hiç hesaba katmıyorsun, öyle mi?” diye çıkıştım. “Senin yüzünden ailemizin onuru yerle bir oldu. Gözlerindeki bu ısrar, senin ne kadar zayıf bir adam olduğunu gösteriyor. Onu düşünmeyi bırak, bunun sonu yok! Mihrimah artık senin için hayal, bir gölge…”
Oğuz’un yüzündeki hayal kırıklığı beni daha da öfkelendirdi. “Artık onun peşinden koşmak yerine, kendine bir hayat kurmayı denemelisin,” dedim, sert bir sesle. “Ama bunu yapmazsan, düşüşün daha da derinleşecek. Gülten’in seni terk etmesi bile bunun bir kanıtı!”
Oğuz’un gözleri bu sözlerimle daha da doldu. “Nasıl vazgeçeceğimi bilmiyorum, günlerdir onu düşünüyorum. Hepten hayal kırıklığına uğradı oysa amacım adını çıkarmak değil yeniden ona kavuşmaktı.” Dedi, sesi sarsılarak.
Gözlerindeki umutsuzlukla birlikte içimdeki öfke büyüdü. Oğuz’un hala aynı hatayı yapmaya devam etmesi, benim için katlanılması zor bir durumdu. “Artık senin için Mihrimah falan olmamalı,” dedim, sert bir tavırla. “O, senin düşmanın oldu. Onu bir kenara bırak ve kendinle yüzleş!”
Oğuz, bu sözlerimi duyunca daha da çaresizleşti. Gözlerindeki yaşlar, kararlı bir şekilde dökülmeye devam ediyordu. “Neden benim yanımda değilsin? Neden beni savunmuyorsun?” dedi, ama onun ne kadar yanıldığını biliyordum. Ben onu en başından uyarmıştım, hataya yer yoktu.
“Seni savunmak için bir nedenim kalmadı, Oğuz,” dedim sert bir şekilde. “Beni yıkmanın bedeli bu olacak. Kendi ayakların üzerinde durmayı öğreneceksin artık. Eğer bunu yapamazsan, bir gün; daha büyük bir düşüş yaşayacaksın.”
Kardeşimle olan bu tartışma, ikimizi de yaralamıştı ama benim için artık bu sondu. Kendi yolumda yürümek zorundaydım ve Oğuz’un artık benim hayatımda bir yeri kalmamıştı.
Öfkem içimde bir volkan gibi patlamaya hazırken, daha fazla dayanamayarak konaktan dışarı fırladım. Gözlerimdeki ateş, sanki çevremdeki her şeyi yakmaya yetecek kadar güçlüydü. Oğuz’un hala Mihrimah hakkında konuşması, sabrımı zorlamıştı. Kendimi sokaklarda kaybolmuş gibi hissediyordum ve tek bir çözüm yolu kalmıştı: Alkol.
Çarşıya doğru yürürken, düşüncelerim Oğuz’un saçmalıkları etrafında dönerken, aniden köşeyi dönerken bir kıza çarptım. O an, dünyam sanki yavaşladı. Kız, beklenmedik bir güçle yere düştü.
“Ne yapıyorsun?” diye bağırdım, öfkemle birleşen bir panik hissiyle. Kız, yüzünü kaldırdı ve gözlerindeki irkilme, içimdeki ateşi daha da körükledi. Yüzünde ki tanıdık sima ile duraksadım. “Dikkat etsene!” dedi, sert bir şekilde. Sonra ona daha dikkatli baktım, çok güzel ve alımlı bir kızdı. Daha önce onu buralarda gördüğümü pek hatırlamıyorum. Görsem unutmazdım dedim kendi kendime, ne kadar değiştiğinden habersiz...
Etrafımdaki kalabalık, aniden bizi saran bir sessizlikle dolmuştu. Gözlerim kıza odaklanırken, sinirlerim daha da gerildi. O sırada yerdeki kız, kalkmaya çalışırken yüzüme bir bakış attı. Gözlerindeki öfkeyi hissedebiliyordum ama benim içimdeki kıyamet çok daha büyüktü.
“Hem suçlu hem güçlü!” dedi aynı öfkeyle.
“Yavaş ol!” diye bağırdım, öfkemin sebebi bu kız olmamalıydı ama içimdeki duygu seli her şeyi silip süpürüyordu. “Hadi ben bakmadım, sen ne diye bakmadın önüne?”
Kız, yine de sert bir ifadeyle baktı, ama içinde bulunduğu durumdan dolayımı başka bir şeyden ötürü mü bilmiyorum ama gözlerindeki o büyük hüzün, onu daha da kırılgan kılıyordu. “Senin yüzünden düştüm!” dedi, sesindeki asaletle. “Biraz daha dikkatli olabilirsin, de mi? En azından bir pardon falan deseydin.”
Kalbim bile bir an duraksadı. Dışarıdaki kaos, içimdeki boşluğu açığa çıkarırken, çok kısa bir an kalbim tekler gibi oldu. Güzelliğinden mi etkilenmiştim böyle?
“Pardon mu? O ne amına koyayım küfür mü?”
Benim küfür etmem ile yüzü buruştu. “Ahlaksız!”
Sonra bir an duraksayıp bana daha dikkatli baktı ve olduğu yerde geri geri gitmeye başladı. Sanki beni tanımış gibi görünüyordu. Dudaklarını titrediğini bile gördüm.
“Suzan? Ne oluyor kızım orada?” diyen birinin seslendiği ismi duymamla tüm tüylerim dikeldi, etim yanmış gibi kabardı.
O kız, evleneceğim kız olan Suzan mıydı yoksa?
Benim yıllar önce aşık olduğum o küçük kız?