Geçen her saat omuzlarımın üzerine ağır bir yük gibi binerken kaslarım aynı pozisyonda saatlerce oturmanın ağırlığından sızlıyor, yorgunluk göz kapaklarımın üzerine baskı yaparak beni uykunun derinliklerine çekmeye çalışıyordu. Uzun bir uykuya ihtiyacım olduğunun farkındaydım, özellikle de akrep gecenin ikisine yaklaşırken... Ama bu anahtarı çalıştırmanın bir yolunu bulmalıydım ve kahretsin ki saatlerdir üzerinde çalışıyor olmama rağmen sorununun ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Üstelik hem uykusuz, hem bitkin, hem de stresliydim. Bakışlarımı bir kere daha masanın üzerinde duran anahtara çevirirken uzun uzun oflamamak için kendimi zor tuttum. Kablolar ve diğer bağlantılar eksiksiz görünüyordu. Temas sorunu yoktu ve pillerinin de dolu olduğundan yüz de bir milyon emindim ama düğmeyi her çevirdiğimde çalışmayan anahtar benimle alay ediyor gibiydi. Bu kadar pahalı bir maddeden yapılmasaydı eğer onu duvara fırlatıp kırmaktan çekinmezdim. Böyle şeylerde başarısız olmaya cidden katlanamıyordum. Bu düşünceyle masamda öne eğilerek şakaklarımı ovuşturdum, sürekli başımı döven şiddetli baş ağrısını hafifletmeye çalıştım. Masanın lambasından gelen soluk ışık duvarlara uzun, uğursuz gölgeler yansıtarak dışarıdaki ürkütücü fırtınaya uygun bir atmosfer oluşturuyordu- sıkıntıdan toz zerreciklerinin lambanın yumuşak ışığında dans ettiğini görebiliyordum.
Abraham'ın hâlâ gelip uyumamış olmam hakkında söylenmemesi garipti ama muhtemelen bir noktada uyuyakalmış olmalıydı. Bardağa dolu tarafından bakmaya çalıştım. En azından istediğim kadar çalışabiliyordum, değil mi? Her ne kadar anahtarı tamir edemiyor olsam da.
Dalgın bir şekilde Abraham'ı düşünürken düşüncelerimin rüzgarı başka yöne saptı ve odağım istemsizce oğlu Peter'a kaydı. Bir üzüntünün kalbimi esir almasına engel olamadım çünkü Peter benim sırdaşım, yoldaşım, en yakın arkadaşımdı. En azından bir zamanlar öyleydi... Ama şimdi son karşılaşmamızın anısını ararken sadece kırık parçalar buluyordum. Hayal kırıklığımı besleyen şey Peter'a duyduğum kızgınlık değildi, aramızdaki uzaklaşmaya duyduğum şaşkınlıktı. Hayır, benden 'hoşlandığı' için ona kızgın falan değildim. Hiç olmamıştım. Sonuçta insan hislerini kontrol edemez, değil mi? Tıpkı onu iyi bir arkadaş olarak görmemi kontrol edemediğim gibi. Ona kızgın olmamın tek sebebi Damien'a olan kaba, affedilemez tavrıydı. Damien'dan o kadar nefret ediyordu ki olmadığı biri gibi davranıyordu; Narsist, kaba ve kıskanç. Onunla yüzleşmek, parçalanmış ilişkimize barışı yeniden getirmek istiyordum ama o iğrenç tavırlarını düzeltmeden onu bu malikaneye sokamayacağımı da biliyordum. Bazen öyle şeyler söylüyordu ki Damien'ı geçtim ben bile ona yumruk atmak istiyordum! Yine de bir zamanlar paylaştığımız arkadaşlığa duyduğum özlemi bastıramadım. Sonra Damien'a olan tavrını hatırlayıp kaşlarımı sertçe çattım. Neden yapıyordu bunu? Neden bu kadar kabaydı? Neden bu kadar nefret doluydu? Bunca yıldır evimde her yaştan bir sürü çalışan olmuştu ama nedense sadece Damien'a olan nefretini kontrol edemiyordu. Bazen tam bir şey gibi davranıyordu...
Pislik, diye düşündüm kendi kendime.
Yine de Peter'la en kısa süre içinde konuşmam gerektiğinin farkındaydım. Gerçi nerede kaldığını bile bilmiyordum. İyi miydi? Mutlu muydu? Benimle görüşmek istiyor muydu? Üstelik Abraham'ın Peter'ı özlediğinin farkındaydım. Karısını genç yaşta kaybettikten sonra oğluyla arasında kopmaz bir bağ oluşmuştu. Şimdi aynı şehirdelerdi ama benim çıkarıp durduğum sorunlar yüzünden doğru düzgün görüşmüyorlardı bile. Yeniden Abraham'ı düşünürken içimdeki sıkıntı katlanarak büyüdü. Bana belli etmemek için elinden geleni yapıyor olsa da Peter'in bu eve gelmiyor olması canını sıkıyor olmalıydı. Açıkçası benim de canımı sıkıyordu. Dünyayı gezmek için bizi terk ettikten yıllar sonra Westland'a geri dönmüştü ve bir gün bu olduğunda işlerin böyle gideceğini asla hayal etmezdim. Aslında hiçbir şeyin böyle gideceğini hayal etmezdim. Başkan Eugine, Asiller Meclisi, Damien, Yeraltı Şehri... Hiçbiri gelecek planlarımın arasında olmamıştı ve şimdi bile geleceğim o kadar belirsiz görünüyordu ki...
İşime dönmem gerektiğini fark ettiğimde artan ıvır zıvırları içinde otuz tane bıçak sistemi olan elektronik öğütücünün içine attım ve sinir bozucu bir uğultu yatan makineyi açtım. Bir süre sonra hava yanık metalin keskin kokusuyla doldu. Ağrıyan kollarımı ovarken bakışlarımı her yeri bir örtü gibi kaplayan fırtınaya diktim. Malikanemden birkaç kilometre uzaklıkta olan limanın ışıkları yanıp sönüyordu ve şimşekler gökyüzünde dans ederken okyanus fokurdayan bir çorbayı andırıyordu. Bu durumda birkaç geminin suyun dibini boylayacağını düşünmeden edemedim. Ne yazık çünkü bir gemiyi bu tür havalara dayanıklı yapmanın bir sürü yolu var. Hatta isteseler bu konuda onlara seve seve yardımcı olurdum ama çoğu gemi sahibi masraf yapmaktan hoşlanmaz.
"Çalışırken çok ciddi görünüyorsun."
Benden başka kimsenin gecenin bu saatinde çalışma odama gelmesini beklemiyordum. Derin, güzel bir melodiyi andıran Damien'ın sesini duyunca yerimden hafifçe sıçradım. Ardından gözlerine bakmak için döndüm ve bir tepki gösterebilecek hâle geldiğimde zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdim.
"Damien, beni korkuttun."
"Çok meşgul değilsin, değil mi?"
Başımı iki yana sallarken Damien bana doğru yaklaştı. Masamdaki lambadan yayılan hafif ışık yüz hatlarının üzerine yumuşak gölgeler bırakıyordu. "Hayır. Hiç meşgul değilim." dedim içten bir gülümsemeyle. Bu gece anahtarı tamir edeceğim falan yoktu zaten, dolayısıyla rahat bir şekilde vakit geçirebilirdik. Ağırlığımı elektronik öğütücünün pürüzsüz yüzeyine yaslarken "Sen neden ayaktasın? Uyuduğunu sanıyordum?" diyerek onunla sohbet etmeye çalıştım.
"Uyuyordum."
Gözleri yüksek bir vızıltıyla çalışan öğütücüye kaydı, bu kısa bakış bana bilmem gereken her şeyi söylerken elimi alnıma vurmamak için kendimi çok zor tuttum ve huzursuzca yerimde kıpırdandım.
"Ah, uyandırdım mı? Özür dilerim. Gürültü yaptığımı fark etmeyecek kadar dalmış olmalıyım."
"Bu saatte burada ne işin var?"
"Uyuyamadım. Çalışmak istedim çünkü düşünmemi engelleyen tek şey bu."
"Çalışmak için epey geç bir saat."
Şey. Evet, kesinlikle öyleydi. Çocuk gibi itiraz etmek yerine bunu kabullenerek "Evet, öyle." dedim. Kollarımı göğsümde kavuşturdum ama bunu Damien'a meydan okumaktan ziyade üşüdüğüm için yapmıştım. Şu bozuk petek meselesini bir an önce halletsem iyi olacaktı. "Hemen hemen bitirdim sayılır. Sadece son detayları halletmem gerekiyor. Sonra uyumak için yatağıma gideceğim."
Bu arada da Damien bana iyice yaklaşmıştı. Şimdi aramızda sadece bir adımlık mesafe vardı. Neredeyse kokusunu alabiliyordum. Ferah bir kokusu vardı. Güzeldi. Bir süre sonra bakışlarım istemsiz bir şekilde uzun boynuna, geniş omuzlarına ve sağlam göğsüne kaydı. Giydiği o bol, siyah hırkadan bile ne kadar güçlü ve dayanıklı bir bedene sahip olduğu anlaşılıyordu. Bu bedeni yıllarca asillerin eğlencesi için dövüşerek elde ettiği düşüncesi kalbimi kırarken Damien'ın soluğunun hafif sesi aramızdaki boşluğu doldurdu, kendi kalbimin ritmiyle uyumlu ama çok daha yavaş bir ritimdi bu.
Daha sonra, "İyi misin?" diye sordu Damien.
Gözlerimi gözlerine çıkardım, odaklanmakta zorluk çektiğim için hiçbir şey anlamayarak "Ne?" diye fısıldadım.
"Çok halsiz görünüyorsun." diye mırıldandı. Bunu benden çok kendine söylüyor gibi bir hâli vardı. O deyince birden ne kadar halsiz hissettiğimi fark ettim. "Ateşin mi var?"
"Hayır... İyiyim..."
Titrek bir nefesle kendimi açıklamaya çalıştım ancak sözcükler dilimde bomboş ve yetersiz hissettiriyordu çünkü Damien beni dinlemiyordu bile. Aniden üzerime uzanıp parmaklarının tersiyle alnıma dokununca bedenim anında donup kaldı ve gözlerim kocaman açıldı. Dokunuşu alnımdan yanağıma, oradan da boynuma kaydı. Teninden yayılan sıcaklığı hissedebiliyordum. Onun yakınlığı beni hem heyecanlandırıyor hem de tedirgin ediyordu. Dudaklarımın arasından zayıf bir "Mmm..." nidası kaçtı. Damien parmaklarını boynumdan çekerken kaşlarını sert bir şekilde çattı. "Yanıyorsun! Kesinlikle ateşin var."
"Öyle mi?" diye mırıldandım halsiz bir şekilde.
Hasta mı olmuştum? Ah, bu hiç de şaşırtıcı olmazdı. Hem bir gece önce bu soğuk odada sabahlamıştım, hem de bugün yağmurda ıslanmıştım.
"Seni odana götüreyim, biraz molaya ihtiyacın var."
Biraz mola fikrinden hiç hoşlanmadım.
İkna edici olduğunu umduğum bir ses tonuyla, "Ama acele etmeliyim," diye karşı çıktım, sonra da tam bir kargaşa içinde olan çalışma masamı işaret ettim. "Şu anda ara veremem. Bu anahtar benim..."
"Neden bu kadar inatçısın? Boş ver şu anahtarı." Damien hafif bir sesle homurdandı ve elimi tutup beni odanın dışına doğru götürmeye başladı. Ona karşı çıkabilirdim ama bunu bile yapamayacak kadar yorgun hissediyordum kendimi. Uslu bir şekilde adımlarına ayak uydururken Damien beni bizden başka kimsenin olmadığı uzun bir koridordan geçirdi ve yatak odamın olduğu odaya götürdü. Kapıyı girmemiz için açarken birden onun daha önce buraya hiç girmediğini fark ettim. Bu düşünceyle kalbim omurgamdan çıkacak gibi atmaya başladı. Girmesi için bir sebep yoktu elbette - neden yapsındı? Ama Damien'ın yatak odama gelmesi bana Elizabeth'le o sabah yaptığımız o sinir bozucu konuşmayı hatırlatmıştı. Kuzenimin 'Damien nerede? Yatak odanda mı?' diye sorarak benimle alay edişini hatırlarken ateşin tüm bedenimden daha ziyade yanaklarıma toplandığını hissettim. Ya heyecandan ya hastalıktan başım dönüyordu. Kahretsin. Hepsi Elizabeth'in boşboğazlığı yüzündendi. Bu yüzden böyle saçma şeyler düşünüyordum.
Damien beni gözüme oldukça davetkâr görünen yatağıma götürdü. Sonra da omuzlarımdan zarifçe tutarak yumuşak ve yeni yıkandıkları için misk kokan çarşafların üzerine uzanmamı sağladı. Zarif bir desen işlenmiş, en kaliteli kumaşlardan dokunmuş yatağım öyle rahattı ki kendimi bulutların üzerinde süzülüyormuş gibi hissettim. Dudaklarımda memnun bir gülümseme belirirken kaslarımdaki gerilimin eridiğini hissedebiliyordum. Bir an kendi kendime 'Belki de gerçekten bir molaya ihtiyacım vardır?' diye düşündüm. Buna direnmek anlamsız ve sağlıksızdı. Hasta olduğumu kabul etmeliydim. Tüy dolgulu yastığıma başımın arkasını iyice bastırırken siyah saçlarım başımın etrafına yayıldı.
"Bana bir iyilik yapmanı isteyeceğim," Damien'ın sesi sakin, yatıştırıcıydı. Hafifçe üzerime eğilmiş. Omuzlarımı uzun, kaba parmaklarıyla hafifçe sıkıp geri bıraktı. "Bir süre işine ara ver ve yatakta dinlen, tamam mı?"
"Mecbur muyum?"
"Evet."
"Ama..."
İri, siyah, sabit bakışlı gözlerimi ona dikerken mantıklı tarafım yüzeye çıkarak kızdı bana; Küçük, huysuz bir çocuk gibi davranmayı bırak!
Damien insana azap verecek kadar ciddi bir ifadeyle gözlerime baktı. Bakışları sakin ama ağırdı. Sonra dudaklarında alaycı, küstah bir gülümseme titredi. Sanırım bu mecbur olduğum anlamına geliyordu. İç geçirdim, yenilgiyi kabul ederek "Tamam, peki. Biraz dinlenirim." dedim. Söylenerek yatakta yan döndüm ve üşümemi biraz olsun azaltmaya çalışarak çarşafları üzerime çektim. Damien sessiz bir şekilde yanımdan ayrılınca bir süre odamın geniş pencerelerine vuran fırtınanın sesini dinledim. Tül perdelerin arasından görünen manzara gerçekten dehşet vericiydi ve dışarısı öyle berbat, öyle kasvetli bir haldeydi ki bu yağmurun şafak sökene kadar süreceğinden emindim. Belki de hava yüzündendi, belki de daha önce olanlar... Ama birden yalnız ve hasta olmak bana kendimi çok kötü hissettirdi. Abraham'ı uyandırmak istemiyordum çünkü o bir doktor değildi ve bu saatte de doktor bulamazdı. Tabii fırtınada gelmeyi kabul edecek bir doktor bulursa... Ya da bana bakmayı kabul edecek bir tanesini... Her iki durumda da sabah olana kadar beklemem gerekecekti.
Dışarıda kopan fırtınayı olduğu kadar duymazdan gelmeye çalışarak ağırlaşan göz kapaklarımı indirirken, her bir hücremin bu gece geç saatlere kadar çalıştığım için isyan edercesine ağrıdığını hissedebiliyordum. Ah, keşke Abraham'ın uyarılarını dinleyip kendime daha fazla dikkat etseydim! O zaman böyle hastalanmazdım. Ama dersimi almıştım. Bir dahaki sefere onu ve uyarılarını daha fazla ciddiye alacaktım.
Odamın kapısının hafifçe gıcırdadığını duyar gibi olduğumda düşüncelerimden hızla sıyrılarak şaşkınlıkla yatakta döndüm. Damien'dı. Üzerinde bir bardak su ile ilaçlar olan tepsiyi yatağımın yakınındaki komodinin üzerine koydu. Yataktan doğrulup ona inanamaz bir şekilde bakmaktan kendimi alamadım. "Benim için ilaç mı getirdin?" diye sordum, sesim şaşkınlıkla doluydu. Damien ciddi ama ilgili bir ifadeyle başını salladı. Sonra yatağımın kenarına oturdu ve ilaç şişesine uzanıp üzerindeki etiketi dikkatlice okudu. Bense hâlâ ona şaşkın şaşkın bakıyordum.
"Bu, ateş düşürücü." İlacı bana uzattı ve ardından kararsız bir tavırla "Sanırım işe yarar." dedi.
Yumuşak bir şekilde gülümseyerek "Sanırım mı?" diye tekrarladım.
"Neyin nasıl yapılması gerektiğini bilmiyorum. Daha önce hiç hasta biriyle ilgilenmek zorunda kalmamıştım."
"Bence ilk seferin için harika iş çıkarıyorsun. Eminim yakında daha iyi hissedeceğim. Teşekkürler, Damien... Ve geceni mahvettiğim için özür dilerim." derken ilacı elinden aldım ve dilimin üzerine zehir gibi yayılan acı tadı düşünmemeye çalışarak bir yudum suyla birlikte içtim. Midem bir an ayağa kalkar gibi olsa da -Küçüklüğümden beri ilaç kullanmaktan nefret ederdim!- daha sonra sakinleşip eski haline döndü. Keşke dilimin üzerinde gezinen tat için de aynısını söyleyebilseydim. Elimi tiksinçle gerilmiş dudaklarımın üzerinde gezdirirken homurdanmadan yapamadım. "Oof, bunun tadı çok iğrenç!"
"Yakında geçer, merak etme. Şimdi dinlenmen için seni yalnız bırakayım. Başka bir şeye ihtiyacın olursa, bana haber ver."
Damien ayrılmak üzere ayağa kalktığında içimde yükselen tereddütü hissetmemek mümkün değildi. Belki de bu yüzden hızla atılıp bileğini tuttum. Durdu, bana şaşkın bir ifadeyle geri dönüp baktı. Şanslıyım ki fırtınanın ve yağmurun sesi kalp atışlarımı örtecek kadar güçlüydü. Ne kadar yapmamam gerektiğini biliyor olsam da, demek istediğim şey dudaklarımdan sessiz bir ricayla döküldü.
"Gitme."
Bunu gerçekten demiş olamam... Değil mi?
"Dinlenmeye ihtiyacın var."
Bileğini bırakmak için herhangi bir hamle yapmadım. Aksine daha da sıkı tuttum. Yumuşak bir tavırla ısrar ederek "Benimle kalmanı istiyorum... Lütfen?" dedim. Sonra bu dediğime pişman oldum. Gerçekten, ne diyorum ben? Hissettiğim utanç pembe bir allık gibi yüz hatlarıma yansırken elimi ateşe dokunmuş gibi geri çekip beceriksizce durumu toparlamaya çalıştım. "Zorunda değilsin... Sana baskı yapmak istemedim, ben sadece..."
"Boş versene."
Damien dizini yatağa yasladı. Çarşafı açıp yatakta yanıma uzandığında bir an panikledim ama ondan bunu yapmasını isteyen ben olduğum için bir şey demedim. Ayrıca hava soğuktu. Ona kalmasını söyleyip yataktan kovamazdım. Yine de gergindim. Daha önce yatağıma kimseyi almamıştım. Ciddiyim, kimseyi. Damien ilkti. Sırtını yatağın ahşap başlığına yasladı ve bacağını bacağının üstüne attı. Bir süre ikimiz de fırtınanın sesini dinledik. Uyumayı denedim ama hem Damien hemen yanımda olduğu hem de hastalıktan tüm bedenim ağrıdığı için yapamadım. En sonunda kolumu başımın altına koyarak yanımda duran adama baktım, gerginlikten yastığın üzerinde desenler çiziyordum. İçimdeki kargaşayı daha fazla bastıramaz hâle geldiğimde havada ağırlaşan sessizliği kırdım.
"Bana bir şeyler anlatsana."
Damien bana göz ucuyla baktı. "Ne anlatmamı istiyorsun?"
"Herhangi bir şey." diye cevap verdim, yastığın üzerinde desen çizen parmağım kısa bir anlığına durdu. "Sadece sesini duymak hoşuma gidiyor."
"Ben on on yedi yaşımdayken Yeraltı Şehri'den bir adam, herkes ona Yaşlı Billy derdi, eski bir yetimhane işletiyordu. Kratas orada büyümüş çocuklardan biriydi. Benden bir yaş küçüktü ve en büyük hayali, bir gün Westland'a çıkıp okyanusu görmekti ama bunun için ya bir asile ait bir mülk olmak ya da bir asilin özel iznini almak gerekiyor... Tek bildiğim, çocuğun birkaç kere yasadışı bir şekilde sınırı geçmeye çalışırken yakalandığı. Bilmem kaçıncı denemesinde sınır gardiyanları onu epey bir hırpalayıp o zamanlar beni satın alan asilin önüne getirdiler. O zamanki ustam, Yeraltı Şehri'nin güvenlik sisteminin başındaki bir herifti. Kurnaz ve eğlenmeyi seven biriydi. Onun beni yenemeyeceğini o da biliyordu ama Kratas'a eğer beni teke tek bir dövüşte yenerse o da dahil olmak üzere yetimhanedeki tüm çocukları bir günlüğüne Westland'a çıkaracağını söyledi. Kaybederse de bir daha asla böyle bir şeyi denemeye kalmayacaktı. Çocuk tam bir aptal olduğu için bu anlaşmayı kabul etti. Sonuç olarak, berbat bir dövüşçüydü. Demek istediğim, gerçekten berbat. Değil benim, herhangi bir gladyatörün karşısında bile beş dakika bile hayatta kalamazdı ama o gün şanslı günündeydi, bir taşa çarptım ve kendi ayağıma takılıp dengemi kaybettim. Hayatım boyunca kaybettiğim tek dövüş oydu."
Onun içindeki derinlikleri görebiliyordum ve bu beni şaşırtıyordu. İmalı bir şekilde gülümsedim çünkü değil arenada, normalde bile Damien'ın kendi ayağına takılıp tökezlediğini görmemiştim.
"Bilerek yaptın, değil mi? Kavgayı kaybetmek için elimden geleni yaptığından eminim."
Huysuz bir biçimde "Ondan bir an önce kurtulmak için yaptım." diye söylendi ve neredeyse bıkkın bir edayla parmaklarını gecenin siyahıyla aynı renk olan saçlarının arasından geçirdi. "Kratas sinir bozacak kadar inatçıydı. Anlaşmayı kaybetseydi bile yine sınırı geçmeyi denerdi. Sözünde durmadığı için de o veledi tekrar tekrar önüme getirip dururlardı."
Gerçek düşüncesinin böyle olmadığından hiçbir şeyden emin olmadığım kadar emin olarak Damien'a yaklaştım. Yanağımı sıcak, sert göğsüne yaslarken böylesine güçlü bir fiziksel temasa alışık olmadığından vücudu istemsizce gerildi ama sonra rahatladı. Bir kolunu sırtımdan geçirerek dalgın bir tavırla saçlarımın uçlarıyla oynamaya başlarken işaret parmağımın ucuyla göğsünün üzerinde bir desen çizmeye başladım. Öte yandan ne diyeceğimi düşünüyordum. Damien'la geçirdiğimiz anın huzuru beni rahatlatırken aklım geçmişteki anılarla dolup taşıyordu. Bu yüzden konuştuğumda içten bir şekilde söyledim.
"Seni ilk gördüğümde korkutucu olduğunu düşünmüştüm ama derinlerde bir yerde bence sen çok iyi birisin, Damien."
"İyi değilim." dedi bir an durduktan sonra.
"Hayır, Damien. Kendin hakkında böyle düşünmeni istemiyorum. Sen bundan çok daha fazlasısın. Seni dövüşmeye zorlamış olmaları ve hayatta kalmak için bunu yapmış olman seni kötü biri yapmaz. Bu sert, kaba maskeyi takıyorsun çünkü kendini korumak istiyorsun. Bunca zamandır hep mutsuzdun, değil mi? İlgiye ihtiyacın var, Damien. Herkesin var. Dünya yalnız çekilmiyor. Geçmişinse..." İşaret parmağım hareket etmeyi keserek göğsünün üzerinde durdu. Yavaşça yutkundum. Sonra alacağım cevaptan korkarak tedirgin bir biçimde sordum. "Eski hayatını özlemiyorsun, değil mi?"
"Hayır." Şükürler olsun. "Bir ömür boyu yetecek kadar kan gördüm."
"Buradayken kendini güvensiz hissediyor musun?"
"Hayır... Hissetmiyorum."
"Yani burada kalmak istiyorsun, değil mi? Bu benim için önemli çünkü istemediğin hiçbir şeyi yapmanı istemiyorum."
Sesini derin bir sessizlik takip etti. Artık tek duyabildiğim kendi nefeslerim ve fırtınanın sesiydi. Ah, yoksa istemiyor muydu? Biraz cesaret bulduğumda başımı göğsünden kaldırıp Damien'ın yüzüne baktım. Ne düşündüğünü tam olarak anlayamasan da bana bakan Damien'ın yüzünde sakinlik dolu bir ifade vardı. Hatta neredeyse huzurlu görünüyordu. Derin ve dikkat çekici gözleri, hiç acele etmeden çehremi süzdü. Ağzımdaki yumruyu zor yuttum, kalbim göğsümde çarpıyordu.
"Damien?"
Ve yine o bakış... Sanki ruhumu görebiliyormuş gibi.
Endişeyle biraz geri çekildim ama sonra Damien'ın kolları çelik kablolar gibi etrafıma dolandı, beni kendine geri çekti ve bana öyle sıkı bir şekilde sarıldı ki, basınç altında kaburgalarımın kırılacak gibi olduğunu hissettim. Sarılışı beni şaşkına döndürmüştü çünkü sarılmayı seven biri olmadığından emindim. Ellerimi nereye koyacağımı bilemeyerek sırtına dokunduğumda Damien parmaklarını sertçe sırtıma bastırdı. Yüzünü omzum ile boynum arasında kalan o bölgeye yaslarken kendimi kollarında çok savunmasız hissettim. Beni böyle sıkıca tutarken kendi nabzımın kulaklarımda çarptığını duyabiliyordum.
"Başta senden kurtulmak istediğime inanamıyorum." diye mırıldandı kendi kendine. Bana daha da sıkı sarılınca hafifçe inledim. Vay canına. Gerçekten de çok güçlüydü.
"N-ne?" diye kekeledim.
"O gün benden korktuğunu bildiğim için üzerine öyle geldim. Bana karşı o kadar anlayışlı ve iyi davranıyordun ki benimle oynadığını sandım. Bahane değil, biliyorum ama zaten Diana yüzünden kimseye güvenmiyordum, Başkan Eugine beni kahrolası bir hediye gibi sana verdiği için öfkeliydim ve gördüğüm diğer tüm asiller de ben de nefretten başka bir şey uyandırmıyordu. Bunun ne kadar zor olduğunu tahmin edemezsin. Herkes hiçbir şeyi hak etmediğimi düşünüyor. Bir noktada ben bile öyle düşündüm. Hayatım berbat. İnsanlar da öyle. Ama sen de farklı bir şeyler var, Vanessa. Sana imreniyorum. Cesaretine. Hatta belki biraz da korkuyorum. Yaptığın şeyi kimse yapmaya cesaret edemez. Kimse baş meclisin emirlerine doğrudan karşı gelmeye cüret edemez. Ben senin yerinde olsam aynısını yapacak gücü kendimde bulur muydum ondan bile emin değilim. Oysa sen... O kadar iyisin ki sanki bunca zamandır hiçbir kötülük sana dokunmamış gibi. Bana davranış şeklin, benimle konuşma şeklin, bana bakış şeklin... Bana bir mülkmüşüm gibi davranmayan tek kişi sensin. Ne olursa olsun, fikrimi soruyorsun. Daha önce kimse böyle hissetmeme neden olmamıştı, böyle... Özgür."
Dudaklarım aralandı ama şaşkınlıktan sesim çıkmadı. Damien çok sık ne hissettiği hakkında konuşmuyordu. Çok sık sarılmıyordu da. Ona böyle hissettirdiğim için mutluydum ama normal hissetmenin bile onun için bir lüks olduğunu gördüğüm için üzülmüştüm.
"Damien, bu..."
Kolları etrafımda sıklaştı, susmak için dudaklarımı sertçe birbirine bastırmak zorunda kaldım. Sanırım bir cevap istemiyordu. Doğrusu ne cevap vereceğimi ben de bilmiyordum. Damien sarılmayı bıraktığında gerçekten de kemiklerimin sızladığını hissettim. Biraz utangaç hissederek gözlerimi kaçırırken Damien'ın uzun, biçimli parmakları omuzlarımın iki yanına kaydı. Yüzüm alev alev yanıyordu ama bunun hissettiğim hisler yüzünden mi yoksa hastalıktan mı olduğunu anlayamıyordum.
"Gerçekten dinlenmen gerek," dedi Damien, elinin tersiyle yanağıma dokundu. Tepkimden hiçbir şey anlamayarak kaşlarını hafifçe çattı. "Sanırım yine ateşin çıktı. Tekrar ilaç ister misin? Ya da başka bir şey?"
"H-hayır. Haklısın. Dinlenmeliyim."
Başımı öyle hızlı bir şekilde öne salladım ki başımın döndüğünü hissettim. Yatağa döndüğümde uykunun beni yanına almaya başlaması birkaç saat sürdü ve Damien tüm bu süre boyunca sırtını yatak başlığına yaslamış, kollarını göğsünde kavuşturmuş bir halde yanımda bekledi. Hasta olduğum için zaman olması gerekenden daha yavaş akıyordu. Saat sabaha yaklaşırken bile uyku-uyanıklık arasındaki o çizgideydim. Damien'ın gitmek için kıpırdadığını hissettim ama gözlerimi açacak halim olmadığı için tepki veremedim. Gitmeden önce üzerine eğildi, elini alnıma koyduğunda karşılaştığım serinlik karşısında "Mmm..." gibi bir ses çıktı dudaklarımdan. Başımı eline doğru eğdim. Gerçekten de ateşim olmalıydı. Düşüncelerim bir duman gibi süzülüyordu. Damien elini alnımdan geri çekerken, onu duyuyor olduğumdan habersiz bir şekilde, kendi kendine mırıldandı.
"Neden bu kadar endişeleniyorum ki?"