?7.BÖLÜM: GİZEMLİ DERİNLİKLER

4293 Words
Kış bahçesindeki konuşmamızdan sonra Peter'la aramız hiç değilse biraz yumuşamış olsa da ona hâlâ Damien konusunda güvenemiyordum. Güvenmek isterdim ama ona güvenmek şu an çok tehlikeli bir şeydi. Peter, yüz yüze geldikleri her anda Damien'ı inanılmaz öfkelendiriyordu ve ben de Damien'ı öfkeli ve rahatsız olmuş görmekten hiç hoşlanmıyordum. Peter'ı da öyle. Keşke bu konuda yapabileceğim bir şeyler olsaydı ama bazen insanlar sadece birbirlerinden nedensizce nefret ederler işte. Ne yaparsam yapayım, ne dersem diyeyim Damien ve Peter'ın dost olmayacaklarını, hatta tanıdık bile olmayacaklarını uzun zaman önce kabullenmiştim. Artık istediğim tek şey böyle kavga etmeyi kesmeleriydi. Sürekli o ikisi hakkında endişelenmek çok yorucu bir şeydi. Şimdi verandanın önündeydik. Sonbahar rüzgarı sararmış yaprakları etrafımızda uçuşturuyor, her yeri puslu bir örtüyle kaplamış olan yağmur ve fırtına gittikçe daha da kötü bir hâle geliyordu. Hava öyle soğuktu ki Peter'ın yanakları al al olmuştu. Benimkilerin de öyle olduğundan hiç şüphem yoktu. Peter vedalaşmak için bana hafifçe sarıldığında onunla sakin ve güzel bir şekilde vakit geçirmeyi özleyeceğimi düşünerek kollarımı beline doladım. Dostça bir sarılmaydı bu. En azından benim için öyleydi. Ona bu şekilde sarılmak zamanda geriye gitmek gibi bir şeydi. Bu bana daha mutlu olduğumuz zamanları hatırlatıyordu. Biz çocukken her şey ne kadar da basitti. Peter'ın başımın tepesinden, kaygıyla boğuklaşan bir sesle, "Kendine dikkat et, Vanessa." dediğini duydum. Geri çekilip yüzüne bakarken benim için daha fazla endişelenmesini istemediğim için başımı tamam anlamında salladım. Abraham'ın bizi açık kapının arkasındaki koridordan izlediğini görebiliyordum. En azından bu manzara onu mutlu ederdi. Peter ile aramın soğuk olmasının onu ne kadar üzdüğünü biliyordum. "Sen de kendine dikkat et, Peter." "Benim kendime dikkat etmem gereken bir durumum yok ama senin için gerçekten endişeleniyorum. Başkan Eugine hırslı bir adam, intikam almak için ne yapacağı hiç belli olmaz. Eğer bir sorun olursa sadece söyle. Hemen gelirim." Sadece gülümsedim. Keşke her zaman böyle nazik davransaydı. Daha önce Damien'a nasıl tepkiler verdiğini bildiğimden, bu dediği tavırlarının sadece bana karşı içten olduğunu düşündürüyordu. Oysa anlayışlı davranmasını istediğim kişi ben değildim, Damien'dı. Eğer ona karşı birazcık ılımlı olsaydı beni çok mutlu ederdi ama bugünlük, sadece bugünlük, bunu göz ardı edebilirdim çünkü Peter'a baktığımda Başkan Eugine meselesinin onu ne kadar endişelendirdiğini görebiliyordum. Açık olmak gerekirse, beni de endişelendiriyordu. Adamın sessizliği iyi bir şey olamazdı. "Haber vereceğim ama öncesinde bana bir söz vermen gerekiyor." diye şart koştuğumda Peter hiç düşünmeden, ne isteyeceğimi bile bilmeden başını öne salladı. Ben de aklımdan geçen ne varsa söyledim ona. "Diana ile bir daha görüşmeni istemiyorum, Peter. Daha önce söylediğim şeyde ciddiydim. O kadına kesinlikle güvenmiyorum." "Ah, yine mi Diana? Neden adını duymak bile seni rahatsız ediyor? Sana bir şey mi yaptı?" "Hayır, bir şey yapmadı. Sorun tavrı." Tekrar ederek "Tavrı mı?" dedi şaşkın şaşkın ve bana doğru bir adım atarken görmememin mümkün olmadığı bir ilgiyle devam etti. "Ne var ki tavrında?" "Çok kolay yalan söylüyor. Hatta rol yapıyor. Bu yüzden o kadınla konuşmanı, söylediklerini ciddiye almanı istemiyorum. Aramızda ne olursa olsun, ne kadar kavga edersek edelim sen benim arkadaşımsın, Peter. Diana'nın seni bana karşı kullanabileceğini düşünmesi bile benim için yeterince can sıkıcı bir şey." Ani bir sessizlik oldu, dürüstlüğüm karşısında Peter gözlerini kuşkuyla kısmıştı. "Damien'a da böyle söylüyor musun?" diye sorduğunda kaşlarımı çatarak elimden geldiğince sert bir biçimde "Peter! Hayır! Saçmalama lütfen!" diye çıkıştım. Sanki çok aptalca, anlamsız bir şey söylemiş gibi tepki vermeye çalışıyordum. Oysa bilinç altım hiç de öyle şeyler düşünmüyordu. İstemiyorum ama Damien'a bunu söyleyemem ki. Çok aptal ve kıskanç görünürüm. Ama zaten onunla görüşmüyor, senin aksine... Peter'ın "O kadını kıskandığına inanamıyorum, Vanessa." diye homurdandığını duyduğumda kaskatı kesildim. Kahretsin. Anlamıştı demek. Utanarak parmaklarıma baktım ama devam etti. "Sen kimseyi kıskanmazsın ki. Buna ihtiyacın yok. Zenginsin, akıllısın, başarılısın, güzelsin, naziksin. Hakkında daha bir sürü güzel şey söyleyebilirim." "Ah," Bu iltifatlar karşısında yanaklarımın kızardığını hissedebiliyordum. Bana bunları daha önce de defalarca kere söylemişti ama artık durum farklıydı, o zamanlar bana karşı neler hissettiğini bilmiyordum. "Teşekkürler ama gerçekten onunla görüşmemelisin." "Oof, tamam. Yapamayacağım." Bundan emin olmak için "Bana yapmayacağına söz ver." diye ısrar ettim. "Söz. Yemin. Ne istersen." Peter'ın çocuk gibi yanaklarını şişirdiğini gördüğümde kahkahalarla gülmemek için kendimi zaptetmem gerekmişti. Gitme vakti geldiğinde hemen gitmedi. Utanmış gibi ensesini kaşıyarak "Ah, ve araba için tekrar teşekkür ederim. Her zamanki gibi çok düşüncelisin." dedi. Önemli olmadığını göstermek için omuzlarımı silktim. Her yerin her yere savrulduğu bu fırtınada kaldığı yere varması zor olurdu. Ne kadar berbat bir şey olduğunu artık bildiğim için ıslanıp hasta olsun istemiyordum. O yüzden bahçıvanım Bill'den Peter'ı istediği yere bırakmasını söylemiştim. Araba gözden kaybolana kadar da verandadan ayrılmadım. Nihayet eve geri girdiğimde Abraham hâlâ koridorun ortasında dikiliyordu. Kollarını göğsünde kavuşturarak hâlâ hasta olduğumu ve biraz daha dinlenmeye ihtiyacım olduğunu söyledi. Aslında emretti. Haklı olduğunu biliyordum çünkü tüm bedenim yine ağrıdan sızlıyor, yanıyor ve kıvranıyordu. İtiraz edersem kendimi daha da hasta edeceğimden korktuğum için uslu bir şekilde Abraham'ın dediğini yerine getirdim. Yorgun ve son derece sıkılmış bir tavırla yatak odama geçtim. Bir kere daha tadını iğrenç bulduğum o ilacı içtikten sonra yorganın altına girdim. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Çok geçmeden de uzun bir uykuya daldım... 🔸🔸🔸 Uykunun karanlığından yavaş yavaş sıyrılırken ertesi günde olduğumu fark etmem biraz zaman aldı. Suratımı yastığa gömdüm ve kendi kendime hiçbir anlamı olmayan şeyler homurdanmadan edemedim. Saatlerdir uyuyor olmalıydım. Bedenimdeki yorgunluk çoktan silinmiş olsa da o kadar saat uyumuş olmanın getirdiği o mamurluk üzerimdeydi. İyi olan tek şey, kendimi artık çok daha iyi hissediyor olmamdı. Başım ağrımıyordu, ateşim yoktu, hastalığa dair tek bir belirti bile göstermediğimden emindim. O iğrenç tada sahip ilaç bir şekilde işe yaramış olmalıydı. Saatin kaç olduğunu düşünerek yatağımda gerilip esnerken dışarıda devam eden fırtınaya bakmak için cama doğru dönüp ellerimi yanağımın altına soktum. Hava dünkünden bile daha kasvetliydi. Hem yağmur hem de dolu yağıyordu. Cama vuran buz parçalarının sesi öyle yüksekti ki, bir an uyanmama bu sesin sebep olup olmadığını merak ederek iç geçirdim. Görünüşe göre fırtına tüm gün boyunca devam edecekti... Biraz güneşe hayır demezdim doğrusu. Fakat bu soğuk, kasvetli, can sıkıcı manzaraya rağmen tatlı bir gülümsemenin dudaklarımın üzerini esir almasına engel olamadım. Sonra da yatakta sırt üstü dönüp odamın yüksek tavanına baktım. Kendi kendime tüm gün ne yapacağımı düşündüm. Hiçbir planım yoktu ve öyle de kalmasını istiyordum. Artık hasta hissetmemek her şeye daha iyi tarafından bakmama neden oluyor olabilirdi ama bugünün tamamını miskin bir kedi gibi tembellik yaparak geçirmeye kararlıydım. Ah, hazır kedilerden bahsetmişken... Beyaz bir tüy topu yorganımın içinden çıkıp o iri, masmavi gözlerini üzerime dikince hafifçe sıçradım. Sonra sakinleştim. Iron'du bu. Benim gibi uykusundan yeni uyanmış olan yavru kedi minik ağzını açıp tembel tembel esnerken patilerini yastığıma geçirdi. Odama, yatağıma nasıl girdiği hakkında bir fikrim yoktu ama öyle şirindi ki onu dışarı atmaya gönlüm el vermedi. Yavru kedi yüzüme yaklaştı ve ancak serçe parmağımın tırnağı büyüklüğünde olan küçük, pembe burnunu yanağıma sürttü. Beni uzun uzun kokladı. Gülümseyerek kedinin burnunu dürtüp onu ittirdim. Bugün Iron her zamankinden daha oyunbazdı. Dişlerini canımı yakmayacak bir şekilde elime geçirdi ve sonra da metal ayağından destek alarak yüzüme atladı. Boğuk bir kahkaha attım. Sonra da küçük hayvanı karnından nazikçe tutarak yüzümün önünden çektim. Havada asılı kalan yavru kedi gözlerini gözlerime dikerek meraklı bir kuş gibi başını yana eğdi. "Çok tatlısın." Iron bana miyavladı. Ben de gülerek yattığım yerden doğruldum. Uzun, dalgalı saçlarım siyah bir şelale gibi omuzlarımdan aşağı dökülürken yavru kediyi göğsüme doğru çektim ve canını yakmayacak bir şekilde ona sarıldım. "Tamam, Iron. Uyandım artık." Ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadan Iron'u kucağıma alarak yatak odamdan çıktım. Odamın dışındaki koridorda kimse yoktu. Çalışanların istifa ettiğini ve Elizabeth'in çalışanlarının da iki gün sonra geleceğini hatırlayana kadar boş koridora hafif bir şaşkınlıkla baktım. Sonra da iç çekerek Abraham'ı bulmak için alt kata inmeye karar verdim. Abraham ortalıkta görünmüyordu ama benim için başka bir sürpriz bekliyordu; Damien orada, piyanonun önündeki taburenin üzerinde oturuyordu. Kucağımda Iron'la kapının önünde durup bir süre beni izlediğinden habersiz bir şekilde ona baktım. Amaçsızca, rasgele bir noktaya bastı. Çalmayı bilmiyordu. Bunu biliyordum çünkü bu zamana dek öğrenebileceği bir ortamın olmadığını biliyordum. Beni yanında isteyip istemediğinden emin olamayarak dikkatle Damien'a yaklaştım. Kırmızı bir örtüyle kaplı olan tabure üç kişinin rahat bir şekilde oturacağı kadar uzundu. Ona yakın olmak isteyerek Damien'ın yanına oturdum ve Iron'u piyanonun üzerine bıraktım. Yavru kedi, miskin bir şekilde uzanarak Damien'a kısık gözlerle baktı. İlgisini böyle belli ediyordu. Tıpkı benim gibi... Sırf sohbet etmek istediğim için "Daha önce hiç piyano çaldın mı?" diye sordum. Oysa anlamsız bir soruydu bu. Damien'ın bana ne diyeceğini zaten biliyordum. "Hayır," diye cevap verdi. "Bu konuda iyi değilim. Sadece... Bakıyordum." Bunu duyunca gözlerimi piyanonun üzerinde duran ellerine diktim. O ellerle kaç kişiyi hırpaladığını, dövdüğünü, incittiğini düşündüm. Sonra o elleri güzel bir notayı çalarken hayal ettim. Asıl bir suratla rasgele bir tuşa bastım. Oturma odasına güzel ve kalın bir nota yayıldı. Biraz fazla masum bir sesle "Çalmayı öğrenmek ister misin, Damien?" diye sorduğumda Damien başını hayır anlamında iki yana salladı. Bu çok üzücüydü. Hafızasının ne kadar kuvvetli olduğunu biliyordum. Ona çalışma odamdaki bir şeyin adını söylediğimde asla unutmuyor ya da başka bir şeyle karıştırmıyordu. Piyano çalmayı öğrenmek istese hiç zorlanmadan yapacağından emindim. Damien, "Ya sen? Çalmayı biliyor musun?" diye sorunca şaşırdığımı hissettim. Piyanonun tuşlarına baktım. Bir piyanonun başında otururken bana böyle bir şey sorması mantıklıydı sanırım. Başımı hayır dercesine iki yana salladım. "O halde evinde neden bir piyano var?" "Şey... Bu..." dedim kekeleyerek. Sonra sustum. Hafif bir sesle güldüm ama keyifsiz, zorlama, utangaç bir gülüştü bu. Alt dudağımı ısırarak kokusunu alabileceğim kadar yakınımda oturan Damien'a kısa bir bakış attım, gözleri bendeydi. "Çok saçma aslında." "Neden?" "Çünkü bir anlamı yok." "Yani bu şey öylesine mi burada?" Bunu ona anlatmak isteyip istemediğimden emin olamayarak omzumun üzerinden Damien'a baktığımda onun da bana aynı şekilde baktığını fark ettim. Benden bir cevap bekliyordu, bunu ifadesinde görebiliyordum. O büyüleyici gözleri yüzünden olsa gerek, gerçek dudaklarımın arasından firar etti. "Annemi pek tanıma fırsatım olmadı ama babam bana onun piyano çalmayı sevdiğini söylerdi. Ona dair bildiğim tek şey bu. Bu yüzden çalmayı bilmiyor olsam da burada bir piyano olması hoşuma gidiyor." Ne garip. Bunu Damien'a söylemenin beni rahatsız edeceğini düşünmüştüm çünkü annemden kimseye bahsetmezdim ama hayır, rahatsız falan etmemişti. O da bunu duymaktan rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. Sessiz bir şekilde beni dinliyordu. Sanırım bu yüzden anlatmaya devam ettim. "Babam ona aşık olduğuna göre harika bir kadın olmalı." derken bu fikre ne kadar tutunduğumu göstermemeye çalışarak camın arkasındaki fırtınaya bakıp iç çektim. "Keşke onunla ilgili anılarım olsaydı. O beni dünyaya getiren kadın ve benim için sadece bir isimden oluşması çok üzücü bir şey." "Onunla ilgili anıların olsaydı yokluğu daha çok acıtmaz mıydı?" "Evet... Ama bazı şeyler acı çekmeye değer." Damien gözlerini yeniden piyano tuşlarına çevirdi. Kaşları çatılmıştı. Dalgın görünüyordu. Belki de hiç sahip olmadığı aile kavramını düşünüyordu. Bense burada durmuş ona kendi ailemden bahsediyordum. Bir anda söylediğim şeyler için pişman olduğumu hissederek yüzümü buruşturdum. Ne kadar da düşüncesizce, aptalca davranmıştım. Bazen, özellikle de bu tarz şeylerde çenemi kapalı tutmayı öğrenmem gerekiyordu. Ondan özür dilemek için cesaretimi toplamaya çalıştığım esnada Damien derin bir nefes aldı. Ben omuzlarının kalkıp inişini seyrederken, sakin bir sesle benimle konuştu. "Bu arada, artık daha iyi görünüyorsun." Daha önceki halimi düşündüm, gerçekten berbattım. "Ah, evet. İlaçlar yüzünden. Artık çok daha iyi hissediyorum." Hastalıktan eser kalmadığını göstermek için taburenin üzerinde daha dik, daha sağlıklı bir şekilde oturduktan sonra yüzümün önüme gelen siyah saçı kenara çekerek aceleyle ekledim. "Ve bir dahakine çok daha dikkatli olacağım. Sorumsuzluğum yüzünden hastalandığımı, benimle ilgilenmek zorunda kaldığını biliyorum. Senin için garip bir durum olsa gerek." Damien, hafifçe duraksadıktan sonra "Biraz," diyerek kabullendi. "Bu tür şeylere alışkın değilim. Daha önce kimseyle böyle ilgilenmek zorunda kalmamıştım, özellikle de hasta bir kadınla." Kıyafetimin ucundan çıkan bir iplikle dalgın dalgın oynamaya başladım, oysa ona bakmayı her şeyden çok istiyordum. Böyle basit, normal bir konuda ilk olmak biraz tuhaftı. Ayrıca ben de bu tür şeylere alışkın değildim. İlgilenilmekten bahsetmiyorum, onun tarafından ilgilenilmekten bahsediyorum ve bunun bizi nereye götüreceği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sonra belki de sorabileceğim en aptalca şeyi sordum Damien'a. "Yani... Diana'yla hiç bu şekilde ilgilenmedin mi?" Sözcükler dudaklarımdan çıktığı anda yüzümün rengi attı. Aptal, diye düşündüm kendi kendime. En azından, daha aptalca bir şey sormadan kendimi durdurmayı başardım. "Hayır," dedi Damien, bunu neden sorduğumu anlamıyor olsa da. "Onunla ilgilenmesi için bir sürü hizmetçisi vardı. Ayrıca odasına girerek dikkat çekmemi istemezdi. Hazır ondan bahsetmişken, o aşık, boşboğaz arkadaşın onunla o kadar sık görüşmese iyi olur. Diana öyle görünmese de oldukça kibirli bir kadındır. Hayatındaki herkesi ona ait bir şey gibi görür." Bu düşünceyle midemin çalkalandığını hissettim. "Bu yüzden mi onunla görüşmemi istemiyorsun?" diye sorduğumda Damien suratıma bakmak için başını çevirdi. "Kimsenin seni kullanması fikrinden hoşlanmıyorum, özellikle de onun." "Neden?" "İyi birisin." "Hepsi bu mu?" "Hmm..." dedi Damien. Kalbimin güm güm atmasına neden olan hafif bir tebessümle bileğimi tuttu ve piyanonun üzerinde duran elimi dudaklarına doğru götürdü. Avucumun içine bir öpücük kondurduğunda kalbimin bundan daha fazla hızlanamayacağını düşündüm. Tenime doğru usulca mırıldandı. "Söyle söyleyeyim o halde, sen benim tanıdığım tek iyi insansın." "Ah, Damien..." "O kadar iyisin ki..." Elimi kaydırdı, parmaklarımı teninde kaydırdı ve yanağını avucuma doğru yasladı. "Bana dokunmanı seviyorum." Bana. Sakın. Dokunma. Bu anı artık sadece hafifçe gülümsememe neden oluyordu. Damien'ın yanağına dokunan beyaz, uzun, zarif parmaklarıma baktım. Aramızdaki yakınlaşmayı sevdiğini bu şekilde mi gösteriyordu? Kendince yani? Duygularını ifade etmekte iyi olmadığını biliyordum. Çoğu zaman ne düşündüğünü tahmin bile edemiyordum. "Bu seni rahatsız etmiyor mu?" diye sorarak baş parmağımı elmacık kemiğinin altındaki o bölgede nazik bir şekilde dolaştırdım. "Başta ediyordu ama artık etmiyor." "Başta niye rahatsız oluyordun? Bana söyler misin?" "İçgüdüsel bir şey... Bana hayatım boyunca kendimi insanlardan korumam gerektiği öğretildi." Bunu biliyor olsam da duyduğuma üzülmüştüm. Damien elimi bıraktığında isteksiz bir biçimde parmaklarımı yanağından çektim. Bir süre bir şey demeden aramızdaki sessizliğin tadını çıkardık. Ben kucağımda uyuklayan Iron'un başını okşayıp piyanonun arkasındaki pencereden fırtınayı seyrederken Damien dakikalar sonra konuştu ve açıkçası, söylemesini hiç beklemediğim bir şey söyledi. "Yeraltı Şehri'ne gitmem senin için sorun olur mu?" Gözlerimi kırpıştırdım. Nihayet konuşacak hâle geldiğimde, büyük bir şaşkınlıkla ve cılız bir sesle, "Neden oraya gitmek istiyorsun?" diye sordum. Orada ne yapacaktı ki? Tekrardan o pis, kanlı arenaya çıkmayacaktı, değil mi? Buna kesinlikle müsaade etmeyeceğimi bildiği için böyle bir konuda benden izin istemesi çok gülünç olurdu. "Sadece birkaç kişiyi görmek istiyorum." "Birkaç kişiyi mi?" Bunu düşünerek duraksadım ve daha da büyük bir şaşkınlıkla sordum. "Arkadaşların mı var?" "Arkadaşım değiller, sadece tanıdıklar." Tanıdık mı? Yani geçmiş hayatından birileri mi? Kim olabilirdi ki? Ben hasta bir şekilde yatakta yatarken konuştuğumuz tüm o şeyleri düşündüm. Ardından bir anda aklıma gelen şey yüzünden düşünmeden dudaklarımı araladım. "Kratas gibi mi?" diye sorduğumda Damien cevap vermedi. İşte, o an çok doğru bir tahminde bulunduğumu anladım. Ah, gerçekten de Kratas adındaki o çocuğu görmeye gidiyordu! Gerçi Damien'dan bir yaş küçük olduğuna göre pek de 'çocuk' sayılmazdı. Bir anda Kratas adındaki o adamı merak ettiğimi hissettim. Damien bana onun yetimhanede büyüdüğünden ve başına gelenlerden bahsettiğinde tanımadığım halde ona karşı içimde bir sıcaklık olmuştu... "Sana katılmam sorun olur mu?" diye sordum, sonunu hiç düşünmeden. Bir an bocaladıktan sonra -Bunun nedenini anlamamıştım,- "Hayır. Neden olsun?" dedi Damien ve anlamadığım bir şey onu rahatsız ederken dudakları hafif bir şekilde gerildi. "Fazla dikkat çekmek istemiyorum. O yüzden, bilirsin, bir asil gibi giyinmesen olur mu?" "Tamam, merak etme." Giyinmek için yatak odama geçerken kıyafetlerimin hepsi özel tasarım olduğundan beni zengin, soylu bir kadın gibi göstermeyecek bir şeyler bulmam çok zor oldu. Gösterişli değilseler bile çoğunun kumaşı değerli ipeklerden örülüydü ve bu da hemen anlaşılıyordu. En sonunda bel kısmı lastikli, dikiş detayları ve iki büyük cebi olan koyu kahverengi bir etek ile yumuşak, pamuklu bir kumaştan yapılma sade, bej bir kazak giydim. Kazağımın dizlerimin altına kadar uzanan eteğimin içine sokup boynunu düzeltirken 'En azından daha az gösterişsiz. Üstelik boyumu da olduğundan uzun gösteriyor.' diye düşündüm. Daha sonra olur da Abraham gelirse endişelenmesin diye yastığımın üzerine küçük bir kağıt parçası bıraktım. 'Endişelenme, gece çökmeden dönmüş olacağım. -Vanessa.' Fırtına yüzünden buzdan bir heykele dönüşmek için bir kaban alıp yatak odamdan çıkarken Yeraltı Şehri'ne en son ne zaman gittiğimi ve Damien'la sergilediğimiz o gösteriden sonra orada nasıl karşılanacağımı düşünmeden edemiyordum. 🔸🔸🔸 Fırtına yüzünden Yeraltı Şehri'ne varmamız olması gerekenden yarım saat fazla sürdü. Neyse ki oraya vardığımızda yağmur biraz azalmıştı da sınır asansörüne gidene kadar ıslanmış kedi yavrusuna dönmedim. Kapılar kapanırken gözlerim mutsuz bir suratla fırtınayla baş etmeye çalışan kasaba insanlarına takıldı. Bazıları çatılardaki açıkları tahtalarla sabitlemeye çalışıyor, bazıları evlerindeki suyu boşaltıyor, bazıları da aceleci bir tavırla çocuklarını soğuktan korumakta başarısız olduklarını düşündüğüm evlere sürüklüyordu. Buradaki evlerin çoğu böyle bir fırtınayla başa çıkacak şekilde tasarlanmamıştı. Sınır asansörü Yeraltı Şehri'nin derinliklerine indiğinde, yukarıdaki fırtına kaosu ile aşağıdaki sakinlik arasında tezat beni şaşırttı ama elbette Yeraltı Şehri'nde fırtınadan eser yoktu. Pas ve kömür kokan, borularla ve kablolarla kaplı dar sokaklarda Damien'ı takip ederken insanların bana ve ona baktığını fark etmemem mümkün değildi. Önce bunu onlardan daha temiz ve şık giyindiğim için olduğunu düşünsem de hayır, tek sebep bu değildi. İnsanlar beni tanıyordu. Ne yaptığımı biliyorlardı. Aralarında fısıldaşıyor, hatta bazıları beni işaret ediyordu. Bazı gözlerle merak, bazılarında ilgi, bazılarında da nefret vardı. Şey. İnsanlardan aksi bir tepki beklemek aptallık olurdu sanırım. Yine de tüm bu durum, bu ilgi çok rahatsız ediciydi. Sanki bu bakışlardan beni koruyabilecekmiş gibi adımlarımı hızlandırdım ancak ne kadar hızlı yürüdüğüm fark etmedi, meraklı gözler sanki avlarını gözleyen avcılar gibi beni izlemeye devam etti... Sadece yanımda yürüyen Damien'ın duyabileceği bir şekilde "Bize bakıyorlar." diye fısıldadım. Anlamsız bir cümleydi, biliyorum. Sanki o bunu fark etmiyordu. "Evet, bakıyorlar." "Sence onlar benden..." Hmm... Kibarca nasıl söylenirdi ki bu? "Rahatsız mı oluyorlar?" "Muhtemelen ama buradaki insanları dert etme." dedi Damien ve derin, kışkırtıcı ve neredeyse hayal kırıklığı yaratacak kadar yumuşak bir sesle "Tepesini attırdığın başkan ya da meclisten daha tehlikeli değiller." diye ekledi. Yürümeye kaldığım yerden devam etmeden önce durup ona bir an baktım. "Bu bir moral konuşması mıydı?" diye sordum ve garip bir şekilde bunu çok komik bularak hafif bir sesle güldüm. "Eğer öyleyse, bunda gerçekten berbatsın Damien." "Rahatlaman için ne söylemem gerektiğini bilmiyorum. Ne yaparsan yap, sen hâlâ bir asilsin. Aynı fikirde olmasalar bile bu insanlar sana zarar vermeye cüret edemezler. Öyle olmasa bile ben buradayım. Güvende olmanı sağlayacağım." O sırada insanların çok daha kalabalık ve iç içe olduğu bir caddeye geçtik. Biraz rahatsız olduğumu fark eden Damien bana daha yakın bir şekilde yürümeye başladı. Biraz daha yaklaşsa omzunun alt kısmı omzuma değecekti. Rahatladığımı hissettim. Hatta gevşedim bile. Bir sorun olursa Damien'ın beni geride bırakmayacağını biliyordum. Her şeye rağmen yalnız olmadığımı bilmek güzeldi. Dar sokaklar boyunca yürürken ve Yeraltı Şehri'nin metalik kokusu burnumda dolaşırken Damien'ın cesaret veren sözleri zihnimde yankılandı. 'İnsanlara aldırma, sadece ilerlemeye devam et.' diye öğüt verdim kendi kendime. Her şey henüz çok yeniydi ve insanlar bizi merak ediyordu. Çok doğal, olağan bir tepkiydi bu. Varacağımız yere varana kadar bunları düşünmeye devam etmek için zihnimi zorlamam gerekecekti. Damien'ın beni getirdiği yer Yeraltı Şehri'nin üçüncü başkanının çürümüş, kırılmış bir anıtından başka bir şeyin olmadığı küçük bir meydandı. Gabriel Armstrong'un yüzünün yarısı kırılmış ve altındaki havuz yüzünden yosun tutmuş olan mutsuz heykeline bakarken hüzünlü bir ifadeyle dudaklarımı büzdüm. Hayatımda tanıdığım en talihsiz başkandı bu adam. Bundan yıllar yıllar, hatta yüzyıllar önce bağımsız bir yer olan Yeraltı Ülkesi'nin son başkanıydı. İdam edilerek hayatını kaybetti ama ondan önce bildiğim kadarıyla, Westland ile Yeraltı Şehri halkı arasında çok büyük bir savaş vardı. O zamanlar çok az kişinin adını bildiği bir ülkeden ibaret olan Westland tarımda, teknolojide ve ticarette gelişmemiş bir yer olmadığı için bu krizle başa çıkmak için gözlerini Yeraltı Şehri'nin kömür ve altın madenlerine dikmişti. Westland'ın Yeraltı Şehri'ne saldırısıyla başlayan bir dizi saldırı, iki ülke arasındaki ilişkileri de derinden etkiledi. Ancak savaşın sonunda Westland, Yeraltı Şehri'ni tamamen işgal etti. Savaşın sonucunda korkunç adaletsiz bir anlaşma imzalandı. Yeraltı Şehri, Westland'ın kaynak ihtiyaçlarını karşılamaya zorlandı ve zamanla işgal altındaki hayatlarını kabullenmek zorunda kaldı. O zamanki Westland Başkanı tam bir ticaret adamıydı. Yeraltı Şehri'nden gelen altın ve kömürü yıllar boyunca ülkenin ticaretini canlandırmak için kullanmıştı. Sonunda da başarmıştı. Bugün dünyanın en büyük üç ülkesinden biriydi. Bu durumda da Yeraltı Şehri giderek fakirleşmiş ve açlık sınırına ulaşmıştı. Bugün dünyanın dört bir yanına ulaşan bir ulaşım ağımızın olmasının sebebi Yeraltı Şehri olsa da çok az kaynak bunu 'sömürgecilik' olarak kabul ederdi. Westland'da tarih dersi veren öğretmenler bu durumun sadece gönüllü bir şekilde ülke topraklarına katılım olduğunu söylerlerdi. Bu her ne demekse artık! Bu çok saçmaydı. Bu insanlar açtı, mutsuzdu. Burada gördüğüm tüm o çocukları düşündüm. Yeraltı Şehri'nde işlerin tam olarak nasıl yürüdüğünü bilmiyorum ama eğitimin ne kadar kısıtlı olduğunu tahmin edebiliyordum. Eğitim politikalarını Westland'ın başa getirdiği adamlar tasarladığı için bu durum hiç de şaşırtıcı değildi. Neden bunun için uğraşsınlardı ki? Eğitimsiz bir topluluğu yönetmek eğitimli bir topluluğa göre daha az strateji, planlama ve zorluk gerektirir... Ve en önemlisi, liderin talimatları daha az sorgulanır. Bu durumda da bu lider 'Başkan Eugine' oluyor tabii. Hırslı, inatçı, kaba ve güce aç bir adam. Daha kötüsünü düşünemiyordum doğrusu. Bu can sıkıcı hikayeyi daha önce hiç bu kadar derinlemesine düşünmediğimi fark ettiğimde utanarak bakışlarımı Başkan Gabriel Armstrong'dan çektim. Damien hayatıma girmemiş olsaydı böyle şeyler düşünmeyeceğimi biliyordum. Açık olmak gerekirse, Yeraltı Şehri hakkında bile pek düşünmezdim. Başkan Eugine'nin tüm bunlar için Damien'dan nefret etmesi şaşırtıcı bir şey olmasa gerekti. "Ne düşünüyorsun?" Gözlerimi heykelden ayırıp Damien'ın yüzüne bakarken bakışlarımın yüzünde olması gerekenden daha uzun durmasına izin verdim. Kendi düşüncelerim fırtınalı bir deniz gibi zihnimin en karanlık köşelerinde kabarırken o gözlerin arkasında kilitli tuttuğu sırları düşündüm fakat Damien'ın duruşu sert ve hareketsiz olsa da eski başkanın heykeline bakışı öyle ilgisizdi ki benim aksime bunu daha önce defalarca kere gördüğüne emindim. Hiçbir şey düşünmüyor olmalıydı. Tehlikeli, kaygan yoldan uzak durmak istediğim için bu konuda ona bir şey sormadım. "Hiçbir şey düşünmüyordum," diye yanıtladım ama sesim ikna edici değildi. Gerginliğimi ele veriyordu. Bakışlarım ondan heykele doğru kaydı, gözlerim içimdeki duygu karışımını yansıtıyor olmalıydı. "Sadece dalıp gitmişim öyle. Bu heykel... Eski başkana ait, değil mi?" Sormadan önce bir an tereddüt ettim. "Neden hâlâ burada? Savaş yıllarından sonra başkanın tüm heykellerinin kaldırıldığını sanıyordum." "Çoğu kaldırıldı ama görünüşe göre insanların geçmişlerini unutmak istemeyen bir parçası var." Geçmişi unutmak istemeyen bir parça... Dayanmadım ve "Sen de öyle mi düşünüyorsun?" diye sordum merakla. "Sanırım." dedi. Karnımda bir düğüm hissettim. Başkan Eugine kesinlikle bunu bilmemeliydi. Zaten daha önce yaptığım şeylerle onu yeterince kızdırmıştım. Bir de Damien'ın isyanı çağrıştıran bir düşüncesi olduğunu bilse kafayı yerdi. "Neden?" diye sordum endişeyle ve aynı endişeyle devam ettim. "Geçmişte büyük bir savaş ve soykırım olsa bile mi? Ama acı ne olacak? Bırakmak, kanla dolu bir geçmiş olmadan taze bir başlangıç yapmak kulağa daha kolay gelmiyor mu?" Damien, lacivert gözlerini geldiğinden beri ikinci kez başkanın heykeline çevirdi. Düşünürken başını hafif bir şekilde yana yatırdı. Sonrasında söylediklerinde bir bilgelik vardı, bana derinden dokunan bir gerçeklik... "Belki de daha kolaydır ama geçmiş genellikle acı verici olsa da kimliğimizin bir parçasıdır. Onları yok saymak neyi değiştirir? Hem bu tarz şeyler hatırlanmaya değer." Bu tarz şeyler; Savaşlar. Katliamlar. Ölen erkekler. Babasız kalan çocuklar... Fakat kim umutsuzluğa saplanıp kalmak için hatırlardı? Kimse. Bu düşünceyle Gabriel Armstrong'un hüzünlü gözlerine bir kere daha bakmak için başımı kaldırdım. O gözlerde ne görüyordum? Geçmişteki günahların bir hatırlatıcısı mı yoksa daha iyi bir geleceğe dair bir umut ışığı mı? Gözlerimi kapattığımda savaşta ölen insanların kanlarını, geride kalanların çığlıklarını sanki oradaymış gibi hayal edebiliyordum. Elbette bunlar korkunç şeylerdi, savaşların kazanan tarafı olmazdı ki. Herkes birilerinin kardeşi, annesi, babası, sevgilisiydi. Belki de ilk kez bu tarz heykellerin sadece şekil verilmiş taşlardan ibaret olmadığını, aynı zamanda da savaşları, ölümleri, acıları kalplerinde taşıyan insanların bir simgesi olduğunu fark ettim. Gabriel'in ciddi ifadesinin çizgilerini gözlerimle takip ederken temsil ettiği sayısız ruh için ıstırap verici bir empati hissettim. Tutsak ruhlar için. Sanki unutulmuş bir çağın sessiz bekçileri gibiydiler... Ve bazı hikayelerin, ne kadar acı verici olursa olsun, hatırlanması gereken şeyler olduğunu anladım çünkü onlar bizi insanlığın en derinliklerine, hem umudun, güzelliğin, mutluluğun hem de acının, öfkenin ve nefretin olduğu yerlere götürüyordu. "Eski evini mi özledin, Damien?" Gölgelerden çıkan iki genç figürü görene kadar Gabriel Armstrong'un eski heykeline bakmaya devam ettim. Sonra bu erkek sesini nereden durduğumu düşündüm çünkü duyduğuma emindim. Birden hatırladım. Bir çöl gülü kadar güzel görünüyor. Damien'ın peşinden Yeraltı Şehri'ne geldiğim o ilk seferde duymuştum bu sesi. Gölgelerden çıkan ilk adam orta boylu ve güçlü bir görünüme sahipti. Yüzü, çene hattı belirgindi ve dik burnuyla dikkatleri üzerine çekiyordu. Koyu renk gözleri ve gülümseyen dudakları vardı. Kestane tonu saçları uzundu, bukleler belinin üzerine kadar uzanıyordu. Peşinden gelen ikinci adam ise daha uzun boylu ve zayıf yapılıydı. Yuvarlak yüz hatlarına ve ela renkli gözlere sahipti. Sarıya çalan saçları da çok daha kısaydı. İkisinin de bileklerinde Yeraltı Şehri'nin damgası vardı. "Dürüst olmak gerekirse," dedi Damien, gözlerini heykelden alıp adamlara çevirerek. "Geride bıraktığım hiçbir şeyi özlemedim." "Ah, bu çok sertti." Uzun saçlı adamdı konuşan. "İnsan hiç arkadaşlarına böyle bir şey söyler mi?" Damien gözlerini hafifçe kıstı. Bence onları arkadaş olarak görmüyor, diye düşündüm. Bence Damien kimseyi arkadaş olarak görmüyor. Bunun için önce insanlara güvenmeyi öğrenmesi lazım. Çok uzunmuş gibi gelen üç saniyenin ardından iki adam başkanın heykelinin yanında duran bana baktı. Nihayet tam orada durduğumu fark edebilmişlerdi. Bir anda kendimi aşırı çekingen ve gergin hissettim, neredeyse gölgelerin arasına kaçacaktım. İlk adam, koyu gözleri hafifçe daralırken, bana doğru elini uzattı. "Yeraltı Şehri'ne hoş geldin, Vanessa. Ben Taita," dedi zoraki ama hiç değilse biraz nazik olan bir gülümsemeyle. Adımı zaten biliyordu. Elbette biliyor, diye düşündüm. Damien'ı öptükten sonra muhtemelen ismim dedikodularla birlikte yayılıyordu. Bir an tereddüt ettim, sonra da sessiz bir şekilde Taita'nın elini sıktım. Kibarlık olsun diye diğer sarışın adama elimi uzattım. Uzun saçlı aramın adı Taita olduğuna göre o Kratas olmalıydı. Kratas, elime sanki onu sokmaya hazırlanan bir yıkanmış gibi baktı. Elimi sıkmadı. Bir adım geri çekilirken başını isteksizce iki yana salladı. "Onun burada ne işi var? Sen kafayı mı yedin, Damien?" Taita yüzünü buruştururken Damien homurdanarak beni dirseğimden tutup yakınına çekti. Bense büyük bir şaşkınlıkla Kratas'ı süzdüm. Benden bahsederken kullandığı ses tonu çok çirkindi. Açık olmak gerekirse, şaşırmıştım. Damien bana ondan bahsettikten sonra onunla karşılaşacağım için çok heyecanlanmıştım. Yeraltı Şehri'nden birini daha tanımanın güzel bir şey olacağını düşünüyordum ama kahretsin ki, Taita'nın yüzünde belirgin bir tereddüt vardı ve Kratas'da da daha berbat bir şey; nefret. Damien'a onunla gelip gelmeyeceğimi sorduğunda verdiği tepkiyi hatırladım, sanki burada neyle karşılaşacağımızı biliyormuş gibi gerilmişti. Ah, hayır. Bunu sindirmek için gözlerimi kapattım. Kratas ve Taita benden hoşlanmıyorlar mıydı?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD