Kratas'ın bakışları dayanılmaz derecede ağırdı. Açık olmak gerekirse, benden nefret ediyor olabileceğini hiç öngörememiştim. Düşünmüştüm ki... Ah, ne kadar saf, ne kadar hayalperestim...
Nihayet gerçekle yüzleşirken tüm kan yüzümden çekildi. Bu yere gelmekle büyük bir hata etmiştim. Bir adım geri çekildim, sanki bu basit hareket karşılaştığım bu düşmanlıktan beni koruyacakmış gibi. Kratas'ın bakışları bir hamam böceğine bakar gibi üzerimde dolaştı. Bir zamanlar bir çöl gülü kadar güzel olduğumu söylediği anı düşündüm. Belli ki fikrini değiştirmişti. Sonrasında yüzüme bakarak dile getirdiği sözler, zehir gibiydi.
"Ve sen, senin burada ne işin var?"
Yanlış ne yaptım?
Sözcükler dilimin ucunda dolaştı ama ifade edemeyeceğim duygular, şaşkınlık yüzünden, dudaklarımın arasında hapsoldu. Kıpırdamadım. Tepki de vermedim. Daha doğrusu, veremedim. Bunun için yeterince sakinliğe sahip değildim. Kratas hem alayla hem de öfkeyle sertçe gülümsedi.
"Neden konuşmuyorsun? Yoksa sadece kendi türüne mi cevap veriyorsun?"
Kendi türüm mü? Kimden bahsediyordu? Westland halkından mı? Asillerden mi? Meclis üyelerinden mi? Yanlış bir şey yapmamış olmama rağmen yanaklarım utançla kızardı. "Ben... Ben sadece..." diye kekeledim ama ne söylemem gerektiğini bile bilmiyordum. Tüm bu düşmanlık başımı döndürüyor, aklımı karıştırıyordu. Keşke, keşke buraya hiç gelmeseydim. Kaçıp gitmeyi düşündüğüm sırada Damien kaskatı bir çeneyle, beni Kratas'ın sözlü saldırısından korumaya çalışırcasına önüme geçti ama Kratas o kadar sinir olmuştu ki, bu çabasını umursamadı bile. Gözleri daraldı. Sert bir ifadeyle Damien'a doğru dik dik baktı. Öfkesinin altında başka bir şey vardı. Bir şaşkınlık. Damien'ın önüme geçmiş olması, beni savunmak istemesi onu şaşırtmıştı. Beni ise endişelendirmişti. Kavga çıkmasını istemiyordum. Ben buraya bunun için gelmemiştim ki.
Kratas'ın huysuz, kırıcı ses tonu beni kendime getiren şey oldu. "Sen aklını mı kaybettin, Damien?" derken sesinde alaydan eser yoktu. Gerçekten de aklını kaybettiğini düşünüyor olmalıydı. "Ne halt ediyorsun? Bir kadın yüzünden mi baş meclisin emirlerine karşı geldin?"
"Şaşırtıcı biri."
"Ne?" diye fısıldadı Kratas.
Tanus bile orada durmuş, merakla kaşlarını kaldırmıştı.
Düz, ciddi bir sesle "Şaşırtıcı biri." dedi Damien yine. "Nedenini öğrenmek istiyordun. Hepsi bu."
Kratas bu cevap karşısında daha da şaşkına döndü. Sonra bir iğrenme ifadesiyle yüzünü buruşturdu ve elini bana doğru salladı. Sesinde suçlama vardı. Nefret vardı. Güvensizlik vardı. "Şaşırtıcı biri falan değil. Deli misin sen? Bu soylu, kibirli yaratık seni sadece bir oyuncak olarak görüyor ve sen de seninle oynamasına müsaade ediyorsun."
"Hayır, hayır... Ben..."
İfadesini fark edince söyleyeceğim şeyi söylemekten vazgeçerek dudaklarımı birbirine bastırdım. Kratas'a nasıl davrandığım önemli değildi, söylediğim tek bir kelimeye bile inanmayacaktı... Ama yine de bu kadar kaba olmak zorunda mı? Ben soylu, kibirli bir yaratık değilim.
Tanus tüm dünyayı içine çekecek kadar derin bir şekilde iç çekti. Kratas öfkeyle homurdanırken ikici kez araya girecek cesareti kalbimde bulabildim. Damien'ın sırf oraya onunla geldiğim için bu adamlarla kavga etmesini istemiyordum. Alttan almalıydım.
Elimden geldiği kadar içten bir şekilde "Özür dilerim." dedim. "Kaos çıkarmak istememiştim. Ben sadece buraya..."
"Seninle konuşmuyorum, tamam mı, seni kendini bir şey sanan zengin-" Kratas küfrünün sonunu getiremeden Damien'ın sesi sesini bastırdı. "Kratas!" diye bağırdı. Bu isim kulaklarımda keskin ve emir verici bir şekilde yankılanırken Damien'a endişeli gözlerle bakmak için başımı ondan tarafa çevirdim. Çenesi kaskatıydı ve yumruklarını o kadar çok sıkıyordu ki parmak eklemleri bembeyaz olmuştu. "Onun hakkında kötü tek bir söz edersen gerçekten hiç hoş şeyler olmayacak. O yüzden ya saygılı davran ya da kes şunu."
"Oh, lütfen. Bu o kadar... Saçma ki. Onu ne bu kadar özel yapıyor?"
"Sandığın gibi biri değil."
"Tam olarak öyle biri. Hepsi öyle. Bu kadın için baş meclisi karşına alarak aptallık ediyorsun. Hissettiği tüm bu heyecan geçip gittiğinde yine seni yanında tutacak mı sanıyorsun? Bu heves senin çöküşüne yol açacak."
Damien'ın kasları gerginleşti, çenesi sıkılaştı. Gittikçe harlanmaya başlayan öfkenin teninin altında kaynayıp durduğunu hissedebiliyordum. Karşısındaki Kratas dimdik ve etkileyici bir şekilde duruyordu. Gözleri Damien'a hançer gibi saplanmıştı ve bakışlarının derinliklerinde sessiz bir meydan okuma gizlenmişti. Ancak Damien geri adım atmaya niyetli değildi. Meydan okuyan bir bakışla kararlılığı çelik gibi sertleşti. Bu manzara karşısında omuzlarım düştü ve ifademde bir an hüzün parladı. Kratas'ın dedi şey yüzünden öfkeme hakim olamazdım. Gücenmiş, kızgın bir sesle "Neden böyle bir şey yapayım, seni aşağılık-" diyordum ki başka bir kelime edemeden önce Tanus araya girdi ve demir gibi sıkı bir kavramaya sahip olan eliyle Kratas'ın omzunu tuttu. Onu geri çekerek Damien'ın önünden uzaklaştırdı ki bu son derece mantıklı bir hareketti. Damien söylediği şeyden sonra gerçekten de Kratas'a vurmak istiyormuş gibi görünüyordu. "Ona aldırma, Damien. Biliyorsun, hiç de sıcak değildir." dedi Tanus, son derece ciddi bulduğum bir bakışla Damien'a bakarak. Kratas omzunu silkerek Tanus'un elinden sertçe kurtuldu ve duyamadığım bir sesle bir şeyler homurdanarak bize sırtını döndü. Çekip giderken arkasından aval aval bakmaktan başka bir şey yapamadım. Bu buluşma hiç de beklediğim gibi geçmemişti. Tüm bu nefreti hak edecek ne yaptığımı bilmiyordum. Kratas benden ne yapmamı beklemişti ki? Herkes gibi Damien'a vurmamı mı?
Damien, Kratas'ın gidişiyle birlikte gözle görülür bir şekilde rahatlayarak kolumu serbest bıraktı ve Kratas'a nazaran çok daha sakin görünen Tanus'a baktı. Tanus o sırada yeni keşfedilmiş bir canlıymışım gibi bakışlarını üzerimde gezdiriyordu. Ona karşı daha ılımlı hissetmemin tek sebebi Kratas kadar hırçın görünmemesiydi. Yoksa onun da benden pek haz etmediği belli oluyordu. Sadece bunu Kratas kadar açık bir şekilde dile getirmiyordu, o kadar.
Tanus, "Endişelenme, seni yemem." diye alay ettiğinde sonunda onunla konuşarak "Ben..." dedim ve durumu toparlamaya çalışırken serseme dönmüş bir halde başımı iki yana salladım. "Sorun falan çıkarmak istememiştim, özür dilerim."
"Özür mü..." Tanus parmak uçlarıyla gerginlikten kırış kırış olan alnına dokundu. "Sen gerçekten biraz tuhafsın. Açık olmak gerekirse, ben seni dert etmiyorum ama kuralları yıkmak o kadar kolay değil. Ayrıca Damien, Kratas'ın haklı olduğunu biliyorsun. O, bir asil. Ona bir şey olmaz ama sen... Öyle değilsin. Olanlar yüzünden başın belada değil, değil mi?"
Kısa bir sessizliğin ardından "Henüz değil." dedi Damien. Henüz, diye düşündüm kendi kendime. Henüz.
Damien'ın sonuçları umursamayan tavrı Tanus'u daha da rahatsız etti. Bir adım attığında ayakkabılarının altındaki mermerden çıkan tok ses etrafımızı saran sessizlik yüzünden çok gürültülüymüş gibi geldi. Neyse ki bu eski meydanda bizi duyacak kimse yoktu. Tanus, eski başkanın heykelinin birkaç adım önünde durarak "Damien, bunu öylece geçiştiremezsin!" diye diretti ve zaten gölgelerde, karanlıkta gizleniyor olmamıza rağmen birinin bizi duymasından korkuyormuş gibi bir sesle fısıldadı. "Bu kadın meclise kölelik karşıtı reform önerisi sundu. Sonra herkesin önünde o gösteriyi sergiledi. Eğer durum daha da kötüleşirse ne gibi sonuçlarla karşılaşacağını tahmin edebiliyor musun sen? Sırf Yeraltı Şehri'nde doğduğun için her şeyi senin üstüne yıkarlar. Bir meclis üyesi bile olsa herkesin önünde idam edilmekten bu kadın kurtaramaz seni."
"Anladım, Tanus. Zamanı geldiğinde bu durumu halledeceğim, yemin ederim ama şu an başka bir konuda yardımınıza ihtiyacım var."
"Yardımımıza mı? Bizim mi? Ne oldu yine?"
İrkilmiş bir ifadeyle Damien'a bir bakış attım. Ben de en az Tanus kadar meraklanmıştım. O merak yüzünden gözlerimi Damien'ın yüzünde gezdirdim; gölgeler zarafetle yüzünü çevreleyen obsidiyen rengi dalgalarının ve gözlerinin daha da koyu görünmesine neden olsa da yüz hatları netti. Damien'ın ifadesi kalbimin yerinden çıkacak gibi atmasına neden oldu. O kadar ciddi görünüyordu ki. Sonrasında söylediği şeyi duyunca bayılacak gibi oldum.
"Başkan Eugine'nin malikanesine girmemiz gerekiyor." Başını salladığında siyah saç telleri alnına doğru hareket etti. "Şimdi değil, belki birkaç gün sonra." Yani, ben anahtarı düzeltene kadar mı? "Yardımınıza ihtiyacım var çünkü evinin güvenliğini neredeyse üç katına çıkarmış."
Başkan Eugine'nin malikanesini kontrol mü etmişti? Dahası, durum tamamen benim sorumluluğumda olmasına rağmen bunun için Kratas ve Tanus'tan yardım mı istiyordu? Kendisinin bile bana yardım etmesini beklemezken, bu konuda yanımda olmaya çoktan karar vermiş olması karşısında ne yapacağımı bilemedim. Her şeye rağmen yalnız olmadığımı bilmek güzeldi. Gergin bir an için Damien'ın Tanus'a yaptığım o makineden bahsetmesini bekledim ama öyle bir şey yapmadı. Sanırım bunun kararının bana ait bir şey olduğunu düşünüyordu.
"Ne saçmalıyorsun sen?" diye soludu Tanus.
"Oraya girmem gerekiyor."
Tanus daha da şaşırdı, sonra da öfkeli bir şekilde beni işaret etti. "Bunun onunla bir ilgisi var mı?" diye sorunca Damien gerildi, onu uyarır gibi gözlerini kıstı. O zaman Tanus meselenin tamamen benimle ilgili olduğunu anladı. Şaşırmış bir şekilde başını iki yana salladı ve neredeyse bağırır bir tonla konuştu. "Şimdi de bizim aynı şeyi mi yapmamızı bekliyorsun yani? Sana hayatımı borçluyum Damien ama üzgünüm, ona yardım falan etmem ben. Hem onu neden buraya getirdiğini bile anlamıyorum."
"Kendisi gelmek istedi."
"Ve sen de evet mi dedin?"
Damien buna karşılık ne diyeceğini bilemeyerek bir an duraksadı, sonra sesi sarhoş edici bir derinlikle zihnimde yankılandı.
"Ona hayır deme lüksüm yok."
"Neden? Sana sahip olduğu için mi?"
Sahip olmak kelimesinden hiç hoşlanmamıştın. Bir şeylere dokunma ihtiyacıyla doğal, yumuşak dalgalarla kaplı saçlarıma dokundum. Tanus, Kratas kadar kaba değildi ama kesinlikle nazik de değildi. "Aslında gelmek için ısrar eden bendim." diyerek Damien'ı savunmak için dudaklarımı araladım. "Ve sizi kızdırmak falan istemedim. Böyle olacağını bilsem gelmeyi teklif dahi etmezdim."
Tanus yeniden bana baktı. "Buraya kendi özgür iradenle mi geldin?"
Hiç düşünmeden "Evet." dedim.
"Neden?"
"Sadece... Sizinle tanışmak istemiştim."
Tanus tek bir kelime etmeden beni süzdü. Belimin altına kadar uzanan kömür rengi saçlarımı ve pürüzsüz, lekesiz, çekici olmaktan çok zarif bir edayla kaplı yüz hatlarımı inceledi. En son uzun kirpiklerle çevrili, sıvı obsidiyen rengi gözlerime bakarken ifadesinde bir tereddüt belirdi. Ne olursa olsun, bana güvenmediği belli oluyordu. "Sadece o asil pislikleri bizden uzak tut, tamam mı? Biz bela aramıyoruz ve yapabiliyorsan, bu durumu bir an önce düzeltmeye ve Başkan Eugine'ni sakinleştirmeye bak." dediğinde karşılık olarak gözlerimi devirmeden edemedim. Tanus, Başkan Eugine'ni pek tanımıyordu sanırım.
Çaresiz bir şekilde "Üzgünüm, Tanus." derken yüzüm melankoliyle boyanmış bir tuval gibiydi. "Öyle bir şey yapamam."
"Neden şaşırıyorum ki? Böyle diyeceğini tahmin etmem gerekirdi ç. Ne de olsa sen de diğer tüm soylular gibi bencilin tekisin."
Hiçbir anlamı olmasa da beni bencillikle suçladığı için gücenmiş gözlerle Tanus'a baktım. Aklından ne geçiyordu acaba? Başkan Eugine'nin öfkesinden kendimi sakınmak istediğim mi?
"Hayır, öyle değil. Bunu kendimi düşündüğüm için yapmıyorum ki. Başkan Eugine'ni sakinleştiremem çünkü onu sakinleştirmenin tek yolu Damien'a zarar vermem ve ben asla öyle bir şey yapmam. Bana inanmayacağını biliyorum ama Damien..." Söyle, söyle. "Benim için önemli." diye ekledim. Tanus sanki ona tokat atmışım gibi sendeleyerek geriledi, üzerine giderek ona doğru bir adım attım. "Bana güvenmediğinizi biliyorum, sizi suçlayamam, eminim bunun için haklı sebepleriniz de vardır. Hem beni tanımıyorsunuz hem de her gün boş hayatlarından sıkıldığı için sizi dönüştürüp kumar oynayan bir sürü asil görüyorsunuz ama yemin ederim, size de zarar vermem. Sana... Kratas'a... Kimseye yapmam. Ben öyle biri değilim."
Tanus tamamen şaşkına dönmüş bir hâldeydi. Aşırı yavaş bir şekilde biraz ötemdeki başkanın heykelinin yanında duran Damien'a baktı. Gözlerim Tanus'un üzerindeydi ama Damien derinden gelen, nazik bir sesle gülünce gülüşü ateş gibi yayılıp içimi ısıttı. Ah, onu böyle keyifli görmeyi seviyordum. "Sana şaşırtıcı biri olduğunu söylemiştim." dedi Tanus'a. Tanus saniyeler içinde kıpkırmızı kesildi ve sanki yanlış bir şey söylemekten korkuyormuş gibi söyledi.
"Ben... Ben ne diyeceğimi bilemedim..."
"Bir şey demene gerek yok. Bize yardım etmek zorunda da değilsiniz," diye devam ederken yumuşak bir samimiyetle Tanus'un gözlerine baktım. "Sizden bunu yapmanızı bekleyemem. Bu tamamen benim sorumluluğumda olan bir şey ama gitmeden önce sizi uyarmam gerek. Başkan Eugine'nin evinde bir makine var. O, benim makinem. Normalde zararsız bir sinyal yayıyordu ama şimdi arızalandığı için büyük bir tehdit oluşturuyor. Bu şehirdeki insanları uyarmak istesem beni dinlemezler. Ben onlardan biri değilim ama sen öylesin. Seni dinlerler, değil mi? Onları vahşi sınır hayvanlarına karşı uyarır mısın? Şu an o hayvanlar her şeyden çok daha tehlikeliler. Ne olursa olsun, onlardan uzak durmaları lazım."
Şaşkın bir kavrayışla "Ah," dedi Tanus ve sanki onu ısıracakmışım gibi bir adım gerileyerek benden uzaklaştı. "Tamam, yaparım. Merak etme. Yapmamı istediğin başka bir şey var mı?"
Biraz olsun nazik davranmaya başladığını görmek güzeldi, o yüzden gülümsemeden edemedim. "Hayır, teşekkürler. Hepsi bu."
Tanus dönüp gölgelerin arasında kaybolunca rahatlayarak nefesimi üfledim ve 'İyi tarafından bakarsak, en azından Yeraltı Şehri'ni uyaracak birilerini buldum.' diye düşündüm.
Orada durmuş, beni izleyen Damien'a bakmak için döndüğümde olanlar yüzünden hafif bir gerginlik hâlâ üzerimde duruyordu. Damien'a söylemek istediğim bir şey vardı ama açıkçası nasıl tepki vereceğinden emin olamıyordum. Beni anlardı, değil mi? Olanları düşününce onu daha fazla bu pisliğe bulaştırmak istemememi? Aslında böyle düşünmemin tek sebebi Kratas'dı, dedikleri beni etkilemişti, özellikle de o 'idam' konusu. Evet, idam cezası hukukta vardı ama sadece büyük suç işleyenler için yürürlükte olduğundan yüzyıllardır kimse üzerinde uygulanmamıştı. Bunu değiştirmek istemiyordum. Damien'ı öylece, ölü bir halde yatarken düşünmek bile... Hele ki benim yüzümden... Katlanabileceğimden çok fazlaydı.
"Damien, bence... Bence sen de bu olaydan uzak durmalısın. O makineyi kendim düzeltmeliyim. Ben bir yana, sen Başkan Eugine'nin malikanesine gizlice girerken yakalanırsan korkunç şeyler olur."
Kaşlarını sertçe çattı, bu dediğimden hiç hoşlanmamıştı. "Ya sen?" diye sordu, şüpheli bir sesle.
"Gizlice girmeme gerek yok. Ben kendimi bir şekilde oraya davet ettiririm."
"Davet ettirmek mi? Ya seni makinenin orada yakalarlarsa?"
Bu düşünceyle yüzümü buruşturdum.
"Başa çıkarım bir şekilde."
"Bence bu durumu çok fazla hafife alıyorsun," diyerek bana yaklaştı. Hareket etmedim. Dibime girdi ve gözlerine bakarken tanıdık kokusu bir an başımı döndürdü. Daha sonra beni buna ikna etmek ister gibi bir sesle konuştu benimle. "Seni makineyi yok etmeye çalışırken yakalarlarsa ve orada tek başına olursan sana zarar vermez mi sanıyorsun? Kahretsin, eğer tahmin ettiğim gibi makineyi kendisi bozmuşsa seni öldürür bile. Ben de seninle geleceğim ve eğer tek gitmekte ısrar edersen, ne olursa olsun peşinden geleceğimi bil."
Damien'ın sözlerini işlemek için bir an durdum. Samimiyeti inkar edilemezdi ve önümüzdeki tehlikelere rağmen yanımda durmaya kararlı olması beni hem duygulandırmış hem de acayip endişelendirmişti.
"Neden? Neden bana yardım ediyorsun? Nasıl bir hayat yaşadığını biliyorum ama sırf bu aptal köle-sahip ilişkisi yüzünden beni korumaya mecbur değilsin, Damien." Onu ve kendimi gösterdim. "Sana sahip değilim. Hiçbir zaman olmadım. Kimse de olmadı. O yüzden senin için bu kadar tehlikeli bir şey yapmanı isteyemem senden. Bu, benim taşımam gereken bir yük."
"Aslında Vanessa, sahip oldun." Damien nazik bir şekilde çene hattımı okşadı. "Hep istediğin gibi, kabullendim seni. O aptal köle-sahip ilişkisinden bahsetmiyorum. Düşüncelerimden bahsediyorum. Seni korumaya mecbur olduğum ya da bana emrettiğin için değil, tamamen kendi rızamla sana yardım etmek istiyorum çünkü orada tehlikede olduğunu bilerek oturup bekleyemem."
"Ama Damien..."
"Şşş..." Derin, fırtınalı bir okyanus gibi olan gözlerini obsidiyen rengi gözlerimden ayırmadan parmaklarını dudaklarıma bastırdı. "Kararımı verdim ve söylediğin hiçbir şey bunu değiştirmeyecek."
İçimde bir tereddüt olsa da, derinlerde bir yerde onu kararından vazgeçiremeyeceğimi biliyordum. Daha fazla tartışmak, onu güvenliğini tehlikeye atmama konusunda ikna etmek istedim ama kararlılığı beni suskun bıraktı. Damien'ın parmakları dudaklarımdan yavaşça kayıp yanına düştü. Bunun yerine, uzandım ve nazikçe elini tuttum. Bu soylu adam için duyduğum minnettarlık dalgasını her bir hücremde hissediyordum. Boğazımda bir yumak oluştuğunu hissederek sertçe yuttum. "Teşekkür ederim, Damien." dedim duygularla boğulmuş bir sesle. "Sen olmasan ne halde olurdum?"
Dudaklarının köşelerinde küçük, içten bir gülümseme belirdi. "Bunu asla öğrenmek zorunda kalmayacaksın." dedi, güven verici bir şekilde elimi sıkarak...
🔸🔸🔸
"Şimdi biraz daha sıcak mı?"
"Evet. Ateşi yaktığın için teşekkür ederim, bu arada."
Yüzü alevlerin ışığıyla aydınlanmış olan Abraham şömineye birkaç odun daha eklerken gülümsedi. Gülümseyince gözlerinin kenarı kırışmıştı. Onu böyle görmek güzeldi çünkü geldiğimden beri surat asıp duruyordu. Böyle bir havada dışarı çıktığım için canı sıkılmıştı ve belli ki yeniden hasta olacağımdan endişeleniyordu. Üzerime örttüğü tüylü, koyu battaniyeye sarılırken örtünün yumuşak dokusu altında gevşedim ve öyle bir şey olmaması için dua ettim. Doğrusu bir kere daha hasta olmayı kaldıramazdım. Gerçi eve döndüğümüzden bu yana saatler geçmiş olmasına rağmen kendimi gayet iyi hissediyordum. Abraham ısınmama yardımcı olurken Damien'da anahtar üzerinde çalışmaya başlamadan önce çalışma odamdaki ağır, yer kaplayan eşyaları benim için ortalık yerden kaldırıyordu. Normalde Abraham'ın ve Bill'in iki saate ancak yapacağı işi bir saat içinde bitireceğine emindim. Ne de olsa Damien gördüğüm çoğu erkekten çok daha güçlüydü. Normal olarak, diye ekledi içimden bir ses. Nasıl bir geçmişi olduğu düşünülünce, hayatta kalmak için öyle olmak zorundaydı.
Abraham'ın sesi düşüncelerimi dağıtan ve beni kendime getiren şey oldu. Ona baktım. Oda, çıtırdayan ateşin sıcaklığıyla dolup taşıyordu şimdi.
"Damien'la nereye gittiniz? Umarım yine başınızı belaya sokacak bir şey yapmamışsınızdır."
"Biraz gevşemeyi deneyemez misin, Abraham?" Başımı koltuğun arkasına yasladım ve köz kokusunu içime çekerek gözlerimi kapattım. Ateşi görünce canım kestane ve közde mısır çekmişti. "Sürekli kötü şeyler düşünme. Bu gidişle çabuk yaşlanacaksın."
"Ne yazık ki, konu sen olunca kötü düşünmemek pek mümkün olmuyor." Bunu duyunca gözlerimi açtım ve Abraham'a baktım. Sanki sürekli kötü şeyler yapıyormuşum gibi konuşması tuhaftı. Abraham, ifademin aldığı hâle gülerek uzanıp saçlarımı birbirine karıştırdı. "Şaka yapıyorum, Vanessa. Her dediğimi ciddiye almayı bırakmalısın. Sadece düşüncesizce bir şey yapmadan önce sonuçlarını düşün, tamam mı?"
"Düşüncesizce mi? Hangisini kast ediyorsun? Damien'ı mı? Başkan Eugine'ni mi? Yoksa meclisi mi?"
Sesimde alay vardı, sadece şaka yapıyordum ama Abraham biraz bile gülmedi.
"Biliyor musun, bana babanı hatırlatıyorsun. Tıpkı onun gibisin. O da ne pahasına olursa olsun doğru olduğunu düşündüğü şeyin peşinden giderdi. Olağanüstü bir adamdı ve sen de onun en iyi özelliklerini miras almışsın. Böyle güçlü bir kadın olduğunu görseydi seninle gurur duyardı."
"Oof, Abraham. Beni ağlatmaya mı çalışıyorsun?" diye yakınarak gözlerimi uzaktaki bir noktaya diktim. Birden babamdan bahsetmesini beklemiyordum. Onu düşünmek her zamanki gibi çok can yakıcıydı. Abraham, üzgün halimi fark edince anlayışlı bir ifadeyle kaplı gözlerle başını salladı.
"Sadece tüm bunların senin için ne kadar zor olduğunu düşünüyordum. Yine de ne olursa olsun sen..."
Zilin sesi malikanenin içinde yankılandı.
Tüm kaslarımın rahatladığını hissettim.
Mükemmel zamanlama.
Abraham dudaklarını birbirine bastırarak sustu ama ifadesinden bölünmekten hoşlanmadığı belli oluyordu. Böyle duygusal bir konuşmadan kurtulduğum için ne kadar sevindiğimi belli etmeyen bir ifadeyle -Çünkü mutlaka ağlardım- "Bakacak mısın?" diye sordum.
"Evet, elbette."
Abraham kapıyı açmak için giderken koltuğa iyice yaslanarak gözlerimi yanan ateşe diktim. Babamı düşünmemeye çalışsam da bu mümkün değildi. O her zaman orada, aklımın bir köşesindeydi. Hiç de çıkmıyordu. Kayıplar her zaman böyle mi hissettirirdi? Bir süre sonra koridordan olduğum yere doğru yaklaşan adım seslerini işittim. İki kişiydiler. Birinin Abraham olduğundan emindim. Diğer kişiyi görmek için gözlerimi açtığımda kızıl saçlı, çok güzel bir kadın Abraham'ın arkasından içeri girdi. Gelenin Elizabeth ya da Peter olduğunu sanmıştım ama Diana'ydı bu. Buradaydı. Evimde. Karşımda. Yüzüm dehşet ve şaşkınlık arasında bocalarken Abraham son derece gergin bir ifadeyle "Misafirin var." dedi. Bundan daha kötü bir misafir düşünemedim o an. Ne yapacağıma karar veremeyerek Diana'ya öylece bakakaldım. Evime gelmeye, karşıma çıkmaya cüret ettiğine inanamıyorum. Zavallı Abraham, çaresiz bir edayla gözlerini üzerime dikmişti. Bakışları anlamlıydı, bana 'Ne yapmamı istersin?' diye soruyordu. Bir an 'Çıkar onu buradan!' diye bağıracak gibi oldum. Neyse ki bunu dile getirmeden önce kendimi tutmayı başardım.
Bu, berbat bir fikirdi muhtemelen ama Abraham'a dönüp rica eden bir sesle "Bizi biraz yanlız bırakır mısın?" diye sordum.
Tereddüt etti ama itaat etti.
"Elbette."
Abraham isteksizce bizi yalnız bırakırken, sinir ve heyecan karışımı bir duyguyla Diana'ya döndüm. Diana akıcı ve kasıtlı adımlarla, zarif bir dansçı gibi hareket ederek oturma odama girdi. Narin çiçek kokusu yanımdan geçip gitmesine rağmen havada asılı kaldı. Evimi inceliyormuş gibi yaparken gözlerimi kadından ayırmadım. Parmağını mobilyaların üzerinde nazikçe gezdirdi, dokunuşu hafif ve geçiciydi. Bir süre sonra parmak uçlarını arkasında birleştirerek dönüp bana baktı. Bir an ne kadar zıt göründüğümüzü fark ettim. Diana, güzel bir kadındı. Belki de fazla güzel. Bir peri masalından fırlamış gibi görünüyordu. Kızıl saçları bir ateş şelalesi gibi etrafında uçuşuyor, yürürken dans ediyormuş gibi hareket ediyor, oyunbaz ve eğlenceye aç bir ifade arada sırada yüzünde parıldıyordu. Bense onun tam aksiydim. Siyah saçlarımla, beyaz tenimle, koyu gözlerimle ve onunkine nazaran daha sakin, nazik görünen hatlara sahiptim. Diana'dan daha zayıf, daha uzundum ama onun da bedeni daha hoş, daha kıvrımlıydı. Onu kıskanmamın sebebi bu muydu? Benden daha güzel olduğu için miydi? Birini sırf daha güzel olduğu için kıskanmak sığ ve anlamsız bir his değil miydi? Kaldı ki, bu gerçek beni daha önce hiç rahatsız etmiyordu. Birden çalışma odamdaki Damien'ı düşündüm. Bu, daha mantıklıydı işte.
"Biliyorsun, Vanessa." Diana'nın dudakları oyunbaz bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Birini bu şekilde süzmek hoş bir şey değil."
"Davet edilmeden gelmek de öyle."
"Beni asla davet etmezdin."
İtiraz bile etmedim.
"Hayır, etmezdim." dedim.
Diana yine gülümsedi. İçten bir gülümseme değildi. Yapmacık. Sahte. Uzak. O an fark ettim. Bu odada mantıklı ve yetişkin olan taraf o değildi, bendim. Benden yaşça daha büyük olmasına rağmen şu an istediğini elde edememiş bir çocuk gibi düşünüyordu. Müzik gibi tatlı bir sesle bana yaklaştı ama masum, meleksi bir ifadesi olsa da hiç de zararsız görünmüyordu. Öfkesini bastırmak için ne kadar uğraştığını görebiliyordum.
"Biraz konuşalım mı, Vanessa?"