Geri kalan kahvaltı boyunca olanları hatırlayarak gülüp durduğum için Abraham'ın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Normal bir zamanda olsaydık, neşeli olmam onu da mutlu ederdi ama şimdi nedenini anlamıyordu. Sadece ifadesine bakarak bile kafasının ne kadar karıştığını görebiliyordum. Bir süre sonra da gülüşlerim karşısında yüksek bir sesle iç çekti. Ben de biraz daha güldüm. Harrison'un yüzündeki o korkak, komik ifade gözlerimin önünden gitmiyordu. Hatırladıkça daha da gülesim geliyordu. Kıkırdayarak bir dakika önce tazelenmiş olan çayımdan bir yudum alırken Abraham, fular şeklinde taktığı atkısını çıkarmak için -Ona daha önce hediye ettiğim o atkıyı takıyordu- parmaklarını boynuna uzatırken bakışlarını üzerimden bir an olsun ayırmadı. Sonra ayırdı. Çıkardığı atkıya baktı ve onu düzgünce katlayarak küçük bir kare halinde masanın kenarına bıraktı. Sonra da bakışlarını yeniden yanağına yumruğunu yaslamış, kıkırdayan bir adet ben de dolaştırdı. Ne zaman merakına yenik düşüp soracağını merak ediyordum ki, düşündüğüm kadar bile beklememe gerek kalmadı.
"Dün dev bir hayvan tarafından saldırıya uğramış birine göre bugün fazla keyifli görünüyorsun."
Avucumu yanağımdan çekerek "Öyle mi?" dedim, saf saf. Gülümsemeye devam ederek, sanki bundan hiç haberim yokmuş gibi bir edayla, omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Yani... Güzel bir gün."
"Güzel bir gün, mü?"
"Evet."
Abraham, anlamakta güçlük çekiyormuş gibi bir suratla başını iki yana sallayarak "Bir garipsin bugün." diye mırıldandı.
"Hayır, değilim. Hem bu sadece bir çizik, o kadar." Ne kadar önemsiz olduğunu göstermek istediğim için saçlarımı kenara çekip kulağımın ardına sıkıştırdım. "Bunun yüzünden tüm gün surat assam bundan hoşlanmazsın ki. Hem bu hiç benlik bir şey değil."
Abraham biraz yumuşamış görünüyordu.
Hafif bir tonla "Haklısın, senlik değil. Yine de bu kadar keyifli olmanı beklemiyordum. Şaşırdım." diyerek beni onayladı. Bana olan bakışları bana çocukluğumu hatırlatıyordu. "Ama bunu tercih ederim tabii. Nasıl hissediyorsun bu arada? O çizik hâlâ acıyor mu?"
"Hayır, daha iyiyim. Merak etme."
"Hmm... Sevindim."
Abraham'ın omuzları gevşedi, ardından da tüm bedeni. İyi olduğumu söylemem karşısında gerçekten rahatladığını gördüğüm için sevindiğimi hissederek ona gülümsedim. Bana asla kötü davranmazdı ama aramızdaki iletişimin ne kadar zarar gördüğünü fark etmeyecek kadar bakarkör biri değildim. Bir şekilde birbirimizden uzaklaşmıştık. Bundan nefret ediyordum. Elimden bir şey gelmiyor olmasından da nefret ediyordum.
"Çayınızı tazeleyeyim, efendim." diyen Marie, üzerinde kiraz çiçeği desenleri olan beyaz çaydanlığı eğerek Abraham'a bir fincan çay doldurdu. Onu her zaman zehir gibi bir kahve içerken görmeye alışkın olduğum için bu sabah çay içmesine şaşırmadan edemedim. Bir süre sonra dayanamayıp keyifli bir tavırla sordum Abraham'a.
"Bu sabah kahve yok mu?"
"Hayır." dedi.
Öylesine, "Neden?" diye sordum.
Çayını alırken tatlı bir gülümseme dudaklarına belirdi. "Bugün biraz değişiklik yapayım dedim. Bir yerlerde çayın sakinleştirici bir etkisi olduğunu duymuştum. Bunu test etmek için gayet uygun bir zamandayım bence."
"Stresli misin?"
Abraham kaşlarından birini hafifçe kaldırdı ve imalı bir tonlamayla, "Sence değil miyim?" diye sordu.
Alt dudağımı ısırdım ve içimden 'Sana tüm gün boyunca laf sokup durmasını istemiyorsan şöyle aptalca sorular sorup durmayı kes!' diyerek azarladım kendi kendimi. Bir an cevap vermedim. Sonra verdim. İsteksizce kabullenmekten başka çarem yoktu.
"Biraz öylesin, evet."
"Ben 'biraz' demezdim. Tüm bu durum benim için bile oldukça bunaltıcı. Senin için nasıl olduğunu hayal edemiyorum bile."
"Ben... Şey... İdare etmeye çalışıyorum."
Ne dediğimi fark ettiğimde yüzümü buruşturmamak için yumruklarımı sıktım. Hah! İdare ediyorum mu? Ne anlamsız, ne aptalca! Sanki idare etmekten başka bir çarem varmış gibi! Ya idare edecektim ya da pes edip vazgeçecektim. Benim için orada bir yerlerde başka bir seçenek yoktu ve öyle karamsar hissediyordum ki asla olmayacağından da emindim.
Yumruklarımı gevşetip gergin bir nefes aldım. Düşüncelerim aniden o yöne kaydığı için, "Bu arada, Başkan Eugine hâlâ benimle görüşmek için bir talepte bulunmadı." diye belirttim. "Canımı sıkacak bir şey de yapmadı."
"Bu iyi bir şey değil mi?"
Dalgın bir şekilde Lotus'un koyduğu peynirlere bakarak, "Bilmiyorum," dedim. Durumu böyle yorumlamak çok kolay olurdu ama bu doğru hissettirmiyordu. "Beni yok sayması... Tuhaf."
"Neden? Bir şey yapacağını mı düşünüyorsun?"
Soruyu ona geri yönelterek "Sen ne düşünüyorsun?" diye sordum.
"Endişelendiğin buysa eğer sana bir şey yapamaz. Sen bir Westlandlısın, Vanessa. O da Westland'ın başkanı. Halktan tepki alacağını bilir çünkü öyle bir durumda kimse kendini güvende hissetmez."
Abraham'ın dediği şey o kadar mantıklıydı ki buna tüm kalbimle inanmak istediğimi hissedebiliyordum. Belki de bu yüzden Başkan Eugine beni görmezden geliyordu. Eğer varlığımı yok sayarsa bu meseleyi daha fazla uzatmayacağımı düşünüyor olabilirdi. Mümkün müydü? Başkan Eugine bu kadar sağduyulu bir adam olabilir miydi?
Buruk bir tebessümle "O halde bekleyip ne olacağını göreceğiz." diyerek kır çiçeklerinden yapılma çayımdan bir yudum almak için fincanımı dudaklarıma götürdüm...
Bir tarafım en iyisini ümit etmek isterken, diğer tarafım ümit etmeye dahi korkuyordu fakat hangi tarafım haklı olursa olsun, ihtiyacım olan tek şey zamandı.
Uzun bir kahvaltı faslından sonra Abraham yarım kalan bahçe işlerini bitirmek için yanımdan ayrıldı. Ben de biraz dinlenmek, temiz hava almak ve yalnız kalmak istediğimden ve bahçe kısmı da müsait olmadığından, üst kattaki balkonlardan birine çıkmaya karar verdim. Yapacak daha iyi bir 'işim' yoktu nasıl olsa. Oldukça şiddetli bir şekilde birine çarptığımda merdivenleri aceleyle çıkıyordum. Kendimi resmen Damien'ın kollarına atmıştım! Ben şaşkına dönmüş bir hâlde genç, yakışıklı yüz hatlarına bakarken, Damien, "Düşündüğümden daha çabuk karşılaştık." diyerek ellerini belimden çekti. Kendime gelmem için birkaç saniye gerekti. Hafif bir sesle gülerek bir adım geri çekildim. Gerçekten de garip bir karşılaşma olmuştu. İçimden, aptal, dedim kendi kendime. Nereye gittiğime dikkat etmediğim için hatalı olan bendim.
"Kusura bakma, Damien. Önüme hiç bakmıyordum. Sana çarpmak istememiştim."
"Nereye gidiyordun?"
"Hiçbir yere. Sadece balkona çıkacaktım."
Tereddüt etti, "Yalnız kalmak mı istedin, yoksa..." dedi ve susarak bir cevap beklercesine yüz hatlarıma baktı. Bana cidden benimle gelip gelemeyeceğini mi soruyordu? Ona cevap verebilseydim 'Bu evde birlikte yaşıyoruz, Damien. İstediğin yere istediğin zaman gelebilirsin. Özellikle de benim yanıma. Seninle vakit geçirmekten hoşlanıyorum.' diyecektim ama cevap veremedim çünkü Abraham merdivenlerin alt kısmından endişeli bir sesle ismimi söyledi. Damien kaşlarını çatarak tepki verdi. Ben de tırabzanların olduğu kısma yaklaştım ve ahşap sütunlara tutunup alt kata doğru bağırdım.
"Bir şey mi oldu, Abraham?"
Şaşırmıştım çünkü tüm gün boyunca bahçe işleriyle uğraşıp duracağını söylediği için onu bu kadar kısa bir süre içinde yeniden göreceğimi sanmıyordum.
"Evet!" dedi. Sesi kulağa gerçekten gergin geliyordu. Merakım katlanarak artarken Abraham'ı daha iyi duymak için tırabzanlara doğru biraz daha eğildim. "Hemen buraya gelmen gerekiyor! Çok ciddi bir durum var! Ve Damien'ı da getir!"
Tüm tüylerimin diken diken olduğunu hissettim çünkü Abraham'ın son cümlesinden sonra kaba saba bir küfür sesi ve bir şeyin devrilme sesi -Çok uğursuz bir sesti bu!- kulaklarıma ulaşmıştı. Bense ellerim tırabzanlarda, başım öne eğik bir biçimde, donup kalmıştım. Kıpırdayamıyordum. Nefes bile alamıyordum. 'Ve Damien'ı da getir.' Beynim bu kısa ama bir tokat kadar etkili olan cümleyi yavaş yavaş işlerken bunun aslında bir 'uyarı' olduğunu anladım. Aşağıda her ne oluyorsa, oraya kesinlikle tek başıma gelmemi istemiyordu. Acı dolu bir haykırış sesi kulaklarıma ulaşınca bu sesin Abraham'a ait olduğunu fark etmem için durup düşünmeme gerek yoktu. Tüm kaslarım daha da gerildi ve kan hızla damarlarımda dolaşmaya başladı. Panikten ve endişeden "Ah, hayır! Abraham!" diye bir nida çıktı dudaklarımdan. Damien'ı beklemeden merdivenleri koşarak geri inmeye başladım. "Vanessa! Bekle! Tek gitme!" diye seslendi Damien. Peşimden geliyordu ama Abraham'ın bir şekilde zarar görme ihtimali bir sis gibi zihnimin içini kapladığı için durup onu bekleyemedim. Hatta aksini yapıp, küçük bir çocukken sık sık yaptığım gibi, ikişer ikişer basamakları inmeye başladım. Bir yandan da bu kahrolası merdivenlerin neden bu kadar kıvrımlı ve uzun olduğunu düşünüp duruyordum. Tek bildiğim olabildiğince acele etmem, bir an önce Abraham'ı bulup güvende olduğundan emin olmam gerektiğiydi. Sonra bir şeyler hissetmek için kendime izin verebilirdim.
Oturma odasının önüne varana kadar aklıma her türlü kötü, her türlü saçma düşünce geldi. Kapının arkasında nelerin beni bekliyor olabileceğini düşünerek bir hışımla içeri girdiğimde ilk fark ettiğim şey korkudan rüzgara kapılmış bir yaprak gibi elleri titreyen Lotus oldu. Marie'nin de durumu pek farklı değildi. Yüzü kağıt gibi bembeyaz kesilmişti. Gözlerimi esir alan bir endişeyle etrafa bakınarak Abraham'ı aradığında onu bulmam sadece bir saniyeye mâl oldu. Tek eliyle kahvaltı masasının kenarına tutunuyordu, kahvaltıların çoğu yere dökülmüştü ve Abraham'ın elmacık kemiğinin üzerinde kocaman bir morluk vardı...
Yine de kan yoktu.
Bu iyi bir şeydi, değil mi?
Tam Abraham'a o morluğun nasıl olduğunu soracaktım ki, bir rüyadan uyanır gibi odanın içindeki diğer adamları fark ettim. Gerçekten orada başkaları da vardı. O kadar endişelenmiştim ki onları o ana kadar fark etmemiştim bile. Aklıma ilk gelen Başkan Eugine'di. Benden intikam almak için bu herifleri göndermiş olmalıydı fakat sonra fark ettim ki, bunlar Başkan Eugine'nin adamlarına benzemiyordu çünkü yerel fedailer her zaman şık bir üniforma giyerdi. Salaş kıyafetler içindeki bu adamlar, normalde görmeye alışık olmadığım türdendi. Ne yazık ki o adamlardan bir tanesi sadece iki adım ötemde, kitaplığın yanında duruyordu. Darmadağınık saçları ve sivri bir burun hattı olan herif, takip edemeyeceğim bir hızla bana doğru atıldı. Amacı neydi bilmiyorum ama dirseğimi sıkı bir şekilde tuttuğunda ritmi hızlanan kalbimle birlikte adrenalin damarlarımda yükseldi ve her hücrem kaygıyla dolup taştı. Korku ve endişeyle yoğunlaşan soluğumu serbest bıraktım.
Beynimin her bir hücresi işlevini yitirdiği için balina, uygun bir tepki veremiyordum. Neyse ki Damien verebiliyordu. Hem de çok hızlı bir şekilde verebiliyordu. Elini ondan çek, der gibi güçlü bir yumrukla kolumu sıkıca tutan yabancı adama saldırdı. Darbesi gürültülü bir sesle hedefini bulurken adam hissettiği acı yüzünden kolumu bırakmak zorunda kaldı. Geriye doğru sendeledi ve dengesini kaybetti. Toparlandığında bunu yeterince hızlı bir şekilde yapamadı. Damien, çoktan cüssesini kullanarak gürültülü bir şekilde onu devirip yere düşürmüştü bile! Yere çarpan bedenin çıkardığı patırtı odayı doldururken, duvarlardaki çerçeveler titredi. Olayın etkisiyle odanın tozları havada dans etti, kitaplar raflardan düştü ve perdeler sarsılarak sallandı. Damien ve adam birbirleriyle sert bir mücadeleye giriştiler. Korkunun yerini alan bir 'endişe' yavaş yavaş bedenime yayılıyordu ama neyse ki bu boğuşma kısa sürdü. Damien'ın dizinin ağırlığı adamın sırtına binerken, çarpıcı bir güç gösterisiyle onu hareketsiz hale getirdi. Gladyatör şaşkın bir öfkeyle doluydu. "Kimsin sen?" diye sorduğunda gözlerindeki parıltı, içinde yanan ateşin bir yansımasıydı. Adam küfür ederek yere yapıştırılmış bir böcek gibi kıvrandı. Damien'da dizini adamın sırtının ortasına daha da bastırdı, bir yandan da saçlarını tutarak herifin yüzünü ahşap zemine bastırıyordu. Bedeni Damien'in dizinin altında ezilirken, adam yaşadığı acıya dayanamayarak bir çığlık attı.
Şaşkınlıkla etrafıma baktığımda tanıdığım herkesin tepkisinin çok da farklı olmadığını gördüm; Marie, Lotus ve diğer çalışanlar korku dolu gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Bakışlarım oturma odamı dolduran sekiz kadar adamın üzerinde gezindi. Biri kanepeme yayılmış, biri piyanonun üzerinde oturmuş, geri kalanı da ayakta dikiliyordu. Bazıları tepkisiz olsa da çoğunun yüzünde küstah bir sırıtış vardı. Dengesiz, vahşi bir hayvan kadar tehlikeli olması haricinde adamların neden Damien'a müdahale etmediklerini merak ediyordum...
Yerdeki adam, sırtındaki baskı yüzünden giderek öfkeyle kaplanan bir yüzle "Bırak beni!" diye haykırdı. Bunu işitince hızlı bir biçimde Damien ve ona geri baktım. Damien dizini çekmediği için kontrol etmekte zorlandığı bir öfkeyle tekrar etti adam. "Sana bırak beni dedim!"
Damien, boğazının gerisinden alaycı bir ses çıkararak adamın yüzünü daha da yere bastırdı. "Bana ne yapacağımı söylemek için fazla aptalsın ve dediğini kendin yaptırmayacak kadar da güçsüzsün." dediğinde aynı alayı taşıyan başka bir ses araya girdi.
"Vay canına. Benim adamım mı çok güçsüz yoksa sen mi çok güçlüsün anlayamadım. Gerçi neden bu kadar saldırgan davrandığını da anlamadım."
Şaşkınlığımın katlanarak had safhaya ulaştığını hissettim çünkü Sage'ydi bu. Buradaydı, evimde, oturma odamın tam ortasında. Hayal görmüyordum. Kabus da görmüyordum. Gerçi bana soracak olursanız, gerçek bir kabustu bu. Sage bir kedi kadar çevik olan bedenini gevşek bir şekilde tekli koltuğa bıraktı, bacak bacak üstüne attı. Üzerindeki her bir kumaş siyaha ve griye bürünmüştü, bir soyguncuya benziyordu ve düşününce, gerçekten öyleydi de. Onu nerede arayacağımı düşünürken, kendi ayaklarıyla bana geleceği hiç aklıma gelmemişti. Yüzüme yapışmış kalmış olan şaşkın, saf ifadeyi bir türlü silemiyordum. Beni daha önce nasıl kandırdığını anımsayınca şaşkınlığım yerini öfke duygusuna bıraktı ve bir an Sage'nin üzerine saldırıp o tilki gülümsemesini suratından silmek istedim.
Sage'yle göz göze geldiğimizde dudaklarının kenarı yavaşça kıvrıldı ve bir tilki gibi sinsi bir şekilde gülümsedi, muhtemelen ona saldırmamak için kendimi tuttuğumu anlamıştı. Avucuyla zarif bir şekilde Damien'ı ve küfür edip duran adamını gösterdi. Durumu umursamıyor olmasına rağmen neredeyse nazik bir alayla "Bunu durdurmayacak mısın?" diye sordu. Cevap vermeden ona dik dik bakmaya devam ettim. O da güldü. "Hadi ama, Vanessa. Şu an Damien'ı durdurabilecek tek kişi sensin. Şiddete başvurmadan da konuşabiliriz. Zaten sen de bunu tercih edersin, değil mi?"
Evet, ederdim. O yüzden "Damien?" dedim, bu kargaşaya bir son vermesini istediğimi belli ederek.
Damien beni duydu. İfadesi yüzünden bir an beni dinlemeyecek sandım çünkü gerçekten çok kızgın görünüyordu ama dinledi. Başını salladı ve isteksiz bir biçimde dizini adamın sırtından çekerek ayağa kalktı. Bir sandalyeden destek alarak yerden kalkan adamın yüzü nahoş bir kırmızıya bürünmüştü. Sage tüm bu durumdan hastalıklı bir haz duyarak başını iki yana sallayıp alçak bir sesle kıkırdadı. "Vay canına. İkiniz de hiç misafirperver değilsiniz." diyerek beni ve Damien'ı azarlarken adamlarından birkaç tanesi de ona eşlik edip alçak sesle güldü...
Ben ne diyeceğimi bilemez bir hâldeyken Damien gözlerini Sage'nin üzerinden ayırmadan, "Burada hoş karşılanmayacağınızı biliyor olmanız gerekirdi." dedi. Ses tonunu duyunca yüzümü buruşturdum. Bu kulağa ona sövmek istiyormuş gibi geliyor.
Araya girdim ve Sage'ye çıkıştım.
"Seni buraya ne getirdi, Sage? Öyle bir hâl hatır sormak için gelmedin herhalde?"
"Merak etme, ziyaretimi uzun sürdürmek gibi bir niyetim yok. Buralarda bir yere uğramam gerekiyordu. Hazır uğramışken de seninle konuşmak istedim."
"Ne tesadüf, ben de seninle görüşmek istiyordum."
Ve yine o tilki gülümseme...
Koltukta arkasına yaslanarak öfkeli ifademi hiç acele etmeden süzdü, sonra da tembel tembel çene hattını ovuşturdu.
"Ses tonundan anahtarın pilinin olmadığını fark ettiğini yorumluyorum. Sandığımdan çok daha çabuk oldu doğrusu, etkilenmediğimi söyleyemem."
Ağzım bir karış açık kaldı. Sonra sertçe çenemi sıktım. Bir de dalga geçmeye cüret ettiğine inanamıyordum! Sage o kadar... Kibirliydi ki...
Utanıp özür dilemesini falan beklemiyordum elbette ama açık olmak gerekirse, bu kadar üste çıkmasını da beklemiyordum. Ona doğru bir adım attığımda adamlardan bir tanesi de benim yaptığımı yaptı. Damien'ın arkamı kollayacağından emin olmama rağmen düşündüğüm şeyi yapmak istemeyerek olduğum yerde durdum çünkü birine saldırmak hiçbir zaman bana göre bir şey olmamıştı. Zaten onu kızdırmak bir işe de yaramazdı. Daha da kötüsü, bunu gurur meselesi haline getirip bana pilin yerini söylememe ihtimâli vardı. Böyle bir durumda mantığımın sesini dinlemek ve ona saldırmak gibi aptalca bir hata yapmamak zorundaydım. Abraham'ın yanağındaki morluğa baktığımda bunu yapmam daha da zorlaştı. Sage'nin adamlarından biri ona vurmuş olmalıydı. Nasıl bir pislik yaşlı bir adama vururdu ki? Hem de Abraham gibi tatlı birine?
Gözlerim adamların üzerinde dolaştığında Damien'ın az önce yere serdiği adamın parmak boğumlarının kırmızı olduğunu gördüm.
O, olmalıydı.
Kendi kendime 'Keşke Damien'dan geri çekilmesini hiç istemeseydim.' diye düşündüm.
Sakinleşmek için elimden gelen her şeyi yaparak Sage'ye geri odaklandım. O sırada parlak, mavi bir taştan yapılma dekoratif dünyayı uzun, ince parmaklarının arasında döndürerek beni inceliyordu. İğneleyici bir sesle "Eğer benimle konuşmak istiyorsan işe görgü kurallarına uyarak başlayabilirsin." dedim ve başımla etraftaki adamlarını işaret ettim, Sage sanki varlıklarını yeni fark etmiş gibi gözlerini onların üzerinde gezdirdi...
"Ah, pardon." diyerek adamlarına biraz geride durmalarını işaret eden bir el hareketi yaptı.
Biraz daha rahat hissettiğimde, en az korkmuş olarak onu gördüğüm için Marie'ye, "Abraham'ı buradan götürüp yüzündeki o morlukla ilgilenebilir misin, Marie?" diye sordum.
Marie bir transtan sıyrılır gibi gözlerini kırpıştırdı. Ne dediğimi anlamamış gibiydi. Tam tekrar edecektim ki "Tabii ki hanımefendi, hemen hallediyorum." diyerek başını aşağı yukarı salladı ve Abraham'a destek olmak için kolunun altına girerek ona eşlik etti. Daha fazla kargaşa kaldıracak bir hâlde olmadığım için diğer çalışanlara da oturma odasından çıkmalarını belli eden bir işaret yaptım. Elbette ki Damien çıkmadı. Onun da çıkmasını isterdim ama bunu asla yapmayacağını gösterir gibi başını inatla iki yana salladı. Ben de ısrar etmedim. Aslında memnundum da. Varlığı bana daha güvende hissettiriyordu.
Sage, "Gel otur, ayakta kalma." dediğinde neredeyse kahkaha atacaktım.
Burası zaten benim evim, diye çıkışmamak için dişlerimi birbirine bastırarak kendimi yürümeye zorladım ve Sage'nin oturduğu koltuğun karşısında duran ikili koltuğa yavaşça yerleştim. Damien yanımdaki boşluğa geçtiğinde bakışlarım yumruk attığı için boğumları tahriş olup kızarmış olan eline kaydı. Korumacı tarafım yüzünden ona pansuman yapmasını söyleme isteği içimde yükseldi ve bunu daha sonra mutlaka yapmam gerektiğini aklımın bir köşesine not ettim, en azından Sage evimden defolup gittikten sonra.
Yeniden konuştuğunda "Arkadaşın oldukça agresif." diyerek haddi olmayan bir yorumda bulundu Sage. "Yeraltı Şehri'nde falan mı büyüdü?"
Tüm tüylerim diken diken olduğunu hissettim. Yoksa Damien'ın oradan geldiğini biliyor muydu? Yine de mucizevi bir şekilde sakin kalmayı başararak omuzlarımı silktim. "Yeni uyandığında huysuz oluyor."
Gıcık bir sakinlikle "Ya da seni ve adamlarını gördüğüm için," diye ekledi Damien. Ona anlamlı, rica eden bir bakış attım. Tepesini attırma, Damien. Hâlâ pili bulmak için ona ihtiyacımız var.
Sage, yumruğunu yanağına yaslayarak "Hmm. Ne kadar şirin. Ben normalde insanların ilişkileri hakkında yorum yapmam ama siz ikiniz gerçekten iyi anlaşıyor gibisiniz." diyerek bir yorumda daha bulundu. Damien'a bir an baktı ve bana geri bakarken, sanki bir anda aklına gelmiş gibi, "Bu arada, Peter nerede?" diye sordu, hiç beklemediğim bir şekilde...
Kafam karışmış bir hâlde "Neden onu soruyorsun şimdi?" dedim.
"Sadece yanında olmamasına şaşırdım."
"Bunda bu kadar şaşılacak ne var?"
"Sen onun kız arkadaşı ya da onun gibi bir şeyi değil miydin?"
Damien, alaycı bir şekilde gülümsedi.
Benim tek düşündüğümse 'Oof! Kahretsin!' idi. Sage'nin sözleri bedenimde bir şok dalgası gibi yayılırken bundan hoşnut olmadığımı hissettim. Peter'ın bana olan hisleri o kadar belli oluyor muydu? Anlamayan bir tek ben miydim?
"Hayır," dedim zorlukla. "Değilim."
"Cidden mi? Ne garip. Ben her zaman siz ikinizin bir gün evleneceğini düşünmüştüm."
Evlilik kelimesini beklemiyor olmalı ki bunu duyunca Damien'ın alaycı gülümsemesi yok oldu, gözlerinde parıldayan bir şaşkınlıkla kaşlarını çattı. Benim tepkimse pek farklı değildi. Bu garip durumu nasıl toparlayacağımı düşünürken nefes almakta zorlanıyormuşum gibi hissettim. Dudaklarımdan bir "Ne?" nidası süzüldü. Rahatsızlık yüreğime bir iğne gibi batarken koltuğumda kıvranarak derin derin soludum. Evlenmek mi? Peter'la mı? Onu öylesine 'kardeşim' gibi görüyordum ki bunu hayal edemiyordum bile. Yoo. Hayır. Bu kadının derimin altına işlemesine izin vermeyecektim. İstediği de buydu zaten.
"Buraya neden geldin, Sage?"
Ses tonum sabrımın taşmak üzere olduğunu ele veriyordu.
Sage dudaklarını büzdü ve omuzlarını silkti. Sonra da düşünüyormuş gibi çenesini kaşıyarak "Damien?" dedi, bizden çok kendi kendine. "Bu isim çok tanıdık geliyor bana. Size de öyle değil mi çocuklar? Daha önce nerede duydum acaba? Ah, tabii ya. Yeraltı Arena'sı! Meşhur gladyatör, Damien!"
İçimde yükselen düşünceleri bastırmak için mücadele ederken gerildim. Ne yani, zaten biliyor muydu...
"Cidden onun kim olduğunu öğrenemeyeceğimi mi sandın, Vanessa?" Sage, onaylamayarak dilini şaklattı. "Bırak Yeraltı Şehri'ni, yoldan geçen herhangi biri bile onun kim olduğunu söylerdi. Biraz araştırma yaptım ve neler olduğunu öğrendim. Başkan Eugine sana karşı oldukça bonkör davranıyor, değil mi? Gerçi tepesini arttırmışsın adamın."
Tamam.
Her şeyi biliyordu.
Hem de her şeyi.
Öfkeyle yumruklarımı sıkarak "Kes şunu, Sage!" diye azarladım. Bunları nereden öğrendiğini bilmiyordum ama duymaktan hoşlanmadığım şeyler söyleyip duruyordu. Elbette beni dinlemeden alay etmeye devam etmek için bakışlarını Damien'a sabitledi, onu süzdü...
"Biliyor musun, kölelerin ustalarına karşı neler hissettiğini hep bilmek istemişimdir. Bana açıklamak ister misin, Damien? Çünkü içimden bir ses onun için her şeyi yapacağını söylüyor."
"Sage!" diye bağırdım.
"Tamam, tamam..." Ellerini teslim olur gibi havaya kaldırdı ama hâlâ sinirlerimi bozacak kadar pişkin bir şekilde gülüyordu. "Kesiyorum. Ah, buraya neden gelmiştim? Pil, evet. Onu çoktan sattım ama onu senin için geri alabilirim, tabii bir iyilik karşılığında. Bilirsin, istediğimi elde ettiğim sürece her şeyi yapmaya hazırım."
"Para mı istiyorsun yine?"
"Belki buna inanmayacaksın ama ben paraya o kadar değer vermem. En azından listemde ilk sırada değil. İlk sırada ne olduğunu bilmek ister misin?" Cevap vermeden ona baktım. Sage bunu bir onay olarak algıladı ve ellerini zarif bir şekilde iki yana açarak cevabı söyledi. "İtibar."
Kaşlarımı kaldırarak tekrar ettim. "İtibar mı?"
"Evet, itibar."
Ne kadar paragöz olduğunu bildiğim için bu sözcüğün Sage için paradan değerli olduğuna inanmakta zorlanıyordum ama ifadesi öyle netti ki... Sanırım doğruyu söylüyordu. Lafını bölmedim çünkü içten içe bu konuşmanın nereye bağlanacağını duymak isteyen bir parçam vardı. İtibarın bir hırsız için ne gibi bir önemi olabilirdi ki? Bu bir katilden merhamet beklemek gibi bir şeydi. Bana göre Sage'de ikisinden de yoktu, ne merhamet ne itibar.
"Benden ne yapmamı istiyorsun o halde?"
"Öncelikle az önce yanlış ifade ettim. Aslında pili satmadım, tam olarak değil. Adamın biriyle girdiğim bir iddia da kaybettim. Pille birlikte bölgedeki itibarımı da kaybettim çünkü girdiğimiz iddia en güçlü adamlarımızı ölümüne dövüştürmek üzereydi. Tahmin edersin ki, adamım o arenadan bir ölü olarak çıktı. O küstah pislik bir de benimle herkesin önünde alay etti! Acayip öfkelendim! Onu kendi oyununda yenmek istiyorum. Bu yüzden bana benim adıma dövüşecek biri lazım ve umarım arena derken Yeraltı Arenası'ndan bahsetmediğimin farkındasındır. Pilini alan adam yasadışı dövüşler yaptıran bir suç baronu."
Kelimeleri hem duyuyor hem de net bir biçimde algılıyordum ama takıldığım tek nokta 'benim için dövüşecek biri' dediği kısımdı.
Ah, hayır...
Sage buraya benim için gelmemişti.
Damien için gelmişti.
Gözlerimi aval aval kırpıştırdım. Bir kâbus görüyor olmalıydım. Uyanmayı o kadar istiyordum ki...
Cevap çok açık olmasına ve bunu onun da biliyor olmasına rağmen, Damien, duyarsız bir sesle "Neden ben?" diye sordu.
"Yeraltı gladyatörleri hayatlarından başka kaybedecek bir şeyleri olmayan insanlar. Dolayısıyla çoğu genç yaşta ölüyor ama sen farklısın." Sage onu süzdü. Bu kez değerlendirircesine. Ne kadar güçlü olduğunu anlamak istiyormuş gibi omuzlarına, kollarına, gövdesine ve bacaklarına baktı. En son da gözlerine. "Sen bir efsanesin ve hakkında dolanan söylentilerin uydurma olmadığını az önce gördüm. Yere devirdiğin o adam, en güçlü ikinci adamımdı. Bu yüzden seni seçtim, Damien. Benim adıma dövüşürsen ve kazanırsan itibarım kurtulur. Eh, siz de o aptal pili alırsınız."
Ondan ne kadar nefret etsem de Sage'nin zeki olduğunu kabul etmeliyim. Risk almak istemiyordu ve bunun için de en garanti yol neyse onu seçiyordu. Atladığı tek bir nokta vardı... Ben! Zaten bana pili vermiş olması gerekirken bu küçük detayı atlamış, şimdi de karşıma gelmiş umurumda bile olmayan itibarını kurtarmam için beni 'tehdit' ediyordu. Küstahlık somut bir şey olsaydı kesinlikle bu kadın olurdu. Bu saçmalığa yeterince katlanmıştım.
"Hayır, Sage." dedim, katı bir tonla aralarına girerek. "Damien anlaşmamıza dahil değil."
Teklifi anında geri çevirmem karşısında Damien'ın bedeni kaskatı kesildi. Alçak bir sesle "Sorun değil." deyince dehşet dolu bir şekilde ona bakmak için koltukta döndüm.
"Hayır, sorun. Dövüşmeni istemiyorum. Hele ki onun için. O bir haydut, bir kanun kaçağı."
"Onun için dövüşmeyeceğim. Senin için dövüşeceğim. Bu, farklı."
"Damien..." dedim tereddütle.
Kabul etme! Kabul etme! Sakın...
Damien iç çekti ve bana yaklaşmak için koltukta hareket etti. Burnuma ona ait olan şampuan kokusu dolarken "Düşündüğün kadar bile sürmez." diye söz vererek gözlerimin tam içine baktı. Ne yapacağımı bilmiyor, kendimi inanılmaz kırılgan hissediyordum. Damien bunun bana kendimi nasıl hissettirdiğini bildiği için yumuşak bir sesle devam etti. "Dinle. Bundan ne kadar nefret ettiğini biliyorum ama o pile ihtiyacın var, değil mi? Yapmak istiyorum, Vanessa."
Adımı söylüyor olması ilk kez hoşuma gitmemişti çünkü ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu. Buruk, alınmış bir şekilde "O hâlde neden bana soruyorsun?" diye sordum.
"Çünkü sen izin vermezsen yapamam."
Sanki sözcükler bana zarar verebilirmiş gibi irkildim. Ardından öyle acı bir şekilde güldüm ki boğazımı bir ateş kapladı. "Niye? Ustan olduğum için mi?" diye sordum, tatsız bir alayla.
"Hayır." diye Damien. "Sen olduğun için. Hepsi bu. Ne düşündüğün benim için önemli."
İznimi istemiyordu, onayımı istiyordu. Bu gerçeği fark edince kalp kırıklığım şaşkınlığa dönüştü. Ne düşündüğüm Damien için gerçekten bu kadar önemli miydi? Kahretsin ki, gözlerindeki bir şey beni savunmasız bırakıyordu. Bakışlarımı indirerek, cılız bir sesle, "Peki." dedim ve anında derin bir endişenin pençesine düşerken içten içe bunun korkunç bir karar olmamasını diledim. Keşke, keşke gelecekte neler olabileceğini önceden bilseydik. O zaman bu kararımın doğru olup olmadığı konusunda kendimi bu kadar yiyor olmazdım. Bilinmezlik kadar kötü bir şey daha yoktu.