Ayrıntılarını hatırlamıyor olsam da güzel bir rüya gördüğümü biliyordum. Rüyamı terk edip beni uyanmaya zorlayan şey gerçek hayattan gelen bir sesti. Gün ağarmıştı ve yatak odamın kapısı çalıyordu. Gözlerimi aralayıp uyku sersemi gözlerle doğan güneşin turuncuya ve pembeye boyadığı tavana bakarken açık pencereden giren serin sonbahar meltemi hafifçe tenimi okşuyor, perdeleri kıpırdatıyordu. Hava öyle ferah, öyle güzeldi ki birkaç gün önce bu şehirde kopan fırtına şimdi tuhaf bir hayal gibi geliyordu. Kapı sesi tekrar odamın içinde yankılandığında, artık yumuşak yastığıma veda etmem gerektiğini düşünerek yavaşça yataktan doğruldum. Derin, rahatlatıcı bir sabah nefesi aldım. Ardından uyumadan önce banyo ettiğim için dalgaları daha da yoğunlaşmış olan siyah bukleleri yüzümün önünden çektim ve sanki gerçeklikle bağlantımı hâlâ tam anlamıyla sağlayamıyormuş gibi yarı bitkin, mahmur bir sesle, kapının ardındaki kişiye, "Girebilirsin, kapı açık!" diye seslendim. Bir yandan da kuruyan boğazımı temizlemek adına bir bardak su almak için ahşap komodine uzandım.
Yine sakarlığım üzerimdeydi.
Cam sürahiyi almak isterken az kalsın üst üste yığılmış olan kitaplardan bir tanesini yere deviriyordum, neyse ki son anda ileri uzanıp kitabı kapağından tutmayı başardım. Parlak bir ciltle ve taze bir kokuyla kaplı kitabın üzerine, altın harflerle işlenmiş isme baktım. "İnce Kar." Yazarının Surya'lı olması dışında hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı kitabı, Dağın Yankısı adındaki diğer kitabın üzerine bırakırken yatak odamın kapısı sessizce açıldı. Evdeki çalışanlardan ikisi, Lotus ile Marie, içeri girdi. Güne erken başlamış olmalıydılar ki ikisinin üzerinde de kusursuz bir şekilde ütülenmiş olan gömlek tarzındaki beyaz, hizmetçi elbiseleri vardı. İkisi de gülümsüyordu.
Dün akşam olanlar yüzünden neşeli olmaktan uzak ama yine de nazik bir sesle "Günaydın," dedim. Aslında biraz şaşırdığımı kabul etmem gerek. Bugün beni her zaman olduğu gibi Abraham'ın uyandırmasını bekliyordum, Marie ve Lotus'un değil.
Lotus, gülümseyerek bana doğru bir adım attı ve titiz bir şekilde elbisesinin eteğini düzelttikten sonra "Sabahınız nasıl geçiyor, efendim?" diye sordu. Kızın bana 'efendim' demesini garip karşılamamak için epeyce bir uğraşmam gerekmişti. Gülümsemek için de. O sırada da Marie odamın perdelerini aralayarak içeri daha fazla ışık girmesini sağlıyordu.
"İyi sayılırım." Sage'yi bulmak zorunda kaldığımı öğrendikten sonra ne kadar iyi olabilirsem artık. Dayanamayıp bu düşünce karşısında iç geçirerek "Saat kaç?" diye sordum Lotus'a. Lotus kibar bir şekilde kafasını salladı.
"Sekizi yirmi geçiyordu, en son. Aç mısınız?"
Kız bunu deyince bir anda ne kadar kahvaltı etmeye muhtaç olduğumu fark ettim. Dün doğru düzgün yemek yemediğim için bugün ekstra aç hissediyordum. "Evet. Kahvaltı hazır mı?" diye sordum, kızlara.
"Evet, biz de sizi uyandırmaya gelmiştik. Kahve mi yoksa çay mı istersiniz?"
"Çay, lütfen."
Marie ve Lotus odamın sabah dağınıklığını şöyle bir toparladıktan sonra rahat bir şekilde giyinebilmem için beni rahat bıraktılar. Ancak yalnız kalınca yatağımdan ayrılacak gücü bulabildim. Üzerimde büyük bir yük olsa da bugünü keyifli geçirmek için elimden geleni yapmak istiyordum. Yumuşak, dantel detayları olan geceliğimi çıkarıp hızlı bir şekilde üstümü giyindikten sonra kahvaltı masasına geçip bana ait olan sandalyeye oturdum. Etrafıma bakındım fakat ne Abraham ne de Damien ortalıkta görünmüyordu. Birden yalnızlık o kadar da iyi hissettirmemeye başladı. Asık bir suratla başımı önüme çevirip her türden yiyeceğin olduğu kahvaltı masasına bakarken Marie fincanıma harika kokan bir bitki çayı doldurdu. Ona teşekkür ettim. Sonra da çayımdan bir yudum aldın ve dilimin üzerinde dolaşan büyüleyici aroma karşısında gözlerimi kapattım. Hmm. Çayın içinde ne olduğunu bilmesem de bu yumuşak tadı gerçekten sevmiştim.
Gözlerimi araladığımda Marie'ye dönüp bariz bir merakla, "Ne çayı bu?" diye sordum. Bir yudum daha aldım. Sonra bir yudum daha. "Gerçekten güzelmiş."
"Bilmiyorum, efendim."
"Nasıl bilmiyorsun? Sen hazırlamadın mı?'
"Hayır, Lotus hazırladı."
Üzerinde renkli ve çeşitli peynirlerin yer aldığı zengin bir tabağı, çıtır simitlerin yanına yerleştiren Lotus'a bakışlarımı çevirdim. Gözlerimin üzerinde olduğunu hissettiği an başını yavaşça kaldırarak bana doğru baktı. Zaten bir kulağı bizde olmalı ki, ne sorduğumu bilerek, "Yabani kır çiçekleri," diye yanıt verdi bana. "Büyükannemin tarifiydi. Bu çayın stres azalttığını söylerdi, hoşunuza gidebileceğini düşündüğüm için yaptım."
"Gitti, teşekkür ederim." Tadını bir kere daha almak isteyerek fincanı dudaklarıma götürmeden önce "Gerçekten etkilendim, çok yeteneklisin." dedim.
Lotus, övgüm karşısında şaşırmış görünüyordu.
"R-rica ederim." diye cevap verdi, alçakgönüllülükle. Yüzündeki gülümseme, yaptığı işten duyduğu keyfi yansıtıyordu.
"Keşke benim de bu tür yeteneklerim olsaydı." diye öykünmeden edemedim. "Mutfakla aram hiçbir zaman iyi olmadı."
"Ama siz de çok yeteneklisiniz."
"Evet ama çay yapmayı bilmiyorum."
"Bilmenize gerek var mı? Çay yapmak herkes için gerekli bir beceri değildir, önemli olan bizi diğerlerinden ayıran yeteneklerdir."
Bunu duyunca bir an şaşırdım ve sonra onu övdüğüm zaman Lotus'un neden o kadar şaşırdığını anladım. Ondan çok daha yetenekli olduğumu düşünüyordu. Nedeni neydi acaba? İşimle çok para kazanmam mı? İşimle kazandığım paranın, insanların beni değerli bulmasının tek ölçütü olmadığını söylemek istiyordum. Para kazanmak önemli olsa da gerçek değerimiz ve yeteneklerimizle ilgili olduğunda hayatın sadece küçücük bir parçasıydı. Bazen bunu görmek zor olabiliyordu, özellikle de dünya güç ve zenginlik üzerine kurulu olduğu için.
Fincanı masaya geri bırakarak "Bence," diye lafa girdim yavaşça. "Çay yapmak da oldukça güzel bir beceri. Bir ara bana bunu nasıl yaptığını anlatmalısın. Elizabeth seni geri istediğinde bir daha bundan içemeyecek olmak beni üzer."
Lotus şaşırdı, sonra gülümsedi.
"Siz nasıl isterseniz."
Sanki varlığı bir mıknatıs gibi beni kendine çektiği için Damien tüm ihtişamıyla odaya girince dikkatim Lotus'dan kopup ona odaklandı. Dalgın, ilgili bir tavırla dirseklerimi masanın kenarına yaslayarak gladyatörümü süzdüm. Uykudan yeni kalkmış Damien, hafifçe kıvrılmış saçlarıyla ve iyi bir uyku çektiği için ışıldayan, lacivert gözleriyle kendine has bir çekiciliğe sahipti. İnce bir kumaştan yapılmış oldukça rahat görünen beyaz gömleği bol olmasına rağmen geniş omuzlarını vurguluyordu. Şöyle bir dikleşip "Günaydın, Damien. Gelsene. Kahvaltı edelim." dediğimde yumuşak bir gülümseme dudaklarında oynadı ve başını salladı. Damien yanımda duran sandalyeyi çekip otururken göz ucuyla Lotus'un ağzının iki karış açıldığını gördüm. Gözleri Damien'in üzerindeydi, sanki bir sahnede oynanan tiyatro oyununu izliyor gibiydi. Marie onu dirseğiyle dürtünce ağzını kapattı ve gergin bir şekilde işine geri odaklandı. Damien'la kahvaltı etmemin nesi bu kadar şaşırtıcı, diye düşünüyordum ki insanların daha önceki tepkisi aklıma geldi. Lotus'u sevmiştim, çok tatlı bir kızdı. Üstelik onun sayesinde Sage'nin beni kandırdığını anlamıştım ama Damien konusunda bir boşboğazlık yaparsa ne tepki verirdim, hiç bilmiyordum.
"Bu çayı mutlaka denemelisin, Damien." diyerek Marie'ye Damien'a da bir fincan çay getirmesi için işaret verdim. "Lotus yapmış, inanılmaz bir şey. Bence seveceksin."
"Alnın nasıl? Hâlâ acıyor mu?"
Elimi kaldırdım ve dünden kalan bir eser olan alnımdaki o çiziğe dokundum. Hafif bir sızı haricinde hiçbir şey hissetmedim. O taşa sandığım kadar sert çarpmamıştım herhalde. Önemli değilmiş gibi cılız bir şekilde gülümseyerek "Ah, sen sorana dek hissetmiyordum bile." dedim şaşkın şaşkın...
Damien, parmaklarını uzatıp nazikçe alnımdaki çiziği okşadı. Gözlerimiz buluştuğunda lacivert denizlerine dalmış gibi oldum. "Daha iyi görünüyor." derken o anın getirdiği duygularla Damien'e gülümsedim.
"Daha iyi hissediyorum." Damien parmaklarını alnımdan çekerken bir anda Lotus'un da orada olduğunu anımsadım. Toparlanmaya çalışarak boğazımı temizledim ve konudan uzaklaşmak için kıza dönüp "Abraham nerede? Kahvaltıya inmeyecek mi?" diye sordum, merakla. Varlığına öyle alışmıştım ki onu görmemek bana kendimi garip hissettiriyordu.
"En son bahçedeydi, geçen günkü fırtınadan kalan hasarları düzeltiyordu."
Başımı çevirdim ve büyük pencereden bahçe tarafına baktığımda gerçekten de Abraham'ın orada olduğunu gördüm. Onu görmemiş olmam garipti çünkü cidden, tam olarak orada duruyordu işte! Gözümün önünde! Yanında orta yaşlarda görünen ve turuncu tulumlar giyen dört adam vardı. Abraham'da bahçedeki hasarlı kısımları işaret ederek ciddi bir ifadeyle adamlara ne yapılması gerektiğini anlatıyordu. Buradan bile bir sürü işi olduğunu görebiliyordum. Ağaçların dalları yere saçılmıştı, çitler kopmuş, bahçe heykelleri kırılmıştı. Demek meşgul olduğu için o sabah yanıma gelememişti. Kapının zili tüm evde yankılanırken Lotus "Ben bakıyorum." diyerek kapıya koşturdu. Yalnız kalınca bunun olanlar hakkında konuşmak için çok uygun bir zaman olduğuna karar vererek bakışlarımı Abraham'dan çekip tekrardan Damien'a odaklandım.
"Sage'yi olabildiğince çabuk bulmam gerekiyor," diyerek dolaşmadan acil olan konuya yöneldim. "Bir an önce bu meseleyi halletmek istiyorum, Damien."
"Tamam, sen ne zaman istersen yola çıkarız."
Çıkarız. Biz. Yine. Bu düşünceyle başımı yavaşça iki yana salladım. Tam "Benimle gelmek zorunda..." diyordum ki, Damien "Zorunda değil miyim?" diyerek tamamladı. Masadan destek alarak avucunu yanağına yasladı ve bunu düşünerek beni hafifçe süzdü. "Biliyorum ama yine de seninle geleceğim."
"Neden?"
"Çünkü felaketleri çağırıyorsun resmen."
Aceleyle geri çekildim ve bu cevaba şaşırarak, abartılı bir mimikle, "Ne?" dedim ve neredeyse anında itiraz etmek için atıldım. "Ben öyle bir şey yapmıyorum!"
Damien, kaşlarını hafifçe kaldırdı. Ben de gözlerimi kaçırdım. Kahretsin. Kızardığımı hissedebiliyordum resmen. Ben belayı çağırmıyordum ki, en azından her zaman yapmıyordum.
Bir şeyin, herhangi bir şeyin, bu utanç verici anı bölmesi için dualar ederken bu isteğim şaşılacak kadar hızlı bir biçimde kabul oldu. Lotus ile birlikte içeriye güneş renginde saçları olan, uzun boylu, genç bir adam girdi. Gözlerim bu beklenmedik misafiri incelerken daha önce görmediğimden kesinlikle emin olduğum adamın aynı zamanda da çok şık giyindiğini fark ettim. Üzerindeki zarif ve şık giysilerin detaylarına kadar her şeyi görebiliyordum. Ceketinin kumaşı, kravatının rengi, ayakkabılarının parlaklığı... Her şey özenle seçilmiş ve bir araya getirilmiş gibiydi. Lotus ellerini zarifçe önünde birleştirerek dudaklarını aralarken meraklı gözlerim hâlâ adamın üzerinde dolaşıyordu.
"Bayan Born, sizinle iş görüşmesi yapmak isteyen bir beyefendi var."
Aniden neşem yerine geldi. Bir iş. Nihayet. Demek ki söylentileri umursamayan birileri vardı bu dünyada.
Yüzüm anında ışıldarken olabildiğince... Hatta olabildiğinceden de daha çok misafirperver davranmaya çalıştım. Yerime doğrulurken ifadem de gülümsemem de içtendi. Mutluluğumun gözlerimden yansıdığımdan emindim.
"Evet, elbette. İsminiz neydi?"
"Harrison Montclair."
Bu soyisim neden bu kadar tanıdık geliyor?
"Hoş geldiniz, Bay Harrison." Sanki orada bir kahvaltı masası olduğunu aniden hatırlamış gibi masayı gösterdim. "Lütfen, gelin, kendinize bir sandalye çekin."
"Teşekkür ederim, çok zarifsiniz."
Bay Harrison diğer tarafıma oturmak için sandalyeyi çekerken Damien adama karşı olabildiğince aldırmaz davranıyordu çünkü adam da onu açıkça görmezden geliyordu. Fikrimi açıkça söyleyecek olursam, bence adam Damien'ın kim olduğunu biliyordu ve onu açıkça yok sayarak onu küçümsüyordu. Sakinleşmek için dişlerimi sıktım. Harrison, Damien'ı rahatsız edecek bir şey söylemeye cüret ederse ondan gitmesini isterdim ama şimdi, her şey böylesine sakinken, gerçekten bir işe ihtiyacım vardı. Sandalyemde daha dik otururken yüzüme 'Hadi, kavga etmeden iş konuşalım.' ifadesi kondurdum ve tüm dikkatimi ona vererek Bay Harrison'a baktım. O da bana bakıyordu. Beni süzdü.
"Sizinle tanışmak bir zevk, Bayan Born."
"Sadece Vanessa, lütfen."
Damien sandalyesinde rahatça arkaya yaslanarak karşısındaki adamı sessizce süzdü.
Merakımı uyandırdığı için, ani bir dürtüyle, "Soyadınızı daha önce duymuş olabilir miyim? Çok tanıdık geliyor. " diye sordum çünkü duyduğumdan kesinlikle emindim. Bu kadar tanıdık geliyor olmasının başka bir açıklaması olamazdı... Sadece hatırlayamıyordum.
Harrison, "Muhtemelen onu meclis toplantılarından birinde görmüşsünüzdür. Babam, üyelerden biri." diye açıkladı.
Demek bu yüzden bu soyisim tanıdık geliyordu.
Dışarıdan ifadesiz görünsem de kafamda dönüp duran soruların cevaplarını bulmak için çok çaba sarf ediyordum. Damien'la olanlardan sonra bir meclis üyesinin oğlunun benimle iş yapmak isteyeceğine hiç ihtimal vermemiştim. Başkan Eugine başta olmak üzere, tüm meclisin bana kızgın olduğunu sanıyordum. Gerçi bu adam benimle iş yapacağını babasına söylememiş de olabilirdi. Gerçi o zaman bu durum daha da can sıkıcı olurdu...
Marie, Damien'a çay doldururken ona gözlerimle yanımda duran adamı işaret ettim. Kafasını salladı. Sonra masanın etrafından dolandı ve Harrison'a da çay ikram ederken neşeli, nazik bir sesle "Afiyet olsun, efendim." dedi. Harrison çayından uzun bir yudum alarak beni süzdü ve gözleri kısacık bir an için Damien'a takılsa da sonra hemen bana geri baktı. İfadesi şimdi biraz buruktu. İçimde çok kötü bir his vardı ve bunda yanılmadığımı anlamam uzun sürmedi.
"Biliyor musunuz, buraya gelirken dedikoduların yalan olduğunu düşünmüştüm. Bilirsiniz, insanlar her şeyi abartmaya bayılır ama bu gladyatörle birlikte kahvaltı ettiğinize göre hepsi doğruymuş. Sizin için üzüldüm açıkçası. Asi, laf dinlemez bir köleden kat kat daha fazlasını hak ediyorsunuz."
Bir an adamın küstahlığına, cüretkârlığına inanamayarak dondum kaldım. Damien kıpırdadı. Eyvah. Hızlı bir şekilde masanın altından uzanıp Damien'ın kaskatı kesilen bacağına dokundum. Bana baktı. Ben de ona baktım. Sakin ol. Damien sandalyesinde geriye yaslanarak dişlerini birbirine sürttü ve Harrison'a yumruk atmaktan vazgeçmeye kendini ikna etmek için adam hariç her yere baktı. Kendime de 'Sakin ol.' diye geçirdim içimden yoksa adamın ağzına bir tane çakabilirdim. Konuşabilecek bir hâle geldiğimde, Harrison'a geri bakarak, "Bu durum sizi hiç ilgilendirmez," dedim bariz bir öfkeyle.
"Sadece söylüyorum."
"Söylemeyin. Bakın. Ne düşündüğünüz umurumda bile değil. Eğer iş konuşmayacaksanız ve canımı sıkmaya devam edecekseniz sizden gitmenizi istemek zorundayım."
Harrison şaşırdı, gerçekten şaşırdı. Bunu gözlerinde görebiliyordum. Çayını içmeden dudaklarından çekti ve bana doğru eğilerek, neredeyse eğlenen bir ifadeyle, "Beni kovuyor musunuz?" diye sordu. Abartılı bir jestle kendini gösterdi. "Hem de bir meclis üyesinin oğlu olduğumu bile bile?"
"Evet. Saygısızlık ediyorsunuz."
Adamın şaşkın bir keyifle parlayan ifadesine dik dik bakarken 'Hayatı o kadar mükemmel ve sıkıcı ki muhtemelen şimdiye dek kimse onu evinden kovmamıştır, bu yüzden de bu durumu çok eğlenceli buluyor.' diye düşündüm... Ama neyse ki, hemen toparlandı. Başını iki yana salladı ve özür diler gibi bir jestle elini bana doğru kaldırdı.
"Özür dilerim. Burnumu sokmak istememiştim. Haklısınız, beni ilgilendirmez. İş konuşalım. Sunacağım iş teklifinin tam olarak size uygun olduğunu düşünüyorum. Belki bilmiyorsunuzdur, benim birkaç fabrikam var. İçindeki makineler düzenli olarak arızalanıyor ve tahmin edersiniz ki bu da beni maddi açıdan oldukça zarara uğratıyor. Duyduğuma göre siz harika bir makinistmişsiniz. Birkaç kişiyle daha görüştüm ve açık olmak gerekirse, sizinle anlaşmaya istekliyim. Epey yüksek bir ücret karşılığında elbette."
Kendi kendime düşündüm. Kulağa güzel bir iş gibi geliyordu. Hem fabrikalara gideceğim için bu adamla da pek muhatap olmak zorunda kalmazdım
Tereddüt ediyormuş gibi rol yaptım ve "Bence güzel bir teklif." diyerek fikrimi söyledim.
"Evet, kesinlikle öyle." dedi Harrison, beni hem sözle hem de başıyla onaylayarak. "Son olanlardan sonra paraya ihtiyacınız olduğunu biliyorum ve açık olmak gerekirse, insanların hakkınızda ne dediğini o kadar da umursamıyorum. Benim için günün sonunda işi nasıl yaptığınız önemli. Bu yüzden babam ısrarla karşı çıkmasına rağmen sizinle anlaşmak için buraya gelmek istedim. Elbette bir şartla."
"Bir şartla mı? Nedir? Gizlilik sözleşmesi mi?"
Harrison benimle iş yaptığının duyulmamasını istese bu o kadar da şaşırtıcı bir şey olmazdı, özellikle de babası meclis üyesi olduğu için. İtibar bu insanlar için her şey demekti.
"Hayır. Sözleşme gibi bir şey değil. Daha basit bir talep. Ben yalnızca bu büyüleyici varlığı bir buluşmaya davet etmek istiyorum."
Damien'ın gözleri derin bir şaşkınlıkla irileşti. Sanırım Harrison'un neden bahsettiğini biliyordu, benim aksime. Bense adamın söylediklerinden hiçbir şey anlamayarak kaşlarımı çatmıştım. Büyüleyici varlık? Bu da ne demekti? Neden bahsediyordu?
Harrison, hiçbir şey anlamadığımı fark edince gülümseyerek elimi avucunun içine aldı ve üzerini nazikçe öptü. Kirpiklerini kaldırıp gözlerimin içine baktı.
"Cevabın ne, Vanessa?"
Benden mi bahsediyordu?
Sanki bir rüyadaymışım gibi hissettim. Yutkunarak "B-buluşma mı?" diye kekeledim. "Ama bu çok mantıksız!"
"Bunun nesi mantıksız? Sen güzel, akıllı ve yeteneklisin. Seninle vakit geçirmenin çok eğlenceli olacağından emindim."
Pekâlâ.
Konuyu böyle bir şeye getirmesini kesinlikle beklemiyordum.
İşimle o kadar meşguldüm ki ve herkes o kadar tuhaf olduğumu düşünüyordu ki daha önce kimse bana çıkma teklifi etmemişti, özellikle de bu şekilde. Peter zaten kardeşim gibiydi fakat Harrison bir yabancıydı. Zengin ve gençti. İtiraf etmem gerekirse, güneş rengi saçları ve deniz rengi gözleriyle yakışıklı da görünüyordu. Etkilenmem gerekirdi belki ama hiç etkilenmemiştim. Aksine utanıyor ve içine düştüğüm bu durumdan kesinlikle aşırı rahatsız oluyordum. Rahatsız bir ifadeyle Damien'a baktım. Kaşları çatıktı ve kendini kontrol altında tutmaya çalışıyormuş gibi alnında hafif bir kırışıklık oluşmuştu. Yeniden Harrison'a baktım ve bir saniye durduktan sonra şaşkın bir merakla "Buraya bunun için mi geldin?" diye sordum.
"Sadece iş teklifi yapmak için gelmiştim ama fikrimi değiştirmeme neden oldun. Ne diyorsun? Hâlâ bir cevap vermedin bana?"
Ne? Sen manyak mısın? Seni kovdum çünkü beni sinir ettin! "Hayır," diye reddettim, elimi adamın elinden tiksinir gibi hızla çekerek. Tiksiniyordum da. Midem feci bulanıyordu. "Özür dilerim ama müşterilerimle çıkmıyorum." dedim aceleyle, bulabileceğim en basit bahaneyi bularak. Harrison'un yüz ifadesi bir an için üzgündü ama hemen ardından tekrar toparlandı. Onu reddetmem daha da hoşuna gitmiş gibiydi. Çapkın bir gülümsemeyle kolunu sandalyemin ardına attı, pahalı parfümü o kadar yoğundu ki burnumu yaktı. Damien'a göz ucuyla baktım. Gözlerini Harrison'a dikmişti ama salak herif beni bir şey yapmaya zorladığı için onu nasıl sinir ettiğini fark etmeyecek kadar bana odaklanmıştı.
"Oof. Yazık oldu." dedi yapay bir üzgünlükle. "O zaman sanırım paramı alacak başka bir makinist bulmam gerekecek."
Mavi bir okyanusu andıran gözlere meydan okurcasına bakarken kalbimde bir ateş harlandı sanki. "Beni tehdit mi ediyorsun?" dedim, sözcükler dişlerimin arasından kısık bir tonla çıkmıştı. Yüzümde hissettiğim sıcaklık, bu yabancı adama karşı hissettiğim öfkenin somut bir yansımasıydı.
"Paraya ihtiyacın olduğunu biliyorum."
Yani, beni tehdit ediyordu.
Bunu yapmamam gerekirdi, biliyordum ama herif öyle ukalaydı, ki onun tehditlerine boyun eğmeyeceğimi açıkça ifade etmek istiyordum.
Buz gibi bir tebessüm dudaklarımı süslerken önümde duran çay fincanına uzandım. "Damien?" dedim, sesimdeki kararlılık her kelimeyi sararken. Ben ona seslenince Damien gözlerini Harrison'dan ayırıp bana çevirdi. Sanki zaman durmuş gibiydi, dünyada sadece Damien'in buz gibi gözleri ve benim öfkeden ateş gibi parlayan bakışlarım vardı. Başımı yeniden önüme çevirirken artık soğumaya başlamış olan çayımdan ufak bir yudum aldım. Kasıtlı bir yavaşlıkla fincanı masanın üzerine geri bıraktım ve gözlerimi çaydan ayırmadan sakin bir sesle konuştum. "At şu pisliği evimden... Ve istediğin kadar şiddet kullanabilirsin."
Odanın havası sanki bir anda değişti.
Damien, "Zevkle." diyerek korkutucu derecede kendinden emin bir zarafetle sandalyesinden kalktı. Çayımdan bir yudum daha almak için uzanırken Harrison'un şaşkınlıkla geri çekildiğini görür gibi oldum. Arkamdan dolanıp ona doğru gelen Damien'a yüz hatlarına yavaş yavaş yayılan bir kaygıyla bakıyordu. Endişelenmekte hakkı da vardı. Damien şu an avına saldırmaya hazırlanan yırtıcı bir kaplan gibi görünüyordu. İstediği zaman ne kadar korkutucu ve tehditkâr olabildiğini biliyordum.
Harrison, bana, "Hey! Durdur şunu!" diye emretti.
Fincanımdaki sıvıya sanki çok ilginç bir şeyi inceliyormuş gibi bakarken, alaycı bir sesle "Sen yapsana." dedim. Beni onunla randevuya çıkmam için tehdit ettiğinden, ki eminim tüm gece boyunca beni taciz ederdi, şu an ne kadar korktuğunu düşünmek bile beni eğlendiriyordu. Zengin olabilirdi, babası meclis üyesi de olabilirdi ama dövüşmek söz konusu olduğunda kedinin patilerinin altındaki bir fare kadar çaresizdi. Damien ise tam aksiydi.
"Hey, dur Damien! Onu dinlemek zorunda değilsin!"
"Değil mi? Şimdi de kendi kararlarını verebilen, özgür biri mi oldu? Az önce ne dediğini unuttun mu?" diye sorarken onunla alay etmek için daha önceki flörtöz sesini taklit etmiş, sesimi yumuşatmıştım. "O bir köle ve benim kölem. Yani sadece beni dinler ve ben de seni iyice bir benzetmesini istiyorum. Yapacaksın, değil mi, Damien?"
"Sen nasıl istersen, Usta."
Harrison geri çekilmeye kalktı ama Damien daha çok hızlıydı, pahalı kıyafetini tek eliyle sertçe yakaladı. Sonra onu oturduğu sandalyeden öyle kaba bir şekilde çekip kaldırdı ki sandalye gürültüyle yere devrildi. Şaşkınlıktan az kalsın fincandaki çayı üzerime döküyordum. "Hey!" dedim. Başımı çevirdim ve Damien ile yüzü bembeyaz kesilmiş Harrison'a bakmak için çenemi kaldırdım. "Ortalığı dağıtma." dedim uyararak.
"Sonra toplarım." diyerek Harrison'a dik dik baktı. Bir an için için gerçekten de... Öfkeliydi. Hem alaycı hem kızgın bir şekilde "Demek seninle randevuya çıkarsa ona iş vereceksin? Ne kadar da kibarsın. Dur da sana teşekkür edeyim." diyerek adamı öyle bir savurdu ki, Harrison sırtını piyanonun tuşlarına çarpıp yere düştü. Nota sesleri dramatik bir şekilde kulaklarıma ulaşırken bu sesin evdeki diğer insanların dikkatini çekeceğini biliyordum, bilhassa da Abraham'ın. Harrison, korkuyla başını kaldırıp Damien'a baktı. Onun fiziksel gücü karşısında şaşkına dönmüş, az önceki ukala ve tehditkâr halinden eser kalmamıştı. Yeterince korkmuş görünüyordu, bu yüzden bu kedi-fare oyununu daha fazla uzatmak istemedim.
Harrison'a "Senin yerinde olsam kaçmaya başlardım." diyerek sandalyede yan dönüp başlığına kolumu yasladım. "Yoksa Damien birkaç kemiğini kırar."
Sözlerim üzerine Harrison dehşete kapılarak piyanodan destek alıp ayağa kalktı. Bir iki kez düşse de sonunda odadan tek parça halinde çıkmayı başardı. Dış kapının çarpma sesini duyduğum anda bir kahkaha attım. Gülüşlerimin arasından zar zor "Vay canına! Gördün mü? Neredeyse korkudan ölecekti!" diyerek ayağa kalktım ve gülmeyi kesmeden odanın ortasında duran Damien'a doğru tembel adımlarla yürüyüp iki elimle göğsüne hafifçe vurdum. "Ama bunu bir daha yapma, tamam mı? İnsanları korkutmak iyi bir şey değil. Sen neden gülmüyorsun? Bunu komik bulmadın mı, Damien?"
"Hayır." dedi.
"Ama neden?" diye yakındım.
"O pisliği gerçekten dövmek istedim." Gülüşüme bakıyordu, bakışları gamzemde dolaştı ve gözlerime tırmandı. "Ama senin eğlendiğini görmek her zaman güzel."
"Biliyor musun, senin de öyle..." diyerek ağzının kenarına dokundum. O yumuşak, sıcak dudakları parmaklarımın hemen altındaydı. Onu öptüğüm o anı düşündüm. Sonra bunu düşünmemeye çalıştım. Teşvik edici bir tavırla "Birazcık gülebilirsin. İşte, böyle. Hadi." derken Damien'ın dudakları elimin altında kendiliğinden kıvrıldı. Bir saniye sonra o da benimle birlikte gülmeye başladı. Sesi tatlı bir melodiyi andırıyor, gülmek ona feci yakışıyordu. Başını iki yana salladı. "Şirinlik etmeyi bırak." diyerek ellerimi bileklerimden tutup dudaklarının üzerinden çekti ama tam da istediğim gibi gülmeyi bırakmadı. O an fark ettim ki hayat berbat bile olsa mutlu olmak için çok küçük bir şey yeterli olabiliyor. Mesele onu görebilmekte... Ve onu seninle görebilecek insanları bulmakta...