Canını yakmaktan çekinerek Abraham'ın yanağındaki morluğa nazikçe dokunurken Sage için hissettiğim öfkenin harlanarak arttığını hissedebiliyordum. Abraham'a vuranın onun adamı olduğunu bilsem de elimde değildi, Sage izin vermeden o pisliklerin nefes bile almayacağından emindim. O haydutların hepsi ona koşulsuz şartsız itaat ediyordu. Dolaylı olarak, bu onun suçluydu. İsteseydi, pekâlâ, buna engel olabilirdi ama neden olsundu ki? Özellikle de benden bu denli nefret ediyorken. Bazen o kadının hayattaki tek amacının beni sinir etmek olduğunu düşünüyordum. Bu olanların başka bir açıklaması olamazdı bana göre.
Marie üzgün bir suratla pansuman eşyalarını toparlayarak yanımızdan ayrılırken parmaklarımı Abraham'ın yanağından çekerek, endişeli bir sesle, "Çok acıyor mu?" diye sordum. Bir yandan da 'Evet, acıyor.' yanıtını almamak için dualar ediyordum.
Abraham, "Hayır, acımıyor." derken sanki önemsiz bir şeyi savuşturmak ister gibi elini havada salladı.
"Ah, Abraham. Ben çok, çok çok üzgünüm. Onun evime gelebileceğini hiç düşünmemiştim."
"Biliyorum, Vanessa." dedi beni sakinleştirmek için gülümseyerek. Koltukta arkasına yaslandı ve bir şey söylemeden önce gözleri kısa bir an için kapanarak derin bir nefes aldı. "Endişelenme artık. Seni suçlamıyorum. Sen de kendini suçlama, tamam mı?"
Kelimeler dudaklarımdan hafifçe süzülürken "Ama elimde değil ki." diye mırıldandım, gözlerimi uzaklara kaçırarak.
"Bu arada, Sage neden buraya gelmiş?"
Ona gerçekleri asla söyleyemeyeceğimi bildiğim için bir ağırlık kalbime çökerek beni boğmaya başladı. Gergin bir biçimde yanağımı okşarken "Hiçbir şey..." diyerek bocaladım. "Sadece beni sinir etmek istemiş, o kadar."
"Tam onluk bir şey. O kadının ne kadar tehlikeli olduğunu sana daha en başta söylemiştim. Onunla asla iş yapmamalıydın."
Dediğine gülümsemek isterdim ancak yapamadım, dudaklarım ve kalbim bana ihanet etti. Bir insan daha ne kadar haklı olabilirdi acaba? Üstelik daha hikayenin tamamını bile bilmiyordu. Kendimi gerçekten berbat hissediyordum. Aptal. Korkak. Beceriksiz. Listem uzayıp gidiyordu.
İkinci kez düşünmeden kollarımı beline dolayarak Abraham'a sarıldım. "Teşekkür ederim." derken sesim çatladı.
Şaşırdığını hissedebiliyordum.
"Ah, neden?"
"Her zaman... Buradasın. Belayı çağırıp durmama rağmen beni asla yalnız bırakmıyorsun. Bazen tepeni öyle çok attıracağımdan ki beni terk edeceğinden korkuyorum. Lütfen öyle bir şey yapma. Sahip olduğum tek aile sensin."
"Ne saçmalık!" Abraham boğuk bir sesle güldü. "Biliyorsun, baban ile ben yakın arkadaştık. Ömrümün yarısı onunla geçti sayılır. O... Gittiğinden beri seni onun emaneti olarak görüyorum çünkü baban bana bir şey söyleyebilecek olsaydı eminim sana göz kulak olmamı isterdi. O yüzden ne kadar tepemi attırırsan attır burada duruyor olacağım. Hem babalar çocuklarını asla bırakmazlar."
Babalar çocuklarını asla bırakmazlar.
Bu cümle yüzünden kendi öz babamı düşündüm. Ortadan kaybolmuştu. Bir anda. Hiçbir şey demeden. Hiçbir iz bırakmadan. Hangisinin daha iyi olduğuna karar veremedim. Beni gerçekten terk ettiyse bu gerçek bir baba değil demektir ama hâlâ hayattadır. Eğer beni gerçekten terk etmediyse o zaman gerçek bir babadır ama bu da muhtemelen çoktan öldüğü anlamına gelir...
Sarılmayı kesip geri çekilirken, "Peter'ı buraya geri getireceğim." diye söz verdim, bir anlık pişmanlıkla.
Hemen "Hayır," diyerek karşılık verdi Abraham. "Yapma, Vanessa. Peter'ı çok seviyorum ama buraya geri dönerse sana ve Damien'a sorun çıkarıp durur. Onunla zaten her dışarı çıktığımda görüşüyorum, merak etme. Hem böylesi daha iyi."
Bu defa tavsiyesini dinleyerek başımı tamam anlamında salladım. Kafamızı dağıtmak için bir süre gerçekten önemi olmayan şeyler hakkında konuştuk. Sage'yle yaptığımız anlaşma yüzünden o kadar kötü bir ruh halindeydim ki ne konuştuğumuzu doğru düzgün anımsamıyordum bile ama bir ara gerçekten güldüğümü hatırlıyorum. Neye gülmüştüm acaba? Neyse. Önemi yoktu artık. Odasından ayrılmadan önce Abraham'a "Senin için en kısa süre içinde bir doktor çağıracağım." diye söz verdim. Muhtemelen doktora ihtiyacı olmadığını söylemek için dudaklarını araladı ama onu dinlemeden odadan çıktım. İlk karşılaştığım kişi aşçım Juno oldu, o sırada ağzına kadar meyvelerle dolu olan bir kasayı mutfak kilerine taşıyordu. Ondan işi bitince Abraham'ın yüzündeki morluğa bakması için bir doktor çağırmasını rica ettim. Bunu ben yapamazdım çünkü Sage yolculuğa çıkmak için kapımın tam önünde beni bekliyordu. Hiç değilse bize birkaç gün vermesini ummuştum, belki o zaman Damien'ı bu korkunç fikirden vazgeçirebilirdim ama tam da bundan korktuğu için olsa gerek, Sage oldukça aceleci davranıyordu.
O anlaşmayı düşününce bayılacak gibi oldum, yanımdaki duvara tutunarak gözlerimi kapattım.
Bana bunu neden yapıyordu? Bu düşüncenin beni ne kadar endişelendirdiğini, ne kadar korkuttuğunu anlayamıyor muydu? Bir gladyatör olduğunu ve oldukça iyi dövüştüğünü biliyordum ama ya ölürse? Ya zarar görürse? Üstelik izleyebilecek miydim? Mesele sadece beni kan tutuyor olması değildi. Orada durup Damien'ın ölümüne biriyle dövüşmesini hissiz bir şekilde seyredemezdim. Bunu yapamayacağımı bilecek kadar kendimi iyi tanıyordum... Ama öte yandan, Damien'ı oraya tek de gönderemezdim. Yapamazdım çünkü bu evde kalıp onun geri dönmesini umut ederken kafayı yerdim. Bu yüzden onunla birlikte gitmek zorundaydım.
"Hanımefendi! Ne oldu? İyi misiniz?"
Lotus'un endişeli sesi kulaklarımda çınladı, ardından koluma dokunan parmakları hissettim. Gözlerimi araladığımda kendimi hiç olmadığım kadar bitkin hissediyordum. Hizmetçi kız ise bana sanki her an bayılacağımdan korkuyormuş gibi bir ifadeyle bakıyordu. Benden hâlâ bir cevap beklediğini fark ettiğimde olduğu kadar toparlanmaya çalışarak "Evet," diye yalan söyledim. "Sadece başım döndü biraz."
"O garip kadın yüzünden mi?"
Bunu derken Sage'den bahsettiğinden emindim çünkü bu evde şu an başka bir garip kadın yoktu. Gerçi ben Sage için garip demezdim. O daha çok göz korkutucuydu.
"Hayır," dedim yine yalan söyleyerek. "Ve bugün olan şeyden kimseye bahsetmezsen bana çok yardımcı olursun, Lotus. Özellikle de Elizabeth'e ve amcama."
"Söylemem. Merak etmeyin."
Elizabeth ve amcamın bugün olanları öğrenmesi olabilecek en kötü şey olurdu ve olabilecek ikinci kötü şey de Abraham'ın Sage ile yaptığımız anlaşmayı öğrenmesi olurdu.
"Lotus..." dedim ve bir yalan düşündüm. Sonra o sabahki Harrison'u hatırladım ve zamanlama çok uygun olduğu için bunu kullanmaya karar verdim. Abraham zaten o sırada bahçede olduğu için onu evime girerken görmüş olmalıydı. Buna inanmaması için hiçbir sebep yoktu bana göre. "Ben birkaç günlüğüne buralarda olmayacağım. Bu sabahki herifi hatırlıyor musun, onun işi için şehir dışındaki fabrikaları ziyaret etmem gerekiyor. Abraham'a bunu sen iletir misin? Ama daha sonra, önce bir doktorla görüşmesi lazım."
"Evet, elbette ama siz yokken malikaneyle kim ilgilenecek?"
"Abraham. Bir şey olursa ona ilet. Ben burada değilken her şeyi o idare eder. Ve..." Omzumun üzerinden Abraham'ın kapısına baktım yüzündeki o morluğu düşünürken, bir de onu düşünerek kendime işkence etmeksense birini bu konuda yetkilendirmenin çok daha iyi olduğuna karar verdim. Lotus'a geri bakarken çok daha endişeli bir sesle devam ettim. "Ona dikkat et, tamam mı? O da benim gibi tam bir işkoliktir. Kendini fazla yormamasını sağla."
Lotus başını eğerek yumuşak bir şekilde gülümsedi. Sanırım bu onun dilinde 'Tamam, ilgilenirim.' demekti. Gerçekten rahatladığımı hissettim. En azından Abraham söz konusu olduğunda gözüm arkada kalmayacaktı.
Gerçekten içten bir şekilde "Teşekkürler, Lotus." dedim.
"Rica ederim... Ve lütfen siz de kendinize dikkat edin."
Bakışlarındaki hüzün yüzünden bir an Lotus'un neredeyse her şeyi bildiğini düşünecektim ama sonra bunun sadece safça bir kaygıdan kaynaklandığını anlayarak nefesimi bıraktım. Lotus sadece benim için endişeleniyordu, o kadar. Keşke ona yardımcı olacak bir şeyler söylebileyecek hâlde olsaydım ama o an kendime bile hayrım yoktu. Kıza sadece burukça gülümseyebildim. Sonra ona veda edip üzerimi değiştirmek için yatak odama geçerken kendimi hiç olmadığım kadar yalnız hissediyordum. Uzunca bir süre de yalnız hissetmeye devam edeceğimden kuşkum yoktu. Sorun bendim. Zihnimde dolaşan kara bulutlardan bir türlü kurtulamıyordum. Bir de bela peşimi bırakmıyordu.
Sadece önündeki şeye odaklan aptal, dedim kendi kendime ve öyle de yaptım. Olabilecek en hızlı şekilde üzerimi değiştirip yeni kıyafetlerimle dışarı adım attığımda düşüncelerimde o kadar kaybolmuştum ki etrafımdaki her şey kavramakta zorlandığım bir bulanıklık içinde akıyordu. Malikaneden uzaklaşarak caddede yürümemiz, yüksek binaların gökyüzüne uzandığı Büyük Meydan'dan geçmemiz, şehirlerarası ulaşım sağlayan bir tren istasyonuna varmamız... Son olarak da etkileyici bir mühendislik harikası olan ve ilk bakışta raylar üzerinde uzanan bir dev gibi görünen sağlam metal yığınının tepesinden dumanlar ve buharlar çıkararak bize yaklaşması...
Dürüst olmam gerekirse, bir trene en son ne zaman bindiğimi hatırlamıyordum. Zaten bu yüzden ona bu kadar ilgiyle bakıyordum. Vagonlar dev kutular gibiydiler ve trenin pencerelerinden bakıldığında o pencereler içerideki yaşamı gösteren bir kapıyı andırıyordu. Yolcular koltuklarında otururken hem manzarayı izleyerek hem de birbirleriyle sohbet ederek zamanlarını geçiriyorlardı. Bir süre sonra ben de o yolculardan bir tanesi oldum. İtiraf etmem gerekir, trene binmek sanki başka bir dünyaya geçmek gibiydi. Vagonun içindeki atmosfer, sıcaklık, ve trenin hareketiyle birlikte hissedilen o hafif sarsıntı beni hemen etkisi altına aldı. Dev penceremden bakarak gelip geçen manzaraları izlemek ise büyüleyici bir şeydi. Tarlalar, nehirler, ormanlar, kasabalar ve dağlar bir şerit gibi gözlerimin önünden akıp duruyordu. Ah, böyle bir deneyimin tadını çıkaracak bir ruh halinde olmak ne güzel olurdu! Fakat o an zihnimi meşgul eden tek şey, Damien'dı. Anahtar bile değildi. Ne zaman bir çözüm bulmaya çalışsam, sadece daha da derin bir çaresizlikle karşılaşıyordum. Kendimi çaresiz hissetmekten hoşlanmıyordum. Bu hissiyat benim için yabancıydı çünkü genellikle çözüm bulmakta daha iyiydim ancak şimdi kendimi bu duygudan kurtaramıyordum.
Gözlerimin önünde sürekli dönüp duran düşünceler ruhumu yavaş yavaş yiyip bitirdiği için derin bir nefes alıp ciğerlerimi yaşamın tazeliğiyle doldurdum. Başka bir şeye odaklanırken zihnimin karmaşıklığıyla başa çıkmaya çalıştım. O sırada daha önce hiç uğramadığım Avollania Kasabası'ndan geçiyorduk. Bizi karşılayan 'Hoş geldiniz, yeşil tepelerin kucakladığı Avalonia'ya adım attığınız için mutluluk duyuyoruz!' yazılı dev pankartı gördüm ve kısa bir an için gülümsedim çünkü önümüzde uzanan manzara tam da bu tanımı hak ediyordu. Gerçekten de yeşil tepelerin kucakladığı bir bölgeydi burası. Doğal kaynaklarıyla ünlü olan Dreamland'a yakın olduğu için bu hiç de şaşırtıcı bir şey değildi. Rahatça oturduğum kırmızı koltuğun koluna dirseğimi dayayarak başımı trenin camına eğdim ve dikkatle dışarıya baktım. Yan yana dizilmiş taşlı evler kasabanın gri ruhunu taşıyordu. Evlerin pencerelerinden sarkan çiçekler ve dar sokaklarda dolaşan insanlar, bu kasabayı canlı ve renkli gösteren tek şeydi. Bir çocuk, neşeyle işaret parmağını kaldırıp rayları gösterdi. Hafifçe yerinde zıplıyor, trenin geçişi onun yüzündeki coşkuyu daha da arttırıyordu.
Bazen, özellikle de böyle sıkıntılı zamanlarda, yetişkin sorumluluklarını bir kenara bırakıp yeniden bir çocuk olmak istiyordum. Herhangi bir endişe taşımaksızın dünyayı keşfetmek, hayal gücüyle dolu bir evrende yaşamak ve en basit zevklerin tadını çıkarmak... Ancak ben bir yetişkindim ve öyle davranmak zorunda olduğum anlardan birini yaşıyordum. Bu sebeple gözlerimi çocuktan uzaklaştırdım, ruhsuz gözlerle bir poşet elma satın alan bir yetişkine bakmaya başladım.
"Kızgın mısın bana?"
Damien'ın varlığını hatırlamak bir an için şaşırmama neden oldu çünkü tam karşımda oturduğunu unutmuştum. Başımı yavaşça çevirip gözlerimde derin bir bakışla ona baktım. Uzun seyahatler için özellikle tasarlanmış olan kırmızı minderli koltuklar, karşı karşıya yerleştirildiği için Damien'ın yüzünü net bir şekilde görebiliyordum. Damien'ın teni alacakaranlıkta kaybolmak üzere olan turuncu ışıkların altında bir mermer heykeli gibi pürüzsüz görünüyor, ışıklar normalde lacivert olan gözlerini derin bir denizin parlak mavisine büründürüyordu. Bakışlarımla onu baştan aşağı süzdüm. Rahat duran bir pantolon ile beyaz gömlek giymiş, zarif bir tarzla gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı... Ve evet, aynı kabinde birlikte seyahat etmemize rağmen yol boyunca ikimiz de tek kelime konuşmamıştık. Sage'nin hangi kabinde olduğu hakkında da en ufak bir fikrim yoktu. Sadece inme zamanı geldiğinde bana bunu haber edeceğini umuyordum. Gözlerimi yeniden pencereye çevirdim. Tren kasabadan çıkmış, sıra dağların olduğu kuzeye doğru dönmek için kayalarla kaplı bir yamaca yönelmişti...
"Neden? Kızgın mı görünüyorum?" diye sordum, gözlerimi yamaçlardaki yuvasına konan bir şahinden ayırmadan.
"Benimle hiç konuşmuyorsun."
Haklıydı, konuşmuyordum ama yanlış yorumluyordu. Ona kızgın olduğum için değildi. Üzgün ve endişeli olduğum içindi.
"Hayır, sana kızgın değilim. Sadece düşünceliyim."
Aramızda sessizlik belirdi ve sanki konuşmak için uygun zamanı bekliyormuş gibi hissettim. Belki de şu an doğru an değildi. Her şey o kadar taze ve yeniydi ki, her an vazgeçip geri dönmek isteyebilirdim ancak Damien öyle düşünmüyordu, sözlerini dikkatle seçerek sakin bir sesle devam etti.
"Neden buna bu kadar karşı olduğunu anlayamıyorum."
İçimdeki çelişkilerle boğuşurken yüzümde beliren kafa karışıklığıyla gözlerimi kayalık yamaçlardan çekip Damien'a geri baktım.
Dalga mı geçiyordu benimle?
Konuşacak bir hâle geldiğimde "Damien..." dedim sesimde hafif bir titremeyle. "Gerçekten böyle şeylerden hoşlanmıyorum."
"Biliyorum ve bu özverini taktir ediyorum ama bir şeyi isteyerek yapmak ile zorunda olduğun için yapmak arasında fark var. Bunu sen önermedin, yapmamı da sen söylemedin. Ben istedim. O pile ulaşmanın en kestirme yolunun bu olduğunu sen de biliyorsun."
"Evet ama bu yoldan gitmek istemiyorum."
"Gerçekten mi?" dedi, soru sormaktan uzak bir tonla. Parmaklarını güneşin parlattığı siyah buklelerin arasından geçirirken suratıma beni okuyamıyormuş gibi baktı. Ne tesadüf. Ben de onu okuyamıyordum. "Bu kadar önemli olan ne? Neyi isteyip istemediğini anlamak çok zor. O makineyi durdurmak istediğini sanıyordum... Ama yine de hiç memnun değilsin."
"Elbette memnun değilim. Neyi isteyip istemediğimin bir önemli yok Damien, sonunda zarar görebileceğin bir şey yapmak istemiyorum. Tanrı aşkına! Başkan Eugine'e kafa tuttum çünkü sana zarar vermek istiyordu. Meclis'e kölelik karşıtı reform önerdim çünkü seninle birlikteyken nasıl bir dünyada yaşadığını gördün. Arthur'un üzerinden para kazanmak için Mina'yı kullanmasını istemedim çünkü o arenaya çıktığın gün geçmişinin nasıl olduğunu öğrendim. Sense Sage'nin aptal, beş para etmez itibarını kurtarmak için yasadışı bir yerde dövüşmeyi kabul ettin. Hayatın boyunca yalnız olduğunu biliyorum ama senin için endişelendiğimi anlamıyor musun gerçekten? Ayrıca sadece zarar görmüyorsun, zarar da veriyorsun... Ve bu yanlış."
Damien, homurdandı. "O zaman neden kabul ettin? Daha önce arenaya çıkmayı önerdiğimde reddetmiştin."
"Çünkü o bir yardım teklifiydi, buysa senin kararındı. Bana bunu yapmak istediğini söyledin. Sana sahip değilim, hiçbir zaman olmadım. Gerçekten değil. Senin ne yapacağına ne yapmayacağına karar vermiyorum ben, seninle aynı fikirde olmasam bile. Bunu neden yaptığını bile anlamıyorum. Ne bu şehri umursuyorsun, ne de insanları."
Sustuğumda aşırı hızlı konuştuğum için nefes nefese kalmıştım. Damien ise öylece yüzüme bakıyordu. Sonunda konuştuğunda, yavaşça, "Ama seni umursuyorum." diye itiraf. Birini önemsemenin böyle bir şeye neden olması karşısında başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Damien yine de devam etti. "Ben senin gibi değilim, Vanessa. Ne yetenekliyim, ne zenginim, ne de kimse ne düşündüğümü umursuyor. Yaptığım tek şey, bildiğim tek şey bu. Dövüşmek. Senin için yapabileceğim tek şey de bu. Bunu bir teşekkür olarak düşünemez misin? O pili aldıktan sonra bir daha yapmama gerek kalmayacak bir şey olarak?"
İş işten geçti zaten. Şimdi vazgeçersek Sage geri dönmemize hayatta izin vermez, en azından sağlam bir şekilde ve Damien'a hayır demek hâlâ çok güç.
"Sen..." Sözler dudaklarımın arasında sıkışıp kaldı çünkü ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Koltukta arkama yaslanırken tereddüt ederek, sesimin tonuna karışan bir endişeyle, "Bana zarar görmeyeceğine dair söz verir misin?" diye sordum. Böyle bir şey en azından düşüncelerimi yatıştırırdı. Damien başını iki yana sallarken dediğim şeyi küçümseyerek hafifçe gülümsedi bana.
"Bunu daha önce de yaptım. Ben..."
"Damien!" dedim uyarcasına.
Adını söyleyiş şeklim yüzünden pes etti.
"Tamam, söz veriyorum."
"Gerçekten, ama gerçekten mi?"
Aşırı ısrarcı davrandığımın ben de farkındaydım ama gerçekten endişeleniyordum ve bir söz Damien'ı daha dikkatli olması konusunda motive edebilirdi.
Damien gözlerimin derinliklerine bakarak, neredeyse bir fısıltıyla, "Gerçekten." dedi. İçindeki kararlılık denizin yüzeyine vuran güneş ışığı gibi parlıyordu. Ben de sözlerine güvenmek istiyordum.
Artık bir sorun olmadığını göstermek adına, "Tamam," dedim. Sesim kelimelerimin altında yatan endişeyi maskeliyordu ama aslında içimde bir fırtına kopuyordu. "O zaman gidip o pili alalım ve sen bir daha..."
İçinde olduğumuz kabinin kapısı sert bir şekilde açılınca kalan kelimeleri yutmak zorunda kaldım. Elbette Sage'den başkası değildi. O, bir yere bu şekilde dalmaya cesaret eden tek kişi olabilirdi. Görgüsüzlüğü karşısında 'Kapı çalmak gibi bir adetin yok mu senin!' diye çıkışmamak için dişlerimi birbirine bastırırken, Sage gizemli bir aurayla omuzlarından birini ahşap kirişe yasladı. "Sohbetinizi bölmek... Biliyor musun, aslında umurumda bile değil. Gitme vakti geldi. Hadi." diyerek gözlerini üzerimde gezdirdi. Pencereden dışarıya bakınca tek tük pansiyonların dışında dağlık alanda herhangi bir şeyin olmadığını gördüm. İçimde bir boşluk hissettim çünkü bu ıssızlıkla ne bulmamız gerektiğiyle yüzleşmek istemiyordum.
Sanki bir seçeneğim varmış gibi!
Asık bir suratla yerimden kalktım ve Damien'ın peşimden geldiğini bilerek Sage'yi birkaç adım arkasından takip ettim. Tren bir sonraki istasyonda durduğunda o durakta inen tek kişi bizdik. Burası son seferki kasabaya göre son derece ıssız, ürkütücü ve kasvetli bir yerdi. İnsanların bana baktığını fark ettiğimde huzursuzluk tüm bedenimi kapladı. Neden böyle dik dik baktıklarını merak ediyordum ki, Sage bana omzunun üzerinden yargılayan gözlerle baktı.
Tren istasyonundan çıkarken, "Bu şekilde giyinmek zorunda mıydın?" diye söylendi. "Başkentten geldiğini çok belli ediyorsun."
Hmm. Üzerimde belinden altından bir zincir sarkan düz kesim, siyah bir pantolon ile yakası V şeklinde uzanan, gece yarısı mavisi renginde bir gömlek vardı. Şık görünüyordum. Fazla şık. En azından böyle bir yer için. Açık olmak gerekirse, ne giydiğime o kadar dikkat etmemiştim ki elime gelen ilk iki şeyi giymiştim. Gerginlikten ucunda minik bir elmas olan kolyeme dokunurken, Sage'ye doğru, "Beni şimdi mi uyarıyorsun?" diye homurdandım.
"Senin yüzünden pansiyon bizden iki kat para isteyecek. Birazcık şey görünsen daha..."
Sırf çenesini kapasın diye kolyemi çekip kopardım ve "Al, bununla öde!" diyerek ona doğru fırlattım. Sage kolyeyi havada kaptı ve parmaklarını çevirerek parlayan, minik elması inceledi. Küçük bile olsa oldukça değerli olduğuna karar vermiş olmalı ki, kolye arka cebine attı. Sonra da ahşaptan örülü, dört katlı bir mekana girmek için kapıyı ittirdi. Pansiyon dediği yerin bir yarı-pansiyon olduğunu öğrenince kaşlarımı çatmadan edemedim. Alt kat yöresel bir müzik eşliğinde içki içip gülüşen erkeklerle ve kadınlarla doluydu. Çoğu da gördüğünüz zaman yolunuzu değiştirmek isteyeceğiniz o tiplere benziyordu. Birkaç tanesinin belimdeki altın kemere baktığını fark edince ürperdim. Hiç güvenli değil. Burayla ilgili diyebileceğim bir şey olsaydı, o da bu olurdu. Sage bir tezgahın arkasında duran kıvırcık, kızıl saçlı kadına doğru yürüyünce onu takip etmek için kendimi resmen hareket etmeye zorlamam gerekmişti. "Siz ikiniz böyle bir mekanda aynı odada kalmak istersiniz sanırım?" diye sordu, odaları ayırtmadan önce dönüp bana ve Damien'a bakarak...
Bunu düşünmemiştim işte ama zaten hasta olduğumda Damien'la aynı yatakta yatmıştık ve hiç de rahatsız olmamıştım. Damien -Arkamda, sessizce duruyordu- bir şey söylemedi. Ben de söylemedim. Bunu bir onay olarak düşünen Sage kadına dönüp kendisi ve Damien ile benim için iki oda ayırttı. Böyle bir yerde tek başıma kalma fikri ürkütücüydü zaten.
"İşte boş olan odalarımızın listesi," diye açıkladı kadın, bir kart çıkararak. "Birini seçin ve size anahtarını vereyim. Yalnız üst kattaki odalar üç katı fiyatına. Orası henüz bu akşam açıldığı için kalmak istiyorsanız eğer elinizi cebinize atmanız gerek."
O kadar umurumda değildi ki Sage'nin seçmesine izin verdim. Kızıl saçlı kadın, elmas kolyemi hevesle inceledikten sonra anahtarını çıkardı ve Sage'e uzattı. Ardından da Sage odanın yolunu göstermek için onu takip etmemizi istedi. Asansör yoktu, o yüzden kırk kadar merdiven çıkmak zorundaydık. Pansiyon duvarları beklediğimden çok daha inceydi, kulaklarıma ulaşırken sesler yüzünden yanaklarımın kızardığını hissedebiliyordum ama Sage ve Damien hiçbir şey duymuyormuş gibi davrandığı için ben de aynısını yaptım. Şükürler olsun ki, baş başa kalmak isteyen başka hiçbir çift en üst katı tutmamıştı. Daha sonra bunun nedeninin bu katı tutacak kadar zengin insanların böyle bir pansiyona gelmiyor olmaları olduğunu anladım.
"Gerçekten de ilk müşterileri biziz," diyen Sage, Damien'a anahtarı fırlattı ve Damien anahtarı havada yakalarken üzerinde büyük, kırmızı bir boyayla elli sekiz yazan odayı işaret etti. "Sen içeri gir. Ben de Vanessa'ya giyecek bir şeyler getireyim."
"Gerek yok." dedim hemen.
"O pantolonla mı yatacaksın?"
Damien odaya girerken iç çekerek pantolonuma baktım. Pek rahat değildi. Aslında, hiç. "Tamam, neyse." diyerek kabullendim sonra.
Sage onu koridorda beklememi söyledikten sonra veda bile etmeden yanımdan ayrıldı. Ben de vakit geçirmek için etrafa bakındım. Sage bu katın ilk müşterileri olmamız konusunda haklı olmalıydı çünkü koridordaki çoğu eşyanın jelatini hâlâ üzerinde duruyordu. Gergin bir şekilde sadece mavi renklerden oluşan soyut bir tabloya bakarak bugün olan her şeyi düşünmek için kendime biraz zaman verdim. Her şey bir yana, Damien bana dikkat edeceğine dair söz vermişti. Bu yeterli olur muydu emin değildim ama onun iyi bir dövüşçü olduğunu biliyordum. Sadece dikkatli olması gerekecekti, o kadar. Ona hiçbir şey olmayacaktı. Neredeyse emindim bundan.
Sage geri geldiğinde bile, ki bu dakikalar sonraydı, kendimi buna ikna etmeye çalışmakla meşguldüm. Düşüncelerimden koparak, hafif bir merakla, "Ee? Giyecek bir şeyler bulabildin mi?" diye sordum.
"Çok şanslısın, bir tane buldum. Bu arada, sabah güneş doğar doğmaz yola çıkacağız. O yüzden erken yatmanı tavsiye ederim."
Yüzüme bakmaya bile tenezzül etmeden bana bir poşet fırlattı. Sonra da ona ait olan odaya girmek için sırtını döndü. Sage'nin bu kabalığına söylene söylene girdiği odanın karşısındaki odaya girdim. Çoktan uyumuş olduğunu düşünmeme rağmen Damien uyumamıştı. Gölgelerin arasında durmuş, sessizce pencereden dışarıyı seyrediyordu. Dalgın görünüyordu fakat bir yanı hâlâ tetikte olmalı ki, girdiğimi hissederek dönüp bana baktı. Bir an kelimeler benden çok uzaklara kaçtı. Kendime geldiğimde içinde gecelik olan poşeti göğsüme bastırarak "Ben banyodayım Damien, giyineceğim." dedim. O da başını sallayarak beni onayladı. Banyoya girdiğimde alanın oldukça dar ve havasız olması karşısında homurdanarak bir an önce oradan çıkmak için Sage'nin bana verdiği poşeti açtım. Kırmızı bir gecelik kayarak ayaklarımın üzerine düştü. Geceliği yerden alırken saten kumaş tepemdeki ışığın altında parıldadı. Bir an başımın döndüğünü hissettim çünkü bu gecelik oldukça... Cezbediciydi.
Ah, hayır!
Hayır, hayır, hayır...
Sage nereden bulmuştu bu şeyi?
Sanki büyülü bir şekilde modeli değişiverecekmiş gibi kumaşı iyice inceledim. Bacakları sergilemek için diz hizasının üzerine ancak uzanan geceliğin ip askıları, transparan dantelle süslenmiş derim bir sırt dekoltesi, kalp yakası ve beli daha ince gösteren zarif bir kıvrımı vardı. Sage'nin bu şeyi öyle bilerek seçtiği belliydi ki, bir an geri dönüp onu dövmek istedim! Ne yazık ki daha ciddi bir sorunum vardı. Endişe ve panik ruhumu kaplarken alt dudağımı ısırarak kırmızı geceliği göğsüme bastırıp gözlerimi yumdum. Ne yapacaktım ben? Bu şeyi gerçekten giyecek miydim? Hem de Damien'la aynı pansiyon odasında kalırken?
Ah, bu kesinlikle çok garip bir şey olacaktı.