Her ne kadar benden nefret etmemesini istiyor olsam da Kratas hakkında yapılacak bir şey olmadığının bilincindeydim. Keşke olsaydı ama düşüncelerini, fikirlerini, önyargılarını değiştirecek gücüm yoktu. Kimsenin yoktu. Bu sadece onun yapabileceği bir şeydi ve anladığım kadarıyla, bunu asla yapmak istemiyordu. Bunu gözlerinde, sesinde ve tavırlarında görebiliyordum. Bir gün onunla arkadaş olacağımıza olan inancımı yavaş yavaş kaybettiğimi hissediyordum. Asla hoşlanmayacaktı benden, hep nefret edecekti... Ama durup üzerine kafa yorunca, ilk zamanlar Damien için de öyle düşünmüyor muydum? Hatta o daha bile beterdi. Hayır. Ne olursa olsun umut etmeye devam etmeliydim. Her zaman umut etmeye değecek bir şeyler vardır. Kratas ile yakın arkadaş olmayacak olsak bile en azından bir gün birbirinden nefret etmeyen iki insan olma ihtimalimiz orada bir yerlerde duruyordu.
Sadece zaman gerekti.
Zamanla, her şeyin mümkün olabileceğine inanmak istiyordum.
Peşimden gelen Iron'la çalışma masamın başına otururken aklım hâlâ Damien ve Kratas'ın konuştuklarındaydı. Bir yanım sıcakken bir yanım buz kesmişti. Sıcaktı çünkü Damien hakkımda harika şeyler söylemişti, soğuktu çünkü Kratas'ın nefretini daha önce hiç bu kadar yoğun bir biçimde hissetmemiştim. Iron miyavlayarak önüme geçerken dalgın bir şekilde yavru kedinin başını okşadım. Parmaklarımı kokladı, sonra bana sürtündü. Onun şımarık hareketleri içimi ısıtan bir sıcaklıkla karışık bir huzur veriyordu. Beyaz tüyleri parlak, temiz ve yumuşacıktı. Çamur içinde eve geldiği ve önüme ölü bir fare koyduğu, bu yüzden de onu yıkamak zorunda kaldığım günü hatırlayınca gülümseyerek kediyi masamın üzerinden indirdim ve oynaması için yuvarlak, cam lenslerden birini önüne koydum. Tam da tahmin ettiğim gibi, kedinin dikkati hemen dağıldı. Lensi dişlerinin arasına alıp odanın diğer ucuna koştururken az kalsın dengesini kaybedip top gibi yuvarlanacaktı. Pofuduk yatağına geçti ve iki patisinin arasında ileri geri yuvarlayarak mekanik ayağından bile daha pahalı olan lensle oynamaya başladı. Böyle pahalı şeylerle oynamasına normalde izin vermezdim çünkü ya çizerdi ya da kırardı ama anahtar üzerinde çalışmak için beni rahat bırakmasını istiyorsam Iron'a cidden ilgisini çekecek bir şeyler vermem gerekiyordu. Tamir etmem gereken anahtara odaklanarak önüme dönerken Iron'ın neşeli miyavlamaları ve hızlı hareketleri, odanın içinde neşe ve canlılık dalgası yaratan tek şeydi.
Uygun tornavidayı alarak anahtarın dış hattındaki vidaları açtım ve epey uzunca bir süre sorunun ne olduğunu anlamaya çalışarak iletkenlerin sağlam olup olmadığını inceledim. Her bir bağlantı noktasını titizlikle kontrol ederken parçalar arasındaki mükemmel uyumu fark etmemek imkânsızdı. Her şey yerli yerinde görünüyordu. Hatta fazlasıyla yerli yerindeydi. Sorunun ne olduğunu bulamadığım her saniye hissettiğim stres katlanarak artarken insanlar zarar görürken böyle basit bir şeyi bile yapamadığım için kendime kızmadan edemedim.
Beceriksiz, aptalın tekiydim! Yıllarımı bu işe vermişken nasıl oluyordu da bir kontrol anahtarını bile tamir edemiyordum?
Beceriksizlik ve hüsranın ağırlığı omuzlarıma bir yük gibi çöktü. Saçımı başımı yolacaktım neredeyse. Öfkeden çığlık atacak bir seviyeye gelmişken çalışma odamın kapısı nazikçe tıklandı. Bir an Damien'ın geldiğini düşündüm ama gelen o değildi. Abraham ya da Kratas da değildi. Elizabeth'in gönderdiği o genç, hizmetçi kızlardan biriydi. Kafam öyle dumanlıydı ki kızın adını hatırlayamıyordum ama gerçekten hoştu. Esmer, duru bir güzelliği vardı. Yine de benden bir iki yaş küçük görünüyordu.
Kız nazikçe tepsiyi masamın kenarına koyarken gülümsemesiyle tüm odayı aydınlatarak "Buraya girmemin yasak olduğunu biliyorum ama bu akşam yemek yemediniz. Ben de size biraz atıştırmalık bir şeyler getirmek istedim." dedi. İçinde peynir, meyve, kurabiye ve çikolata olan tepside gözlerimi şöyle bir gezdirdim. Gerçekten iştah açıcı görünüyordu. Keşke bir şeyler yiyecek hâlde olsaydım.
"Teşekkürler," dedim zoraki bir gülümsemeyle. "Ne kadar da naziksin."
Ağzım tatlansın diye bir çikolata parçasını almak için uzanırken kız meraklı bir kedi gibi çalışma odamı gözden geçirdi. Raflardaki eşyalara, lenslere, kontrol panellerine ve mekanik öğütücüme baktı. Sonra da bana dönerek sordu.
"Her şey yolunda mı?"
Her şeyin yolunda olmadığı yüz ifademden anlaşılıyor olmalı ki böyle bir soru sormuştu. "Maalesef hayır," dedim nedensizce bu yabancı kıza karşı dürüst olmayı tercih ederek. "Bu kontrol anahtarını tamir etmeye çalışıyorum ama bir türlü sorunun ne olduğunu bulamıyorum."
"Kulağa kötü geliyor."
"Evet, öyle. Sen de bir şeyler alsana. Bunların hepsini tek başıma yiyemem ben."
"Şey... Eğer ısrar ederseniz..."
"Evet, ediyorum. Lütfen."
Tepsiyi ona doğru hafifçe ittirdiğimde kız başta biraz çekingen davranarak hilal şeklinde kesilmiş bir elma parçasını ağzına attı. Onu cesaretlendirmek için hafifçe gülümsedim. Ben gülümseyince yüzündeki hafif gergin ifade yerini tatmin olmuş bir ifadeye bıraktı. Elleri, nazik ve dikkatli hareketlerle seçtiklerini alırken oturduğum sandalyede arkama yaslanarak kızı merakla süzdüm. Elizabeth'in çalışanlarının da onun gibi olacağından korkmuştum ama şaşırtıcı bir şekilde sevecen birine benziyordu. Bana yiyecek bile getirmişti. Belki de birileriyle sohbet etmek iyi gelir, diye düşünerek kızla daha fazla konuşmaya karar verdim.
"İsmin nedir?"
Kızın yüzünde nazik bir tebessüm belirdi. "Lotus," dedi ve bir an bu ismin ne kadar güzel olduğunu düşünmeden edemedim. Bataklıkta doğup büyüdüğü için Westland'da bu çiçek saflığın simgesi olarak görülürdü.
"Güzel bir ismin var, Lotus."
"Teşekkür ederim. Annemin ismi. Beni doğururken vefat ettiği için büyükannem onun ismini taşımamı istemiş. Bu arada ikramlar için de teşekkür ederim. Çok naziksiniz."
Gerçekten genç göründüğü için "Kaç yaşındasın?" diye sordum.
"On sekiz." dedi gözlerindeki bir ışıltıyla.
Bunu sanki tüm dünyayı görmüş geçirmiş bir yaştaymış gibi söylemişti. Çenesini hafifçe kaldırmış, gözleri parlamıştı. Şirindi aslında. Avucum yanağına dokunurken onun o kadar genç ve masum olduğunu hissettim ki, gülmemek için dudaklarımı ısırmak zorunda kaldım...
Lotus, bir çocuğun heyecanıyla devam etti.
"Biliyor musunuz, sizinle çalışmak için buraya geleceğimi öğrendiğimde çok mutlu olmuştum. Size resmen hayranım. Bu kadar genç bir yaşta böyle bir servete sahip olmak müthiş bir şey olsa gerek, üstelik bir de meclis üyesisiniz... Ama neden bu eski malikanede kalıyorsunuz?"
"Burası babamın evi. Benim için anısı var."
Tereddüt etti ama yine de sordu.
"Babanız da sizin gibi bir mucitti değil mi?"
Hüzünlü bir tebessümle "Evet." dedim.
"O..." Ah, işte geliyor. Hazırla kendini. "Herkes onun ortadan kaybolduğunu söylüyor, doğru mu?"
İç çekerek elimi yanağımdan çektim. Bunun geleceğini tahmin etmem gerekirdi galiba. Bir şekilde konuyu babama getirdiği için Lotus'a kızgın değildim, sonuçta merak çok doğal bir duyguydu ama doğru düzgün tanımadığım birine babamdan bahsetmek her şekilde rahatsız ediciydi. Ne olursa olsun, Lotus'a bir cevap vermem gerekiyordu. "Evet," dedim, istemsiz bir şekilde suratımı asarak ve Lotus'da kör olmadığı için bunu anında fark etti. Zavallı kız, sorusu yüzünden sinirlendiğimi düşünerek paniklerken ellerini havada iki yana salladı.
"Haddimi aştıysam çok özür dilerim!"
"Hayır, hayır. Sadece... Ondan bahsetmek biraz garip hissettiriyor."
"Onu özlüyor musunuz?"
Bu konunun gittiği yönden iyice rahatsız olduğumu hissederek, ilgisiz olması için ekstra uğraştığım bir edayla, "Yeterince uzaksan zamanla her his körelir." dedim; Sevgi hariç. Sevgi asla körelmez.
"Ben öyle düşünmüyorum." dedi Lotus.
"Neden?" diye sordum.
Bir sevdiği falan mı vardı acaba?
"Anıları unutturacak bir makine icat etmezseniz her hissin bir izi kalır, özellikle de acı ve özlemin."
Lotus'un dediklerini ciddi ciddi düşünürken kız masanın üzerinde duran anahtara bakmak için biraz eğildi. Topuzundan çıkan bir tutam yanağına düşerken gözlerini bir an olsun anahtardan ayırmamıştı. Alet ilgisini çekmiş olmalıydı. Müdahale etmedim. Zaten bir şey yapacağı yoktu. Lotus, meraklı bir sesle "Bunu neden tamir etmek istiyorsunuz?" diye sorunca bir süre ne yalan uyduracağımı düşünmek zorunda kaldım, sonuç olarak da en basit olanını tercih ettim...
"Bir müşterim istiyor."
"Neden ki?"
Ne kadar çok soru soruyordu öyle. Özellikle cevap vermemin zor olduğu soruları seçiyor gibi bir hâli yoktu ama bir şekilde bunu yapıyordu işte. Elbette gerçeği söylemeyi düşünmedim. Diyeceğim her türlü yalan gerçeğin kendisinden çok daha iyi olurdu.
Masum masum "Bilmem," dedim. "Sorgulamak işimin bir parçası değil. Ben sadece bana söylenen neyse onu yaparım."
"Müşteriniz yaşlı mı?"
Bu soru karşısında yüzüm şaşkınlıkla dondu. Kaşlarım yukarı kalktı ve gözlerim genişledi, "Ne?" dedim anlamayarak.
Geri çekilirken Lotus'un yüz ifadesi saf bir gülümsemeyle aydınlandı.
"Büyükannem de yaşlı."
Yineleyerek "Büyükannen mi?" dedim.
Yüzündeki gülümseme hâlâ duruyordu ancak biraz daha hafiflemişti. "Evet, büyükannem. Biraz unutkan olabiliyor," diye ekledi, biraz muzip bir gülümsemeyle. "Sık sık su sisteminin anahtarına güç veren pilleri takmayı unutuyor. Belki... Ben bu işlerden pek anlamam, sizin gibi bir mucit değilim ama bilirsiniz... Müşteriniz sadece fazla dikkatsizdir."
Hâlâ şaşkınlıkla dolu bir ifadeyle başımı salladım, sonra hafifçe güldüm.
"İmkânı yok. Bu..."
Mümkün olduğunu düşünmüyordum çünkü ortada gerçek bir müşteri yoktu. Lotus'a gerçeği söylemek istemediğim için ben uydurmuştum. Bu anahtarı ben... Şey... Yani, Damien almıştı. Hem de bir öpücük karşılığında. Bu düşünce hâlâ karnıma ağrılar saplanmasına neden oluyor olsa da ona kendini kullandırtmasından ne kadar rahatsız olduğumu açık bir şekilde belli etmiştim Damien'ın artık öyle bir şey yapmayacağını biliyordum. Sonra düşüncelerim yavaş yavaş dondu. Hayır, bir müşterim yoktu ama kurnaz bir kanun kaçağım vardı. Olabilecek en hızlı şekilde hareket ederek tornavidaya uzandım ve anahtarı çevirip arka kapağını açmak için vidaları gevşemeye çalıştım. Heyecandan kan damarlarımda hızla dolanıyor, resmen parmak uçlarıma kadar titriyordum. Lotus, bir sorun olduğunu fark etmiş gibi görünmüyordu; Öfkeden çıkardığım vidaları duvara fırlatana dek fark etmiş görünmüyordu, en azından...
Kesinlikle bomboş olan pil kutusunu görünce dişlerimi birbirine öyle kuvvetli bir şekilde bastırdım ki, o an çenemi kırmamam bir mucize sayılırdı.
SAGE!
Kahretsin!
Kendimi o kadar kandırılmış, o kadar aptal hissediyordum ki...
O kurnaz tilkinin bana öylece anahtarı vermeyeceğini tahmin etmem gerekirdi! Bir de beni kandırıp Damien'ın onu öpmesini sağlamıştı! Onu bulduğum yerde boğazına yapışacaktım! Ama daha da önemlisi, pil onda mıydı? İşin kötüsü, o pili öylece bir dükkana gidip satın alamazdım. Bu, benim geliştirdiğim güç bataryalarından biriydi. Üç anahtar olduğu için sadece üç tane yapmıştım çünkü füzyon enerjisini küçük, kare bir bataryanın içine sığdırmak inanılmaz masraflı ve zor bir işti. Kahretsin. O pilin karaborsadaki fiyatının büyüklüğünü tahmin bile edemiyordum. Sage onu çoktan satmış, parasını yiyor bile olabilirdi.
Lotus, "İyi misiniz?" diye sordu endişeyle.
Neredeyse ona 'Beni yalnız bırak!' diye bağıracaktım ama kızın suçu neydi ki? Üstelik tek yaptığı benim için endişelenmekti. Şımarık bir pislik gibi davranmaya lüzum yoktu. Sakin bir şekilde siyah, dalgalı bukleleri yüzümün önünden çektim ve az önceki öfkeli tepkim için utandığımı hissettim. Tenim beyaz olduğu için utandığım zaman bu hemen belli oluyordu.
"Özür dilerim Lotus, bir an kontrolümü kaybettim. Bu şeyin pili çok özel de. Ne yapacağımı düşünüyordum."
"Yardım edebileceğim bir şey var mı?"
Ah, keşke olsaydı. Keşke. İşe yarayacak bir yardımı her şeyden çok isterdim şu an.
"Sanmıyorum." diye mırıldandım hem Lotus için hem kendim için. "Yine de teklif için teşekkür ederim ve az önceki tepkim için üzgünüm. Genelde böyle şeyler yapmam. Sadece çok şaşırdım."
"Sorun değil, yaşlı insanlar unutkandır."
"Ve adi." diye mırıldandım.
Lotus, duymamıştı. "Efendim?" dedi.
"Ah, bir şey demedim. Sadece düşünüyordum."
Ve düşünmeye devam etsem çok iyi olacaktı çünkü kelimenin tam anlamıyla berbat bir haldeydim. Yeni bir pili yapmak istesem bile elimdeki tüm parayı kullanmam gerekirdi ve onun bile yeterli olacağını düşünmüyordum. Üstelik doğru düzgün para kazanacağım bir işim bile yoktu artık. Artık parayı idareli kullanmak zorundaydım. En mantıklı plan, gidip Sage'yi bulmaktı. Pil hâlâ ondaysa bir anlaşma yapabilirdik -Elbette Damien dahil olmadan!- ve değilse de en azından kime sattığını bana söyler diye düşünüyordum. Tabii fazla iyi niyetli davranıyor da olabilirdim.
Başımı ellerimin arasına alarak hızlı hızlı soludum.
İtiraf etmem gerekirse, Sage'yle yeniden yüzleşmek zorunda kalacağımı hiç düşünmemiştim. Beni yeniden gördüğü için kesinlikle memnun olmayacaktı ama zaten beni kandıran oydu. O yüzden ne hissettiği o kadar da umurumda değildi. İstediği kadar benden rahatsız olabilirdi.
Lotus, nazik ama endişeli bir sesle, "Hanımefendi," diyerek omzuma hafifçe dokundu. "Abraham'a haber vermemi ister misiniz? Renginiz attı. Bayılacak gibi görünüyorsunuz."
Bunu duyunca, "Hayır," dedim, panikle karşı çıkarak. "Sakın öyle bir şey yapayım deme. Sadece Abraham'ı daha da endişelendireceksin."
"Ama sizinle ilgili bir durum olursa ona haber vermemizi istemişti."
Nedense bunu duyduğum için hiç şaşırmamıştım. Her zamanki Abraham işte. Aşırı kontrolcü ve endişeli... Ama bunu beni düşündüğünden yaptığını bildiğim için ona kızamıyordum.
"Ben de ona haber vermemeni istiyorum, Lotus. Yani, ciddi bir şey olursa elbette söyle ama sadece başım döndüğü için onu öyle endişelendirme, tamam mı?"
Lotus, bir şeyler demek için dudaklarını araladı ama Damien "Başın mı dönüyor?" diyerek oturduğum sandalyeyi kollarından tutup kendine çevirince ne dediğini duyamadım. Buradaydı. Hemen önümde. Üzerime eğilmiş, iki yanımdan sandalyemin kollarına tutunuyordu. Damien'ın ne ara çalışma odama geldiğini bile anlamamıştım. Yüzüne şaşkın şaşkın bakarken Lotus birkaç adım geriledi. Ardından bu durumdan utanmış olmalı ki sessiz sedasız bir şekilde yanımızdan ayrıldı. Damien sanki kız hiç orada değilmiş gibi alnımdaki yaraya bakıyordu. Başımın dönmesinin aldığım darbe yüzünden olup olmadığını anlamaya çalışıyordu, bense hem duygusal hem de fiziksel olarak sıkışmış hissediyordum.
Kekeleyerek "B-bir şeyim yok," dedim ve kendimi zorlukla biraz geri çektim, Damien bana kaşlarını çattı. Ben de utana sıkıla açıkladım. "Sadece Abraham'a söylemesin diye yalan söylüyordum, Damien. Ben iyiyim, tamamen iyiyim. Ah, hazır aklıma gelmişken. Mina nasıl? Onu en son festival alanındayken gördüm. Zavallı çocuk, incinmedi değil mi?"
"Bayan Contessa'nın yanında ve tamamen iyi bir hâlde, senin aksine. Sana çalışmana itiraz etmeyeceğine dair söz verdiğimi biliyorum ama o lanet anahtar umurumda değil, gerçekten dinlenmen gerek."
Bu noktada Damien'a anahtardaki sorundan bahsedip bahsetmemem gerektiği konusunda tereddüt ettim. Kabul etmeliyim ki, Sage'nın yanına tek başıma gitme fikri onunla gitme fikrinden çok daha cazip geliyordu. Sonra ondan böyle ciddi bir şeyi saklamanın hiç adil olmadığına karar verdim. Damien aynısını yapsaydı kendimi çok kötü hissederdim ve her şeyden öte, ona gerçekten güveniyordum.
"Zaten sorunun ne olduğu buldum."
Sesim son derece isteksizdi.
"Öyle mi?" dedi ilgisizce. "Sorun neymiş?"
Gerçekten anahtar umurunda değil.
"Pili yok." diye açıkladım.
Damien hızlı düşünen bir adamdı. Ben bunu söyledikten sonra neredeyse anında ne olduğunu anladı. "Bizi kandırmış yani." derken gözlerine şaşkınlıktan kaynaklanan bir öfke karışmıştı. Ben de en az onun kadar şaşkın, onun kadar öfkeliydim.
"Evet, öyle görünüyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Pil onda olabilir ama çoktan satmış da olabilir. O şey gerçekten nadir ve pahalı, Damien."
"Peki," dedi ve bu bilgiyi sindirmek için bir dakika bekledi. Sonra sordu. "Ne düşünüyorsun? O kadının yanına geri gitmek mi istiyorsun?"
Bu dediğini düşünmek için kendime bir saniye verdim, her şeyi kafamın içinde iyice oturttuğumdan emin olana dek de ağzımı açmadım. Bir hata yapmaktan korkuyordum.
"Sage'yi bulmak yapabileceğimiz en mantıklı şeymiş gibi görülüyor çünkü diğer seçenek karaborsaya inip herkese acayip pahalı bir pili görüp görmediklerini sormak. Etraftaki tüm hırsızların dikkatini çekmek istemiyorum. Bu, bize daha çok sorun çıkarır... Ama Sage'de bize pili öylece vermez, biliyorum. Beni böyle kandırmasına izin verdiğime inanamıyorum. Ne olursa olsun, ondan şüphe etmem gerekirdi. Nasıl bu kadar aptal olabildim?"
"Aptal olduğun için değil," Bir an beni teselli etmek istiyormuş gibi parmaklarını omzuma uzattı ama sonra dokunmadan elini geri çekti. Daha kimseyi teselli etmiş miydi acaba? Hâl ve hareketlerinden böyle bir duruma alışkın olmadığı belli oluyordu. Yumuşak, çok hoş bir sesle benimle konuştu. "Sen zeki, dürüst ve adilsin ama öyle insanlar adil oynamazlar. Kendini suçlama, senin hatan değildi."
Garip ama bu basit teselli karşısında kendimi çok daha iyi hissettiğimi fark ederek içimde yükselen kasvete direndim. Bunu bir şekilde halledecektim. Sadece karamsarlığa düşmemem gerekiyordu. Umut hep vardı. Hep de olacaktı.
Konuyu bu büyük sorundan başka bir yöne çekmek istediğim için, tamamen alâkasız bir biçimde, "Kratas gitti mi?" diye sordum. Damien başını evet anlamında salladı. Şaşırmadım, Kratas'ın benim evimde kalmak yerine ahırda kalmayı bile yeğleyeceğini biliyordum. Daha sonra buruk bir şekilde söyledim. "Benden nefret ediyor, değil mi?"
"Seni tanımıyor."
"Yine de nefret ediyor ama. Ne yaptım ben?"
"Hiçbir şey. Bu nefret senin suçun değil. Kratas, özellikle Meclis Üyesi olan asillerden hoşlanmıyor. Daha da ötesi, sana güvenemiyor. Başta ben de öyleydim, unuttun mu?" Bunu derken bakışları üzerimdeydi ve ifadesi çok dingindi. Bana doğru eğilip oldukça iknâ edici bir sesle "Seni tanıdıkça nefreti geçecek. Göreceksin." diye söz verirken Kratas'tan değil de kendinden bahsediyormuş gibi hissetmeden edemedim. Damien'ın bu halini çok seviyordum. Düşünceli. Korumacı. Kratas'ın nefretinin altında nasıl bir kişilik vardı acaba? Bana bunu bir gün gösterir miydi? Bu mümkün müydü?
"Ben de öyle düşünmek istiyorum ama ya benden sonsuza dek nefret etmeye devam ederse?"
"Sanmıyorum. Kratas, senin gibi nazik insanları sever ama nefret etmeye devam ederse onunla görüşmek zorunda değilsin. Canını sıkarsa bu durumla ben ilgilenirim."
Abraham gelmeseydi eğer Damien'a Kratas'ın bana göstermediği kişiliğinin ne olduğunu soracaktım. Gerçekte nasıl biri olduğunu merak ediyordum. Komik miydi? Ciddi miydi? Tatlı mıydı? Fevri miydi? Abraham, kapıdan başını uzattı ve çocuğunu azarlayan bir baba edasıyla "Vanessa, geç oldu. Artık uyu." dedi. Yüksek sesle iç çekerek sandalyeden kalktım. Çalışma odamdan çıktık ve Damien ile birlikte yürüdük. Bana ait olan odaya girmek için ayrılmadan önce dönüp ona gülümsedim ve berbat bir gece olsa da söylemek istedim.
"İyi geceler, Damien."
Alnımdaki yara izine bir saniyeliğine parmak uçlarıyla dokunarak "İyi dinlen." dedi o da...