Geçen yıl yirmi iki mart akşamı başıma çok garip bir olay geldi. Bütün gün kentte dolaşıp kendime bir daire ara dim. Eski dairem pek rutubetli olduğu için, kötü kötü ok sürmeye başlamıştım. Daha sonbaharda çıkacaktım ora dan, ama ha bugün ha yarın derken, baharı ettim. Bütün bir gün dolaştığım halde işe yarar bir tek yer bulamadım. On ce diğer kiracılarla paylaşmayacağım, ayrı bir daire ister ken, sonradan bir odanın dahi yetişeceğini düşündüm ama, mutlaka büyük ve tabii mümkün olduğu kadar ucuz olma lıydı. Dar bir evde düşüncelerin de daraldığını fark etmiş tim. Oysa ben öteden beri yazacağım hikâyeleri tasarlarken odamda dolaşmayı severdim. Aklıma gelmişken söyleye yim: Eserlerimi tasarlayıp, nasıl kaleme alacağım konusun da hayaller kurmak, oturup onları yazmaya başlamaktan daha çok hoşuma gidiyordu, ama tembellikten değildi bu doğrusu. Nedendi acaba?
Daha sabahtan kendimi kötü hissediyordum, güneş ba tarken iyice rahatsızlandım, nöbet gibi bir şey başladı. Üste lik bütün gün dolaşıp yorulmuştum. Akşama doğru, ortalık kararmak üzereyken Voznesenski Caddesi'nden geçiyor dum. Petersburg'un mart güneşini, hele gurubunu pek seve z, bertsk, avar akşamlarda elber. Anson parlak bir ya boğalm tum sokak parildar. Evlerin hepsi ansczin saldama ya başlar sanki, Bo, armorak, kirli yeşil renkler bir anda ram somrkanliklarini kaybederler; sanki içiniz birden fe raklar, sanki biri sizi dirseğiyle durmiş gibi irkilirsiniz. Yep yeni bir gorus, yepyeni düşünceler... Bir tek güneş işiği insan ruhunda neler yapabiliyor, hayret!
Fakat güneş şiği kayboldu; ayaz sertleşip burnumun ocunu sizlatmaya başladı alacakaranlık koyulaştı ve mağa zalarda, dükkânlarda gaz lambaları parladı. Miller Pastane si'nin önüne gelince birden pat diye durdum ve olağanüstü bir seyle karşılaşacağım sezmiş gibi sokağın karşı yanına bakmaya başladım, tam o sırada da ihtiyarla köpeğini gör dum. Kalbimi son derece tatsız bir duygu kapladığını ve bu nun ne tür bir duygu olduğunu tam olarak kestiremediğimi gayet iyi hatırlıyorum.
Dindar değilim, önseziye, altıncı hisse falan hemen hiç inanmam; yine de belki herkeste olduğu gibi benim hayatım da da açıklanması hayli güç birkaç olay olmuştur. Örneğin o ihtiyar; onunla karşılaştığımda neden daha o akşam başıma olağanüstü bir şey geleceğini sezmiştim ki? Hoş ben o sırada hastaydım, marazi duygular da hemen her zaman aldatıcıdır.böyle bakıcısı olmadan, tek başına dolaşırken görmek insa nin tuhafina gidiyordu; zaten adamda gardiyanlarının elin den kurtulmuş bir tımarhane kaçkini hali vardı. Ihtiyarin aşırı zayıflığı da şaşırtıyordu beni; neredeyse hiç eti yok da kemikleri doğrudan doğruya deriyle kaplanmış gibiydi. Mor halkalarla çevrilmiş iri fakat donuk gözleri, sağa sola kaymadan hep önüne bakar ve eminim, bir şey de görmez di. Size bakar gibi göründüğü halde, önünde boşluk varmiş gibi dosdoğra üzerinize yürürdü. Bu durum birkaç kez dik katimi çekmişti. Miller'e yeni yeni gelmeye başlamıştı. Ne reden çıktığı belli değildi, köpeğini yanından hiç eksik et mezdi. Pastanede kimse onunla konuşmaya cesaret edemi yor, o da kimseyle konuşmuyordu.
Sokağın öbür yanında durup adamdan gözlerimi ayırma dan, "Bunu Miller'e sürükleyen ne, ne işi var orada?" diye düşünüyordum. Herhalde hastalık ve yorgunluğun etkisiyle içimde bir çeşit öfke kabarıyordu. "Ne düşünüyor acaba? Kafasında ne var?" diye devam ediyordum kendi kendime. "Hem bir şey düşünebiliyor mu bakalım? Yüzü öylesine cansız ki hiçbir ifade yok neredeyse. Sanki kopmaz bir par çasıymiş gibi hiç yanından ayrılmayan, üstelik tıpkı kendisi ne benzeyen şu pis köpeği nereden bulmuş peki?"
Zavallı köpek de seksenlikti galiba; evet mutlaka öyle ol malıydı. Ilkin, hiçbir köpekte görülmemiş derecede yaşlıydı. Ikincisi, onu görür görmez her nedense diğerlerine hiç ben zemeyen, eşsiz, kesinlikle fantastik ya da büyülü bir köpek, belki de köpek kılığına girmiş bir Mefisto olduğu, yazgısının da birtakım esrarli, bilinmeyen bağlarla efendisinin yazgısı na bağlı bulunduğu aklıma gelmişti. Ona baktığınızda son olarak en az yirmi yıl önce yemek yediğini siz de kabul eder diniz. Iskelet gibi ya da -ve belki de daha doğrusu- efendisi gibi zayıftı. Tüyleri neredeyse tamamen dökülmüş, sopayı andıran sarkık kuyruğunu hep bacaklarının arasına kıstırır dı. Uzun kulaklı kafasını da somurtarak öne eğerdi. Haya
Ihtiyar ağır, halsiz adımlarla, iki sopayı andıran bacak larını hiç bükmeden yürüyor, sırtını kamburlaştırmış, bas tonunu kaldırımda hafifçe tikirdatarak pastaneye yaklaşı yordu. Omrümde onun kadar garip, biçimsiz bir insan gör medim. O günkü karşılaşmamızdan önce de onu Miller'de her görüşümde üzerimde çarpıcı bir etkisi olurdu. Uzun bo yu, kamburlaşmış sırtı, seksenlik cansız yüzü, dikişleri pat lamış eski paltosu, hepten kır değil de sarı-beyaz bir tutam saç kalmış çiplak kafasını örten yirmi yıllık ezik büzük yu varlak hasır şapkası, gayriihtiyari, kurulu bir yaya bağlıy mış gibi hareket etmesi daha ilk görüşte herkesin ilgisini çe kiyordu. Gerçekten ömrünün son günlerinde bir ihtiyarı nimda bu derece sevimsiz köpek görmedim. Ikisi birlikte so kakta-efendisi önde, köpek ardında-yürürlerken, hayvanın burnu sanki yapışmış gibi adamın eteğinden ayrılmazdı. Yü rüyüşleri ve tüm görüntüleriyle her adımlarında şöyle diyor lardı sanki:
"Ihtiyanız biz, ihtiyar, Tanrım, ne kadar ihtiyarız!" Bir keresinde de ihtiyarla köpeğinin, Gavarni'nin resim lendirdiği Hoffmann Masalları'ndan firlayıp yeryüzünde ki tabin canlı afişi olarak gezdiklerini düşünmüştüm. Karşıya geçip ihtiyarın arkasından pastaneye girdim.
Ihtiyar, pastanede de garip duruyordu ve tezgáhının ar kasında oturan Miller da son zamanlarda davetsiz misafirin dükkâna her girişinde suratını ekşitmeye başlamıştı. Her şey den önce bu garip misafir asla bir şey istemezdi. Her gelişin de doğruca sobanın bulunduğu köşeye gider, bir sandalye çe kerdi. Soba başındaki yerine başka biri oturmuşsa, adamın karşısına dikilip bir süre şaşkın şaşkın durduktan sonra aynı şaşkınlıkla öbür köşedeki pencerenin yanına geçerdi. Orada bir iskemle bularak yavaşça oturur, şapkasıyla bastonunu yere bırakır, sandalyenin arkalığına dayanarak üç dört saat kıpırdamadan otururdu. Asla eline bir gazete almaz, tek söz cük etmez, hiç ses çıkarmazdı; sadece gözlerini alabildiğine açarak önüne bakardı, ama bu öyle cansız, donuk bir bakış t ki, etrafinda hiçbir şey görüp duymadığına bahse bile giri lebilirdi. Köpeğiyse olduğu yerde iki üç defa döndükten son ra adamın ayaklarının dibine çöker, suratini kunduralarının arasına sokarak derin derin iç geçirir ve boylu boyunca yere uzanır, o da bütün akşam ölü gibi hareketsiz kalırdı. Gün boyunca bir yerlerde cansız yatan bu iki yaratık, sırf Mil ler'in pastanesine uğrayarak esrarlı, kimsenin bilmediği bir ödevi yerine getirmek için güneşin batışıyla ansızın diriliver mişlerdi sanki. Üç dört saat kıpırdamadan oturan ihtiyar so nunda doğrulur, şapkasını alarak herhalde evine giderdi. Kö pek de kalkar, yine kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp. Esilenler
başim öne eğer ve her zamanki ağir adımlarıyla makine gibi efendisini takip ederdi. Sonunda pastanenin öbür müşterile ri tiksiniyormuş gibi ihtiyardan uzak durmaya, yanıma dahi oturmamaya başladılar. Ama o hiçbir şeyin farkında değildi.
Pastanenin müşterilerinin çoğu Almandi. Voznesenski Caddesi'nde ne kadar çilingir, firinci, boyacı, şapkacı, saraç ve Alman ölçüleriyle saygıdeğer örnek aile reisi varsa hepsi orada toplanırdı. Miller'de aile havasma önem verilirdi. Pat ron çoğu zaman tanıdık müşterilerin masalarına oturur, hep birlikte birkaç bardak punç yuvarlarlardı. Patronun çocuk lanıyla köpeklerinin de bazen müşterilerin yanma çıktığı olurdu; onlar da çocukları ve köpekleri severlerdi. Hepsi bir birini tanır, karşılıklı saygı gösterirdi. Müşteriler Alman ga zetelerine dalarken dükkânın iç kapısını öbür yanından, patronun dairesinden, tingartili bir klavsenin tin timları duyu lurdu. Patronun, san bukleli, beyaz fareye benzeyen büyük kızı klavsende "Augustin"i çalardı." Vals zevkle dinlenirdi. Ben, Miller'e her ayın ilk günleri alınan Rusça dergileri oku mak için uğrardım.
Pastaneye girerken ihtiyarın çoktan pencerenin önüne yerleştiğini, köpeğin de her zamanki gibi ayaklarının dibine uzandığını gördüm. Sessizce köşeye oturdum ve içimden "Burada hiç işim yokken, üstelik hastayken ve bir an önce eve gidip çay içtikten sonra yatağa uzanmam gerekirken, ne den girdim buraya sanki? Sırf şu ihtiyarı seyretmeye mi ya ni?" diye sordum kendime. Birden canim sıkılmıştı. Daha sokakta ona bakarken duyduğum garip, tatsız hissi hatırla yarak, "Bana ne bu adamdan?" diye düşündüm, "Tüm bu can sıkıcı Almanlardan bana ne? Nereden çıktı bu hayalci ruh hali? Son zamanlarda kendimde fark ettiğim, böyle incir çekirdeği doldurmaz şeyler yüzünden tasalanmalar, son öy kümü öfkeyle didik didik eden, pek derin fikirli bir eleştir. menin de dikkat çektiği üzere bu tasalarm yaşamıma ve ya sama vazih bakışıma ket vurması nereden çıktı?" Ama bun lanı düşünüp sızlanmama rağmen yerimden kıpırdamıyor dum, bu arada rahatsızlığın gittikçe artıyordu; sonunda si cak odadan çıkmaya kıyamadım. Elime "Frankfurt Gazete si"ni aldım, ama iki satır sonra daliverdim. Almanlar engel olmuyordu. Okuyor, sigara içiyor, ancak yarım saatte bir birbirlerine, o da pes perdeden bir Frankfurt haberi veriyor, ünlü Alman mizahçısı Safir'in bir witz'ini ya da bir vecize sini tekrarlayor, sonra da kabarmış bir ulusal gururla yeni den okumaya daliyorlardı.
Yarım saat kadar kestirdikten sonra müthiş bir ürpertiy le kendime geldim. Artık eve gitmekten başka çare yoktu. Fakat o anda odada geçen sessiz bir sahne bir kere daha git meme engel oldu. Onceden de söylemiştim; ihtiyar iskemle sine oturur oturmaz bakışlarını bir yere diker, bütün akşam artık hiç başka yana bakmazdı. Benim de manasız bir israr la ve hiçbir şey görmeden insanın üzerine dikilen bu bakışla ra yakalandığın olurdu; böyle anlarda kendimi son derece rahatsız hisseder, hatta dayanamayarak yer değiştirirdim. O anda ihtiyanın av ufak tefek, tombalak, temizlikten piril pi nl parlayan bir Almancıkti. Dik, sert kolalı yaka takmıştı, kıpkırmızı bir yüzü vardı. Rigalı bir tüccar olan Adam Iva niç Şultz'un Miller'le yakın akrabalığı bulunduğunu sonra dan öğrendim. Ama ihtiyarı ve müşterilerin çoğunu henüz tanımıyordu. Keyifle "Dorfbarbier"i okuyup puncunu yu dumlarken birden başını kaldırdı ve ihtiyarın kendisine dikil miş bakışlarını fark etti. Şaşırdı. Adam Ivanic çok alıngan ve bütün "kibar" Almanlar gibi pek hassasti. Birinin kendisine öyle dik dik, saygısızca bakması hem tuhafina gitmiş, hem onuruna dokunmuştu. Ofkesini bastırarak gözlerini pata vatsiz adamdan öteye çevirdi, bir şeyler homurdanarak ses sizce gazeteyi siper aldı. Ama dayanamadı, bir iki dakika sonra tekrar gazetenin üstünden şüpheyle bir göz att; ayni sabit bakış, aymu manasız seyrediş. Adam Ivaniç yine ses ç karmadı. Fakat bu durum üçüncü defa tekrarlanınca kapkır mizi kesildi, asaletini korumayı ve seçkin bir topluluğun hu zurunda, herhalde kendisini temsilcisi saydığı güzel şehri Ri ga'nın şerefine leke sürmemeyi ödev bildi. Sinirli bir hareket le firlattıği gazetenin çıtası masaya hızla vurdu; yüzü punç tan ve hırstan kızarmış bir halde, küçücük öfkeli gözlerini menhus ihtiyara dikti. Almanla hasm, kim daha önce bozu lup gözlerini kaçıracak diye bakışlarının mıknatıs etkisini birbirleri üzerinde dener gibiydiler. Çitanın çıkardığı ses ve Adam Ivaniç'in garip duruşu, pastanede oturanların dikka tini çekmişti. Hepsi meşgul oldukları şeyleri bir yana birak miş vakur, sessiz bir merakla iki hasmı seyrediyordu. Epey komik bir sahneydi. Fakat als al, moru mor Adam Ivano viç'in küçücük gözlerinin meydan okuyan bakışlanı boşa git ti. Ihtiyar hiçbir şeye aldırmıyor, kudurmuş Bay Şultz'un su ratına bakmaya devam ediyordu. Sanki yeryüzünde değil de, aydaymış gibi çevresinde uyandırdığı ilginin de hiç farkında değildi. Sonunda Adam Ivaniç'in sabri tükendi, öfkelendi. Tehdit edercesine sert, tiz bir sesle, Almanca: -Neden bana öyle dikkatle bakıyorsunuz? diye bağırdı.
Ama hasmı anlamamış, hatta soruyu duymamış gibi
yine ses çıkarmadı. Adam Ivaniç, Rusça konuşmaya karar
verdi.
İki kat artan bir öfkeyle:
- Size soruyorum, niçin bana öyle dikkatli bakıyorsu nuz? diye haykırdı. Beni sarayda bile tanırlar, sizi sarayda ta nimazlar.!Ama ihtiyarın kılı kıpırdamadı. Almanlar arasında kızgın homurtular duyuldu. Gürültüyü duyan Miller içeri girdi. Meseleyi anlayınca, ihtiyarı sağır sanarak kulağına eğildi, garip müşterisinden gözlerini ayırmadan, olanca sesiyle:
-Bay Sultz, kendisine dikkatle bakmamanızı rica edi yor! dedi.
Ihtiyar, gayri ihtiyari Miller'e bakti ve o ana kadar hare ketsiz olan yüzünde ansızın bir kuşku, huzursuz bir heyecan belirdi. Telaşlandı, şapkasını almak için inleyerek eğildi, ace le, bastonuyla birlikte kaptı ve sandalyesinden kalkarak yü zünde yabancı bir yerden kovulan fakirin zavallı, utangaç gülümsemesiyle salondan çıkmaya davrandı. Birkin ihtiyarın uysal, mütevekkil telaşında öyle acıma uyandıran, yürek parçalayıcı bir zavallılık vardı ki, Adam İvaniç'ten başlaya rak pastanede bulunanların hepsinin tutumu değişiverdi. Ih tiyanın birine hakaret etmek şöyle dursun, oradan her an bir dilenci gibi kovulabileceğinin farkında olduğu belliydi.
Miller iyiliksever, yufka yürekli bir adamdı. Sıcak bir ta
vırla ihtiyarın omzuna vurarak: -Yok, yok, oturmak!.. dedi. Aber Herr Schultz¹ kendi sine dikkatli bakmamanızı rica etti. Onu sarayda tanıyorlar.
Gelgelelim fukara yine anlamadı; eskisinden çok telaşla nup şapkasının içinden düşen eski, delik deşik lacivert men dilini almak için eğildi, sonra da suratını ön ayakları arasına alarak yerde deliksiz bir uykuya dalmış gibi hareketsiz yatan köpeğini çağırdı.
-Azorka, Azorka! diye minildandi titrek, ihtiyar sesiyle.
Azorka! Azorka kıpırdamadı bile. Ihtiyar acı dolu bir sesle: - Azorka, Azorka diye tekrarladı ve köpeği bastonuyla
hafifçe dürttü ama hayvan durumunu değiştirmedi. Baston ihtiyarın elinden düştü. Eğildi, diz çöküp Azor ka'nıin kafasını iki eliyle kaldırdı. Zavallı Azorka ölmüştü!
Ama ihtiyarin kih kıpırdamadı. Almanlar arasında kızgin homurtular duyuldu, Gürültüyü duyan Miller içeri girdi. Meseleyi anlayinca, ihtiyan sağır sanarak kulağına eğildi, garip müşterisinden gözlerini ayırmadan, olanca sesiyle: -Bay Sultz, kendisine dikkatle bakmamanızı rica edi yor! dedi.
Ihtiyar, gayri ihtiyari Miller'e baktı ve o ana kadar hare ketsiz olan yüzünde ansızın bir kuşku, huzursuz bir heyecan belirdi. Telaşlandı, şapkasını almak için inleyerek eğildi, ace le, bastonuyla birlikte kapti ve sandalyesinden kalkarak yü zünde yabancı bir yerden kovulan fakirin zavallı, utangaç gülümsemesiyle salondan çıkmaya davrandı. Bitkin ihtiyarın uysal, mütevekkil telaşında öyle acima uyandıran, yürek parçalayıcı bir zavallılık vardı ki, Adam Ivaniç'ten başlaya rak pastanede bulunanların hepsinin tutumu değişiverdi. İh tiyarin birine hakaret etmek şöyle dursun, oradan her an bir dilenci gibi kovulabileceğinin farkında olduğu belliydi.
Miller iyiliksever, yufka yürekli bir adamdı. Sıcak bir ta virla ihtiyarın omzuna vurarak:
-Yok, yok, oturmak!.. dedi. Aber Herr Schultz¹ kendi sine dikkatli bakmamanızı rica etti. Onu sarayda tanıyorlar.
Gelgelelim fukara yine anlamadı; eskisinden çok telaşla nip şapkasının içinden düşen eski, delik deşik lacivert men dilini almak için eğildi, sonra da suratını ön ayakları arasına alarak yerde deliksiz bir uykuya dalmış gibi hareketsiz yatan köpeğini çağırdı. -Azorka, Azorka! diye mırıldandi titrek, ihtiyar sesiyle.
Azorka!
Azorka kıpırdamadı bile. Ihtiyar acı dolu bir sesle: - Azorka, Azorka diye tekrarladı ve köpeği bastonuyla hafifçe dürttü ama hayvan durumunu değiştirmedi. Baston ihtiyarın elinden düştü. Eğildi, diz çöküp Azor
ka'nın kafasımı iki eliyle kaldırdı. Zavalli Azorka ölmüştü!