Geçmişte Kaybolmak 4

1006 Words
"Kulübesini mora boyardım..." "Ne demek kaldım!?" diye bağırınca Tiny gözlerimi kaçırdım. "Neden onunla eşleşip, onun hatası yüzünden ben kalıyorum? Tek başıma gitsem sorunsuz hallederdim!" Attığı çığlıklar beynimde takla atarken çavuş Strey geldi ve bir bakışı ile onu susturdu. "Bu kadarı yeterli küçük hanım." dedi ciddi bir tavır ile. Gözlerinin yeşili o kadar rahatsız ediciydi ki, bana bakmıyor olsa bile, gözlerimi kaçırmışım. Hatalı değildim bence. Nereden bilebilirdim ki bir anda üzerime atlayacağını? Yanıma yaklaşan ayak sesleri ile yüzümdeki makseyi çıkartıp kenara koydum. "Sanırım senin ileride ne olacağın oldukça açık Alin Yıldız." dediğinde kafamı kaldırıp telaşla gözlerine baktım. "Kaşif bir asker olmak istiyorum." dedim telaşla. Beni bu derslerden alıyorlardı. Almak istiyorlardı ama... "Bunun sana göre olmadığının farkındasın sanırım." diyerek beni susturmaya çalıştı. Ne hissedeceğimi bilemedim. Üzülsem mi kırılsam mı? "Duygularını işine o kadar karıştın ki..." dediğinde kafamı geriye atıp gözlerine baktım. "...auranın renginin siyah olduğunu bile göremedin." Gözlerim ellerime kaydı. Bedenimin çevresinde gezinen siyah uğursuz ışığa. "Ne önemi var! Oradan sapa sağlam çıktık ve ben geliş yönünü bombaladığım için Geordo bizim yönümüzü bulamadı." diyerek hızla ayağa kalktım. "Belirlenemez bir durumdu sadece. Beklenmedik bir anda üzerime atladı. Elimle bir mikrak sökmedim ya!" Bağırışım herkesi şaşırtsa da sözlerimi kesen çavuş olmamıştı. "Bu kadarı kâfi!" Annem kesti sesimi. Hayallerimiz, sözlerimi, fikirlerimi. "Sanırım nerede çalışman gerektiğinin artık farkındasın Yıldız!" diye bağırarak üzerime geldi. "Sen bu iş için doğmamışsın. Bunu anlaman için bir yırtıcı tarafından öldürülmene gerek yok!" Bariton sesi ile olduğum yere çakıldım sanki. Nasıl karşı geleceğimi bilemedim. Herkes bana tepeden bakarken ağlamamam gerektiğini bile bile... Yumruk olmuş ellerimi baldırlarıma dayadım. Hak etmiyorum. Ben...bana bir şans verilse aslında ben de onun kadar iyi olabilirdim. Kötüsün, diye diye beni kötüleştirmişlerdi! "En azından arkamda durması gereken kişinin sen olduğunun bilincinde olsan keşke..." diye fısıldadığımda gözlerimin içine baktı. "Defalarca düşsem bile , elimi tutup kaldıran, kişinin sen olması gerektiğini bilsen!" diye çığlık attım en son. "Çünkü annemsin!" dedim akan göz yaşlarım ile. "Düşmemden korkuyorsan düşmemem için beni eğitmeliydin!" Göz yaşlarım çenemden boynuma doğru akarken titreyen çenemi durdurmaya çalışıyordum. "En azından..." dedim boktan çıkan sesiyle. "...bir kişi bana inansaydı." Arkamı dönüp topallayarak uzaklaştım yanlarından. Evet, annem bölgenin askeriye müdürüydü. Kendisinin yetkisi ile ülke bile kurulabilirdi. Ama o her seferinde ülkesini bana tercih etmişti. Düştüğümde gibi kafası kızıla kayan kızı kurtarmıştı. Bir çukurdan kurtulduğumda nasıl olduğumu sormak yerine herkesin içinde aşağılamıştı. Evet, annem böyle bir kadındı. Robot. Sürüye sürüye gittiğim ayağım eşliğinde laboratuvara girdim. Yüzümü taratıp içeri girdiğimde Birlan'ı etrafta bulamadım. Nefes nefese bir kenara oturmuş, sinirle göz yaşlarını dilerken gözüm bacağıma takıldı. Sonrasında elimi cebimin üzerine koydum. Doğru, bir mikrak çalmıştım. Son derece enerji dolu ve parlak taş(!). Burnumu çekip kafamdaki bereyi çıkarıp attım. Kahretsin! Gerçekten işim bitti. İntihar kapsülüne girip kendimi uzay mezarlığına mı yollatsaydım? Belki de öyle yapmalıydım. Hak ediyordum sanırım. Ölmeyi. Erkekler gibi... Benden izinsiz akan her gözyaşının verdiği sinir ile burnumu çekip elimi cebime soktum. Kenarları keskin, pürüzsüz taşı bir çırpıda çıkarttığımda yanan gözlerim kamaştı. Pembe rengi nedensiz hızla mora sonrasında ise maviye dönüşmüştü. Kaşlarımı çatarak elimin tersiyle yanağımdaki yaşı sildim. Bunun rengi neden değişti ki şimdi? İyi miydi bu? Patlar mı acaba? Patlayabilir mi ki? Bildiğim tek şey sadece oksijen ile temasa geçtiğinde hafif hafif yandığı ve bu yanmanın çıkardığı enerji ile parladığıydı. Bu kadar. Benim kimyanın nirvanasıydı burası. Bunu bilmem bile fazlaydı hatta. Bilran neredeydi acaba? Taşı kendimden uzaklaştırıp etrafa bakındım. Tedirgin olmaya başladığım esnalarda birden titremeye başlayınca gözlerim kocaman açıldı. "Bum! Bum!" diye bağırdım ayağa kalkerken. "Patlamış mısır!" diyerek tek ayağımın üzerinde seke seke sağ sola koşturdum. "Mavi-mutasyona uğramış patlak Alin!" Telaştan ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette atlayıp zıplarken duyduğum çıtırtı sesi ile daha da kötü oldum. Cidden patlayacaktı sanırım. "Bilran!!" diye çığlık attım. "Mikrak! Patlamak!" diyerek ilerlerken elimdeki aptal taş bir şeye çarptı sanki. Kaşlarımı çattım. Neye çarptı ki? Dönüp taşa baktım ama önünde hiçbir şey yoktu. Elimi çektim ama gelmedi. Kaşlarımı çatmaktan neredeyse tek kaşlı olacaktım. "Aptal, küçük bir taş da benden güçlü olmasın ama!" dedim sinirle. İki elimle tuttum ve sıkıca kavradım. Tüm gücümle kendime doğru çektim ancak bir milim bile kıpırdamadı yerinden. "Şaka mısın?" dedim öfkeyle. "Seni bok çukurundan çıkma fosilleşmiş pislik birikintisi!" dedikten sonra hızla kendime çekmiştim ki bir anda o beni çekince ağzımdan bir çığlık kaçtı. "Şaka! Şaka yaptım ulan! Şaka Şaka! Bırak beni!" Aptal taş tarafından sağa sola savrulmaya başladığımda şaşı olacak gibi hissettim. Bir taş tarafından dayak yiyecek kadar... "Bilran!" diye çığlık attığım esnada bedenimi çevreleyen siyah auramın bir anda mora dönüştüğünü görerek gözlerimi kırpıştırdım. Hayır... Hayır... Taş hızla beni ileri doğru savurdu. Sırtım laboratuvarın tezgahına çarpmış, örnekler ve birçok eşya yere düşmüştü. Acıyan sırtım ile telaşla ayaklarımı yere dayadım. İki üç kere öksürmüş olsam bile kendimi geriye doğru itiyor, karşı koymaya çalışıyordum. Tuttum her şey elimde kalıyordu. Borular bükülüyor, masaların ayakları kopuyordu. Ben mi çok güçlüydüm yoksa aptal taş mı? Nefes nefese sürüklenirken sağlam ayağımı bir soğutucuya dayadım. "Bırak ulan beni!" dedim çığlık çığlığa. Taşı artık ben tutmuyordum, o beni tutuyordu. Ve korkunç tarafı kıvılcımlar çıkartıyor ve giderek küçülüyordu. Yok mu oluyordu? Son gücümle ayağımı soğutucuya iyice dayadım ve kendimi geriye doğru ittirdim. "Beni...rahat...bırak!" Elimin içerisinde duran taş o an patlayınca gözlerimi sımsıkı yumdum. Taş yok olmuştu, bedenimi saran morluk maviye dönmüştü. Bir metre havada duran bedenim gürültüyle yere düştüğünde nefesim kesildi. "Kahretsin!" Acı içine ellerimi karnıma koydum ve soğuk zemin içerisinde kıvrandım. Canım , canım deli gibi acıyordu. Zemin üzerinde yüzüstü dönüp öksürmeye başladım. Rahat nefes alamıyordum ve aldıkça da canım acıyordu. Bu his ile nasıl baş edilirdi ki? Doğrulmak istedim, doğrulmak ve az önce kaçtığım anneme koşmak. Ellerimi zemine dayamış ve ayaklarımı kaldırmaya çabalamıştım ama olmadı. Sanki birileri ayaklarımı tutuyordu. Bu fikrin verdiği korkunç his ile kafamı eğip ayaklarıma bakacaktım ki bir anda sürüklenmeye başladım. "HAYIR!" Ellerimi pürüzsüz zemine dayamaya çalışıp tutunmayı deniyor, karşı koymaya çalışıyordum ama nafile. Mavi bir ışık eşliğinde hoyratça savrulurken kollarımı ve bacaklarımı bir yerlere çarptım. En sonunda ise vücudum karıncalanmaya başladı. "Ölüyorum..." dedim sessizce. Sanırım ölüyorum. Hem de boktan bir sebepten. Gözlerimden akan yaşlar ile son bir defa tutunmaya çalışsam da kader buna izin vermedi. Birlan'ın yaptığı ve hızla dönen sözde " zaman makinesi" olan şeyin içerisine sürüklendim. Güzel, atomlarıma parçalanarak öleceğim... Elveda...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD