Duvar dibine çöken bedenime söz geçiremiyordum. Ne diye oturup kalmıştım sokak ortasında? Bir adım dahi atacak halim, ayaklarımda derman kalmamıştı. Açlıktan başım dönmeye başlamışken aslında dönen bir şeylerin olmadığını biliyordum. Bu bir yanılsamaydı... Birazdan sıkıntılı ruh halim değişecek ve ben yeniden iyi olacağım, hem de çok iyi...
Gökyüzünde bana kucak açmış bir bulata gözüm takıldı. Sanki annem o buluttu ve beni izliyordu. İçten bir yakarışla baktım semaya... Dualarım, hayallerim, hayatım, dileklerim anneme ulaşsın istedim.
"Anne, seni nasıl özlediğimi bir bilsen belki dönerdin. Bedenini istemiyorum anne, ruhunu istiyorum sadece. Seni görmek için şizofren olmaya bile razıyım. Onlar benden daha şanslı anne... Çünkü onların halüsinasyonları varken benim hiç kimsem yok. Seni hayalimde bile olsa görmek istiyorum anne. Lütfen geri dön... Bak anne sensiz ayakta durmaya mecalim yok, perişan bir haldeyim."
Gözyaşlarımın aktığını kaldırımda oluşan ıslaklıktan anlamıştım. Önce yağmur yağmaya başladı sanmıştım ama yere düşen damlalar benim aciz gözyaşlarımmış... Hiç tutmayı beceremediğim, kalbim bir acıyorsa iki yandan süzülen tuzlu damlalar çektiğim acıyı anlatmaya kafi gelir miydi, sanmam...
Oturduğum yerden güçlükle kalktığımda dönüp duran başıma rağmen yürümeyi başarabiliyordum. Kaldırımda yalpalayarak dengesiz bir yol çizdiğimin farkındaydım.
Açlıktan bayılacak gibi hissediyordum ama üstümde ekmek alacak bir liram bile yoktu. Çaresizce yürümeye devam ettim. Belki dilenmeliydim, en azından bir ekmek parası için onurumu yok sayabilirdim.
Az ilerde seyyar bir simitçi gördüğümde adımlarım istemediğim halde oraya yönlendi. Simit tezgahının karşısına geçip simitlere dolu gözlerle baktım. Bedava simit istemeye yüzüm yoktu ama bayılıp hastanelik olmam an meselesiydi. Bu yüzden gururumu bir yana bırakıp simitçiye yaklaştım.
"Merhaba ben..." dedim ve sustum. Simit istemeye yüzüm yoktu, gözlerimi yerden kaldıramıyordum.
"Simit mi istiyorsun? Kaç tane vereyim?"
"Açım ama... Benim param yok." dedim güçlükle ve adamın beni kovmasını bekledim. Tezgahın önünü yok yere kapattığım için kızması gerekirdi değil mi?
"Askıda simit var ya kardeş. Söylemene bile gerek yok istediğin simit poşetini alabilirsin."
Simitçinin gösterdiği tarafa baktığımda tezgahın bir ucuna asılı bir kaç tane simit poşeti gördüm. Şaşkınlıkla simitçiye baktım benimle dalga geçiyor olmalıydı ama gayet ciddi görünüyordu.
Elimi çekingen bir şekilde poşetlerden birine götürdüm ve sabırsızlıkla içinden simiti çıkarıp ayak üstü yemeye başladım. Aklıma sonra teşekkür etmediğim geldi.
"Ben çok teşekkür ederim. Çok iyisiniz. Size borcumu sonra ödeyeceğim söz veriyorum."
"Ne borcu yahu? O verdiğim ASKIDA SİMİT yani senden önce gelip simit alanların başkaları için satın aldığı ve askıya astığı simitler o poşetlerde. Yani o simitlerin parası hayır severler tarafından ödendi ve sen kimseye borçlu değilsin."
"Yaa çok güzel bir düşünce, param olduğunda bende her gün askıya bir şeyler astıracağım."
"Valla millet yediğini, giydiğini, örttüğünü her şeyi askıya asmaya başladı. Bu sayede maddi gücü olmayanlar kimseye el açmadan ihtiyaçlarını karşılama imkanı buluyor. Eskiden Sadaka taşları varmış zenginler oraya bırakır, fakirlerde ihtiyacı olduğu kadarını kimseye minnet etmeden alırmış. Buna benzer bir düşüncenin tekrar gündeme gelmesi umut vadediyor."
Simitçinin anlattıklarından sonra elimdeki simit parçasına bambaşka bir gözle bakmaya başlamıştım. Bu bir simit değildi, annem gibi iyi insanların var olduğunun bir göstergesiydi. Simitçi haklıydı, hala iyi insanların olması umut vericiydi.
Başım daha şiddetli dönmeye başlamıştı. Elimdeki simit bile ağır geliyordu. Simitçinin sesini duydum. "İyi misin?" son zamanlarda en çok duyduğum soru bu olmuştu.
"Açlıktan sanırım. İyi..." dedikten sonra yer ayağımın altından hızla kaydı. Adamın bağırışını duyuyordum ancak ne dediğini anlamıyordum. Sanki tatlı bir uykudan alarmın sesiyle uyandırılmaya çalışıyorlardı. Uyanmamak için direniyordum.
Annemin sesini duyuyordum sanki. 'Yanındayım, korkma.' diyordu. 'Uyan kızım.'
Gözlerimi araladığımda annemi görmeyi umarken karşımda onu görmeyi beklemiyordum. Peşimden mi gelmişti?
"112'yi arayayım mı?"
"Kendine geldi. Ambulansa gerek yok." diyordu simitçiye.
"Tanıyor musunuz?"
"Evet. Misafirimiz." dedi düz bir sesle.
"Açlıktan bayıldı. Misafirinize yemek vermiyor musunuz? Nasıl iş bu?"
"İşine bak kardeşim." dedi kızgınlıkla. Adam ise cevap vermeden tezgahına geri döndü. Ben onların konuşmasını takip ederken başımın Araz'ın dizlerinin üstünde olduğunu sonradan fark ettim.
Kalkmaya çalışınca "Dur, öyle hemen kalkamazsın." diyerek uyardı.
Koluma girip beni dikkatle ayağa kaldırdı. Baş dönmem devam ediyordu. Bunu fark etmiş olacak ki yan taraftaki duvara doğru beni götürüp oturmamı istedi. Yanımızdan geçip giden insanların acıyan bakışlarını yeni fark ediyordum. Araz olmasaydı eğer belki hâlâ yerde baygın yatmaya devam ediyordum. Çünkü onların bakmaktan öteye geçeceğini bile sanmıyordum.
Yere düşen simite bakıp üzüntüyle iç çektim. Araz bunu fark etmiş olacak ki simiti yerden alıp duvarın üstüne koydu. Tekrar tezgahtarın yanına gidip bir simit ve meyve suyu satın aldı.
Yanıma döndüğünde yüzünde yumuşak bir ifade bulacağımı sandım. Ancak yüz hatları gergindi. "Ye şunları."
"Teşekkür ederim."
Simitim bittikten sonra kendimi daha iyi hissediyordum. Gitme vaktim gelmişti. Başımın çaresine bakmam gerekiyordu.
Araz başımda gardiyan gibi dikildikçe benim ruhum daralıyordu. Ayağa kalkıp "Yardım ettiğin için tekrar teşekkür ederim. Hoşçakal." dedim yüzüne bakmadan. Çünkü onun bal rengi gözleri beni tedirgin ediyordu.
Hiçbir şey söylemedi. Kollarını önünde bağlayıp öylece durmaya devam etti. Neden peşimden geldiğini bile soramadan yürümeye başladım.
Düşünceler içinde köşeyi dönerken omzuma dokunan bir elle olduğum yerde kaldım. Sokak ortasında beni durduran ve arkamda duran kimdi? Korkuyla arkamı döndüğümde az önceki korkunun yerini şaşkınlık almıştı çünkü beni durduran Araz'dı.
"Bir şey mi oldu? Eğer simit ile meyve suyunun parasını istiyorsan borcum olsun."
"Kes saçmalamayı! Eve dönüyorsun! Şimdi!" dedi dişlerinin arasından. İtiraz edecek fırsat bile vermeden kolumdan tuttuğu gibi peşinden sürüklemeye başladı.
"Hayır! Gelmiyorum!" diye bağırdığımda durup yüzüme baktı. Gözlerinde yanan ateşi görmemek için kör olmak gerekirdi.
Bana öldürücü bakışlarla 'sıkıyorsa gelme' diye meydan okurken, aslında adamın tek kelime bile etmeden beni ikna etmesi şaşılacak şeydi! Kolumu daha sert sıkan elleri ise gözlerinden aldığım mesajı doğru yorumladığıma delildi. Elbette bu adamdan korkuyordum çünkü o Azraildi... Belki canımı alamazdı ama canıma okuyacağı kesindi.
Geldiğim yolu isteksizce geri dönerken aklıma gelen Çağla ve Eda'nın sözleri ile yüreğime tekrar bir ateş düştü. İstenmediğim o eve dönemezdim.
Durduğumu fark etmeyen adam beni bileğimden çekmeye devam ederken ne olduğunu anlamadan yere kapaklanmıştım. Dizlerim kaldırım taşlarına çarparken düştüğümü biraz sürüklendiğimden sonra anlamıştı.
"Yürümeyi bilmiyor musun? Seni sırtımamı alıp eve götüreyim? İstediğin bu mu?" dedi kızgınlıkla.
Yere kapaklandığım yerde dizimin kanamasını umursamadan "O eve gelmeyeceğim..." dedim.
"Sana yardım eden birine böyle mi teşekkür edersin?" dedi alayla.
Bakışlarımı yerin tozlu taşlarından çekip cehennemin en alacalı haline diktim. Kor kızılı, yangın sarısı, bozkır yeşilinin birleşimi olan bal gözler bana sonum olacak gibi bakıyordu.
"Ben başımın çaresine bakabilirim! Yardımınızı hiç istemedim ve istemiyorum..." dedim kırgınlıkla. Onun önünde tekrar ağlamamak için kaşlarımı çattım. Yüzümün sertliği bir türlü kalbime ulaşmayı başaramıyordu. Bu adam gibi taş kalpli olmayı ne çok isterdim oysa...
"Bunu daha demin şurada ağlayan küçük kız mı söylüyor? Yoksa bir simite muhtaç olan ve bayılan kimsesiz kız mı? Cebinde beş kuruşun yokken ne yapacaksın sokakta? Dilenecek misin?"