DİNÇER
“Anlamadım,” dedim şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak. Hayal kırıklığımı kendime saklamayı ustalıkla başardım ve gözlerimi yeniden önümdeki dosyaya indirdim. Sona kalan elemanın doğru kişi olması için çok dua etmiştim ama sanırım bugünde yardımcımı bulamayacaktım. Bir haftadır süren sekreter arayışım hâlâ netice almamıştı. Görsellik olarak göz dolduran bir bayan vardı karşımda ama beyin olarak yoksun olduğunu ağzından çıkan cümleyle belli etmişti. Ben anlaşmayı umacağımızı söylerken, çikolata nereden çıkmıştı Allah aşkına? Oyun parkı mıydı burası?
“Af edersiniz,” dedi telaşlı bir şekilde dudaklarını yalayarak. İçeriye girdiği andan beri beni içine çekmeye çalışan aurasına direnmeye çalıştım. İlk bakışta onun sekreterlik değil, oyunculuk için geldiğini düşündüm. Düzgün bir fiziği vardı, bir kulüpte ya da restoranda denk gelseydim dönüp bir kez daha bakabileceğim bir etkiye sahipti. Sarı saçları, dibi görünmeyen denizleri hatırlatan mavi gözleri, yuvarlak çenesi ve kırmızı rujla belirginleştirdiği dudakları, oldukça iştah açıcı görünüyordu.
“Ben de, sizinle çalışmayı çok isterim. Yani anlaşırsak…” İçten içe kendime “Fiziğini düşünmeyi bırak seni geri zekâlı,” diye hatırlattım. Sevgili değil, çalışkan ve becerikli bir sekreter arıyordum. Koynuma girmeyecekti sonuçta! Bu yüzden önemli olan fizik değil, beyin ve bu kadında ne kadar beyin var henüz emin değildim.
“Kısa bir süre sekreterlik yapmışsınız ama bunun üstünden fazla zaman geçmiş,” diye bir soru yönelttim. Özgeçmişi oldukça iddialı görünüyor olsa da, bunun yanılsama olma gerçeği bir hayli yüksek.
“Üniversiteye başlamadan önce kısa bir süre yapmıştım fakat sonra okula devam edince bıraktım. Okulum bitince kendi mesleğimde çalışabilmek için uğraştım ama burada olduğuma göre başaralı olamamışım gibi görünüyor.” Alt dudağını hafifçe dişleyerek, ellerini birbirine kenetledi. Sekreter olmak gibi bir hayali olmadığı oldukça açıktı esasında.
“Okul hayatınız başarılı geçmiş görünüyor,” dedim yetenekler kısmındaki aldığı ödüllerin listesine bakarak.
“Yaşama yansımayınca ödüllerin pek değeri kalmıyor açıkçası. Ancak duvar süslüyorlar.”
“Peki bu işi becerebilecek misiniz?” Bana sanki ona en ağır hakareti etmişim gibi öfkeli bir bakış attı. Mavi gözleri koyulaşarak gökyüzünün en koyu tonuna büründü.
“Bir telefona bakıp, dosya düzenlemek o kadar da zor bir iş değil!” Âdeta burnundan soluyordu.
“Yalnızca telefona bakıp, dosya düzenlemeyeceksiniz,” dedim tane tane. “Randevuları ayarlayacaksınız, yeri geldiğinde benimle çekim alanına gideceksiniz, gerekirse oyuncularla ve yönetim kadrosuyla ilgileneceksiniz. İstanbul dışında katılmam gereken bir etkinlik olursa benim yanımda olacaksınız. İşin gerçeği benden daha fazla meşgul olacaksınız.”
“Yine de zor bir iş değil. İstediğiniz gibi iki yabancı dilim var. Kısa bir sürede olsa iş hakkında bilgiye sahibim. Güler yüzlü olmasını, sabırlı olmayı başarabilirim. İlanda yazılan her maddeye vakıf biriyim. Diksiyonum da yeterince düzgün.” Son söylediğinde kesinlikle haksız sayılmazdı. Diksiyonu yeterince kelimesinden daha fazlasıydı.
“Almanca ve İngilizcede ne kadar iyisiniz peki?”
“On yaşına kadar Almanya’da yaşadım, dile oldukça hâkimim. İngilizcem de yeterince iyi…”
“Pekâlâ. Bir ay deneyelim isterseniz. Hem siz işin zorluğunu ve yapılabilirliğini görürsünüz, ben de sizin yeteneğinizi. Bir ay sonunda anlaşabilirsek devam edersiniz.”
“İşi aldım mı yani?” diye sordu hayretle. Hafifçe öne doğru eğilmiş, gözlerini kocaman açmıştı. Biraz önce sekreterliği basit gören kendisi değilmiş gibi, işi aldığına şaşırmış gibiydi.
“Şaşırmış gibisiniz,” dedim alay edercesine. Dudaklarıma bir tebessüm yerleşti.
“Hayır,” dedi kendinden emin bir edayla burnunu kaldırarak. “İşi alacağıma emindim.”
“Öyleyse deneme süremiz hayırlı olsun.” Ayağa kalktım ve elimi uzattım. İnce ve narin parmakları avucumun arasında kaybolurken, tebessüm ederek gözlerimin içine baktı. Gözleri mutlulukla parlıyor, dudakları hafif bir tebessüm eşliğinde dans ediyordu sanki.
“Yarın görüşmek üzere…” Odadan ayrılmadan hemen önce sarf ettiği bu sözler kendime gelmemi sağladı. Elini hâlâ tutmakta olduğumun farkına varınca seri bir hareketle birbirine kenetlenmiş parmaklarımızı özgür bıraktım.
“İyi günler,” diyerek hafifçe başını eğdi ve kapıya yöneldi. Aklımı kurcalayan fiziği odadan ayrıldığında, içerideki havada bir anda değişti. Biraz önce neler olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Sanki kısa bir süreliğine güneş odama doğmuş ve ardından yeniden göğe yükselmişti.
Oldukça ilginç bir ayın beni beklediğini hissediyordum. Bakışlarımı yeniden ayakkabı hastası olduğuna emin olduğum genç kadının dosyasına çevirdim. Aldığı ödüller, tasarımlarını merak etmeme neden oldu. Gözümün önünde masasına eğilmiş, kalemi dalgınca dudaklarında gezdiren, saçları alnına düşmüş, hafif tebessüm eden bir kadın canlandı. Akıl sağlığım yarım saat içinde suyun içine atılan kıytırık bir saat gibi bozulmuştu. “Burçak,” özgeçmişindeki resmine bakakalmışken, ismi istemsizce dudaklarımdan döküldü. Adının dilimde bıraktığı tadı sevmiştim.
***
Bugün benim için keyifli bir gündü. Nihayet işlerimi hafifletecek sekreterimi bulmuştum. Yeni sekreterim eğer işlerin üstesinden gelebilirse iş yüküm hafifleyecek ve kafam rahat olacaktı. Geçici olarak sekreterliğimi yapan Berna sayesinde kaçırdığım üç toplantı, unuttuğum iki davet beni yeterince ziyana uğrattı. Aslında her konuda dikkatli bir insanımdır fakat bir şeye konsantre olunca diğer her şey aklımdan çıkıyor, bu da beni ve işlerimi olumsuz etkiliyordu. Burçak Hanım bana ilk görüşmede biraz aptal gibi görünmüştü ama peşin hüküm vermek istemiyordum. Gazete ilanında verdiğim her maddeye uygun ki, bu sebeple denemeden karar vermek istemedim. İşin altından kalksa iyi ederdi, zira yeniden sekreterlik görüşmelerine katlanacak sabır bende yoktu.
Yataktan kalkarak banyoya yöneldim. Her sabah işe gitmeden önce mutlaka duşumu alırdım. Temiz ve düzenli olmak benim ilk kuralımdı. Bir insan kişisel yaşamında nasılsa, genellikle işinde de öyle olurdu. Aslan yattığı yerden belli olurmuş sözü, öylesine söylenmiş sıradan bir söz olamazdı.
Duşumu aldıktan sonra giyinme odasına yöneldim ve lacivert ipek takımlarımdan birini köşeye ayırdım. Kravat askılarını şöyle bir süzüp desenli gri ipek kravatımı aldım. Giydiğim beyaz gömleğime babamın hediyesi olan altın kol düğmelerini geçirdim. Tamamen hazır olup, saçlarımı hafif şekillendirdikten sonra yatak odasına geçtim. Akşam incelediğim dosyaları ve telefonumu alarak kapıya yöneldim. Yeni günün startı benim için verilmişti.
Evden çıktıktan sonra plazanın en alt katındaki otoparka inerek arabama ulaştım. İstanbul trafiği ile her sabahki olağan kavgam başladı. Öyle herkes gibi İstanbul deyince derin bir iç çeken ve İstanbul’a tepesinden denizine sevda methiyeleri düzen biri değildim. Esasında İstanbul benim için pek yaşanılacak bir şehir değildi. Kendisiyle öyle pek bir sorunum yoktu ama trafiğinden ve kalabalığından nefret ettiğim bir gerçekti. Yani demem o ki, o aşk şehri İstanbul eskilerde kalmıştı. Şimdi dönüp önünüze çıkan ilk on kişiye İstanbul’u sorsanız, on kişiden dokuzu eminim yaka silkerdi.
Trafikle kavgam nihayet bittiğinde, şirkete varabildim. Asansör yerine çoğunlukla yaptığım gibi merdivenlere yöneldim. İşten çıktıktan sonra akşamları ne kadar sporumu yapsam da, sabahları da yapmak gün içindeki enerjimizi koruyabilmek için oldukça gerekliydi. Fakat vakitsizlikten sabah sporunu yapmayı atladığım için üç katı çıkmak ya da evimden çıkarken dokuz katı inmek bana cazip geliyordu. İnsanlar tembelliğe alıştığı için genellikle merdivenlerde kimse ile karşılaşmıyordum. Arkamdan gelen topuk sesini duyunca başımı çevirmem bu yüzdendi.
Dün işe aldığım sekreteri görünce tek kaşımı soru sorarcasına havaya kaldırdım.
“Günaydın,” diyerek tebessüm etti. “Sizde benim gibi, asansör dolu olunca merdivenlere yönelmişsiniz.” Bu kadın hakkında edindiğim ilk izlenimlerden biri giyinmeyi biliyor olduğuydu. Bir sekreterden çok iş kadını havası vardı üstünde. Bu havası iş konusunda umutlanmamı sağlıyordu. Vereceğim işlerin üstesinden kalkacakmış gibi bir görüntü çiziyordu.
“Günaydın Burçak Hanım. Ben genellikle merdivenleri tercih ederim,” diyerek merdivenleri çıkmaya devam ettim. Bana fazla yaklaşmadan arkamdan geliyordu. Ofisime ulaştığımda arkamı döndüm ve geçici sekreterimle, yeni sekreterimi tanıştırdım.
“Berna Hanım, Leyla Hanım’a yukarıya gelmesini söyleyin. Burçak Hanım’a yardımcı ol. Burçak Hanım, Leyla Hanım size şirketi gezdirdikten sonra odama gelin lütfen.”
Masama yerleştiğimde mavi gözleri aklımdan çıkarmakta oldukça zorlanmıştım. Burçak Hanım sadece yardımcım olacaktı, başka bir şey değil…