Kurduğum hayallere atılan her bir ok, benim içimi parçalamış hayata karşı olan bütün umutlarımı yerle yeksan etmişti. Zamanın açlığını doyuran acılarım, tutmadığı dikişlerinden oluk oluk akıyordu.
Gözlerimin bebeği duyduğu emir cümlesi ile genişlemiş, iri bir hâl almıştı. Bunu biliyordum, genel olarak sinirlendiğimde bu durum ile çokça karşılaşmıştım.
“Pardon?” Zevahirini süsleyen keskin yüz hatlarında tek bir mimik dahi oynamıyordu. Biçimli kaşları çatık, dudakları dümdüz, gözleri ise ifadesizdi. Birçok şeyin barındırdığı gözleri ben tehlikeyim dercesine bir sakinlikte bedenimde dolaştığında, bakışları çıplak bacaklarımda daha çok oyalandı.
Rahatsızlığın verdiği etkiyle yerinde kıpırdandım, bunu farketsede yakıcı bakışlarını üzerimden çekmedi.
“Duydun.” Sesinin arkasına sığınmış mızraklar bir bir bedenime batıyor, beni kendine mahkum ediyordu.
“Bırak elimi.” Dedim buram buram sinirle perçinlemiş sesim ile, zira olası bir sinir patlamasında buradan sağ salim gidebileceğimi düşünmüyordum.
“Bırakacağım eli tutmam ben.” Titredim. Beklediğimin dışında söylediği sözler beni anlık bir bozguna uğratmıştı ancak toparlanışım çabuk gerçekleşmişti.
“Bırak dedim sana, bu ne zorbalık? Kendine gel ve biraz medeni ol. Hangi devirde yaşıyoruz biz? Bana zorla bir şey yaptıramazsın.” Ben konuşurken sadece beni dinlemiş ,gözlerini gözlerimden bir saniye dahi olsa ayırmamıştı.
“Sıktın.”
Ne?
Cidden mi?
Sinirle birbirine kenetlediğim dişlerime ek olarak sıktığım yumruklar da bana eşlik etmişti. Kasılan çenemi zaptetmek adına elimi ondan kurtarmaya çalıştım ancak naifleydi.
Çok güçlüydü şerefsiz.
“Sıktıysam bırak.” Ufak serzenişlerim bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu.
“Bir lafımı ikiletmeyi sevmem Bal küpü, otur.”
“Ne şans bende emir içeren cümleleri sevmem. Bırak artık !” gözler pür dikkat bizdeyken bu tarz bir konuşma yapıyor olmamız başlı başına saçmaydı.
“Kim olduğumu unutuyorsun.” Bunu tehdit olarak mı algılamalıydım?
“Bence asıl sen kim olduğumu unutuyorsun.” Diyerek beni araştırmasına gönderi yapmıştım.
Sessiz kaldı.
Zehir bir şey söylemeden gözlerime bakmaya devam ettiğinde ufaktan ufaktan tırsmaya başlamıştım.
Neden bu kadar ürkütücüydü ki? Biraz insancıl olsa ölür müydü?
Biz birbirimize baktığımız sırada duydum ince kız sesi ilgimin odağına anında yerleşivermişti. Bakışlarımı Zehir’in yanına çevirdiğim anda gözlerim ilk önce yeşil saçlara, sonrada yeşil gözlere kaydı. Oldukça ilgi çekici olan bu genç kıza yüzündeki piercingler fazlasıyla yakışmıştı, alımlı ve güzel bir kızdı.
Gözlerimin içine bakarak gülümsedi.
“Biraz oturabilir misin? Hakkında öğrenmek istediğim çok şey var. Küçük hayranlarından biriyim.” Diyerek yeşil ojeli tırnaklarını gözüme sokarcasına ağzına götürdü ve tatlı kıkırtısını bu sayede örtmeye çalıştı.
Biraz evvel Zehir’e karşı olan sinirli bakışlarım onun sakinleştirici konuşması ile yumuşamıştı.
“En azından insancıl biri varmış, elbette otururum.” Dedim Zehir’e inat bir şekilde.
Bu tepkime kaşları çatılan Zehir, ters ters yüzüme bakmakla yetindi ve sıcak avuçlarını, soğuk tenimden çekti.
Tek boşluk olan yere, yani Zehir ve yeşilli kızın arasına oturarak bakışlarımı İlkiz’e çevirmeyi reddedip kafamı yanımdaki kıza çevirdim.
İlgili gözleri gözlerimi tararken diliyle dudağındaki piercingi yokladı.
“Ben Yüsra.” Neşesi o kadar yüksekti ki insan ister istemez çekimine kapılıyordu. Eğer onu uzaktan görüyor olsaydım, egolu, soğuk ve çekilmez bir insan sıfatına sokardım.
Gözü kör olasıca ön yargılar.
“Bende Venüs.” Dedim ufak bir tebessümle. Yan tarafımda sıcaklığını hissettiren Zehir’e bakmamak için üstün bir çaba harcıyordum nitekim başarılı da oluyordum.
“Ah, tabi ki biliyorum.” Dedi tekrar kıkırdarken Yüsra, “Bilmeyen mi var seni?” gayri ihtiyari omuz silktim.
Birilerinin beni tanıyıp tanımaması mühim değildi. Ancak yan tarafımda bulunan ölüm makinesinin beni tanımasını istiyordum. Akabinde beni araştırıp her şeyimi öğrenmeye çalıştığının da pekâlâ farkındaydım.
Lâkin görmezden gelmek en sevdiğim şeydi.
“Ee, magazin hayatı nasıl gidiyor?” dedi elindeki kokteyli yudumlayarak. O soru sorarken bende usulca kot ceketimi çıkartıp masanın üzerine bıraktım.
“Kötü, magazinden ve meraklı muhabirlerden oldum olası nefret ederim. “ düşünür vaziyette dudaklarını büzdü.
“Senin yerinde olsam sanırım bende nefret ederdim.” Başımla onu onaylayarak göz ucuyla İlkiz’e baktım. Barlas’ın dibine girmiş gülerek bir şey söylüyordu. Barlas ise elindeki içkiyi yudumlayarak etrafa bakıyordu.
İlkiz’i pek taktığı söylenemez.
“Sen hangi bölümü okuyorsun?”
Kız benimle ilgilenmeye çalışırken ona sessiz kalmak ayıp olurdu.
“Moda tasarımı.” Bunu söylerken parlayan gözleri, okuduğu bölümü ne kadar çok sevdiğini gösteriyordu.
“Güzel.”
Elimle alnımı ovuşturup zedelenen sinirlerimi sakinleştirmeyi amaçladım. Nedensizce başım ağrıyordu. Ben alnımı ovuştururken çalan telefonum bakışları üzerine toplamıştı. Ortam fazla gürültülü olmadığından zil sesi kolayca duyulabiliyordu.
Telefonumu elime alıp arayana bakarken bay huysuz yazısını görmem bakışlarımın baygınlaşmasına neden olmuştu. Her akşam aramak zorunda mıydı? 20 yaşına gelmiştim, çocuk gibi davranmasına gerek yoktu.
“Efendim baba?” dedim telefonu kulağıma götürerek. Babamın stabil sesi kulaklarıma ulaştığında sözlerine dikkat kesildim.
“Nerdesin?”
“Tekiladayım.” Kapı açılıp kapanma sesi duyuldu.
“Ne işin var orada?” şuan kaşlarını çatarak dümdüz karşıya baktığını hayal edebiliyordum.
“İlkiz’in yanına geldim.”
“Anladım, geç kalma yemeğe seni bekleyeceğim.” Elim alnımda duraksasada üzerinde durmamaya çalıştım.
“Tamam baba, geç kalmayacağım.” Diyerek telefonu kapattım ve kot ceketinin üzerine bıraktım. Yüsra’ya hitaben,
“Ben lavoboya gidiyorum.” Dedikten sonra ayaklandım ve Zehir’in önünden geçerken bacağına sürtünen bacağım ile ister istemez kasılmıştım.
Ancak dönüp bakma gereği duymadan ilerlemeye devam ettim. Lavoboya girer girmez önce elimi yüzümü yıkadım. Fazlasıyla hararet yapmıştım.
Zehir’in emrivaki tavırları aklıma geldikçe dişlerimi sıkmaktan kendimi alıkoyamıyordum.
Uyuz.
Islak yüzümü kâğıt havlu ile kurulayarak yüzümde ki ıslaklığı giderdim, ardından lavobodan çıktım. Ancak içeri geri dönmek istemiyordum. Bu nedenle rotamı terasa çevirip oraya ilerledim ve sürgülü kapıyı ittirerek esen serin rüzgarı bütün vücudumda hissettim.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım, az da olsa içim ferahlamıştı. Kararmış hava üzerimize örttüğü kara pelerini ile bizi selamlıyor, yıldızlarını bizden esirgiyordu. Yarın yağmur yağabilirdi.
Terasın korkuluklarına yaklaşıp avuç içlerimi demire yasladığım sıra içeride tek olmadığımı fark etmiştim.
Kafamı sol omzuma çevirip kim olduğuna bakmayı amaçlarken hemen yanımda bir eli cebinde diğeri ile sigara içen Zehir’i görmek en son beklediğim şeydi.
Ne ara gelmişti?
“Şaşırdın.” Dedi ben ona garip garip baktığımda. Sahi şaşırmış mıydım? Belki.
“Öyle.” Mırıldanırcasına telaffuz ettiğim kelime, çok geçmeden kulağına ulaşmıştı.
Sessiz kaldı.
Neden az konuşuyordu?
Böylesine ilahi bir sesi durmadan kullanmalıydı.
“Bir şey soracağım.” Dedim sırtımı korkuluğa yaslayıp doğrudan ona bakarken. Bu sırada ellerimi göğsümde birleştirmeyi ihmal etmemiştim.
“Sor.” Diyerek elindeki sigarasından bir nefes çekip adem elmasını gözüme sokarcasına dumanı usulca dudaklarının arasından bıraktı.
“Neden bana karşı fazla tepki gösrermedin? Yani...o gün sizin evinizi gözetlediğim andan bahsediyorum. “ dedikten sonra önüme düşen küçük tutamı kulağımın arkasına sıkıştırıp yüzünü inceledim.”Normalde anlayışlı bir insan olmadığın söylenmişti. “
Sigarayı iki parmağının arasında tutarken yanıma yaklaştı ve bir kolunu demire yaslayarak üzerime eğildi. Keskin yüz hatları ve kuzguni siyahı gözlerini yakından görüyor olmak, yutkunmama sebebiyet vermişti.
“Çünkü insanların duygularına saygı duyarım.” Dedi onu sevdiğim yalanını gözüme sokarcasına.
Hadi ama bunu durmadan bana hatırlatacak mıydı?
Kahretsin nereden söylediysem o yalanı.
“Ha ayrıca bir diğer nedene gelirsek,” diyip baştan aşağı beni süzdü ve gözlerinde beliren şeytani gülüş ile gözlerime baktı.
Korkmalı mıyım?
Söz konusu tehlikenin ta kendisiyse evet.
“Kalçaların hoşuma gitti.”